Ankara’nın Salih Bolat’ı

Salih Bolat’ın 40 yıllık şiir serüvenini iki dönemde okuyabiliriz: İlki, biçimde anlatımsallığın öne çıktığı, temada sosyal görüngülerin önde, bireyin hemen arkada olduğu, Gece Tanıklığı’na (2000) kadar devam eden Ankara Dönemi. İkincisi, tahkiyenin yoğun bir imgesellik kazandığı, bireyin önde, sosyal temaların hemen arkada olduğu İstanbul Dönemi.

Karşısındaki sorup öğrenmek istemedikçe, askerlik anılarını bile anlatmaktan sıkılan biri için, sevdiklerinin ardından onlarla yaşanmışlıklarını yazmak çok ağır bir ruh halidir. Korona belasının, eli yüzü, üstü başı şiire bulanmış Salih Bolat’ı aramızdan alelacele çekip almasıyla, bir kere daha kendimi böyle ağır bir ruh hali içinde hissediyorum; çünkü kendisinden şiir virüsü kaptığım ve yokluğunda yalnızlaştığım bir duygudaşın akasından yazmak çok zor.

1980’lerde Bir Sığınak

1980’li yıllar, ülkenin her köşesinde olduğu gibi Ankara’da da kötü başlamıştı. Devletçi, kamusal ekonomilerin daraltıldığı, özelleştirmeye dayalı liberal ekonomi politikalarının uygulanmaya başlandığı bir dünyada buna direnen güçler, yönetimlerin ele geçirildiği darbelerle bir kenara itiliyor, ülkenin kaderinde etkisiz kılınıyordu. Bir ABD organizasyonu olan 12 Eylül sopası, bu politikaların uygulanabilir ve sürdürülebilir olması için ülkemizde özellikle de devrimci yurtseverlerin canını yakıyordu.

Faşizmin, yaşamın her noktasına uyguladığı baskı ve yasaklar, birer kurgu olarak Metin Akpınar – Zeki Alasya’yla henüz tiyatro sahnesine çıkmamışken, ülkemizde gencecik insanlar “beslememek” için “asılıyor”, darağaçlarında birer bayrak gibi sallandırılıyorlardı. Bilim insanlarına bilim, siyasilere siyaset yasaktı. Yasaklılar, bu nedenle toplumun fazlaca umurunda olmadığından yasaklanmayı hak etmeyen sanat, edebiyat ve şiirde bir nefeslik de olsa olanaklar arıyorlardı. Tıpkı bulabildikleri kitapları, dergileri okuma yarışmasına katılmış yarışmacılar gibi koşarak okuyan henüz yirmi üçünde biz üniversiteli delikanlılar gibi…

İsmet Arslan’ın Objektifinden Salih Bolat

Aydınlıkevler, Çevreli Sokak’ta Aydın Doğan’ın üç dört yıldır çıkarmakta olduğu Yaba dergisi ve yeni başladığı kitap yayınlarının yönetim yeri de olan, 20 metrekarelik kırtasiye/kitap dükkânı, biz edebiyatseverlerin küçücük sığınağıydı. Bir süredir Şahinkaya Dil, Ali Yüce, Vecihi Timuroğlu gibi gönlü; İzzet Kılıçlı, Cemil Kavukçu, Şükrü Erbaş, Bülent Güldal, Salih Bolat gibi yaşı genç olanların buluşma mekânıydı burası. Bu mekânda Türkçe, edebiyat, daha çok şiir ve edebiyat üzerine sohbetler edilir, o yıllarda oldukça etkin olan yerel düşün, edebiyat, sanat dergileri konuşulur, amatör yayıncılığın sorunları ve çözüm yolları tartışılırdı.

Tartışmacılardan biri de sanat, edebiyat, şiir üzerine konuşmayı şehvetle seven Salih Bolat’tı. Eğitim bilimleri ve sosyal politikalar eğitimi almış, üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışyor; Keçiören ilçesinin, ‘sığınağımıza’ da yakın olan Subayevleri Mahallesi’nde oturuyordu¸ o nedenle sık sık görüşme olanağımız olurdu. O yıllarda Altındağ ilçesinde, o mahalleye adını veren Altınpark henüz yapılmamış; golf kulübünün kullandığı bu yeşil alan, doğallığını kaybetmemiş; şurada burada, küçük göl kenarında söğüt ağaçlarını koruyabilmişti. Salih Bolat ve başka kim varsa birlikte zaman zaman bu ağaçlara sırtımızı dayayıp “bir şişe hitit’le ağzımızı kana bular” içimizdeki çocuğu doğurur, onu şiirle buluştururduk.

Salih, hikâyeler anlatmayı çok sever, kurgu yapmaya bayılırdı; yaptığı kurguyu komik olsun biz de gülelim diye abartılı bir biçimde dramatize eder; oyuna biz de katılır, katıla katıla gülerdik. Şiir ile halk arasındaki mesafe hep uzundur, o zaman da uzundu; bizse bunu kısaltmak istiyor, şiiri halkla en kısa mesafede buluşturmak için tutuşuyorduk. Bir yandan da “cilalı imaj devri”nin ayak sesleri duyulmaktaydı, televizyon kullanımı hızla yaygınlaşıyordu. İktidarların, iktidarlarını sürdürebilmeleri için önemli bir güç ve araçtı çünkü. Türkiye’de TRT televizyonunun ekranı yeni yeni renklenmekteydi ve televizyon reklamları henüz daha beyaz eşya satıyordu.

Televizyon reklamları için senaryolar yazıyorduk bu buluşmalarda. Kurgumuz, televizyonda edebiyat eserlerinin, şiir kitaplarının reklam senaryoları üzerineydi! Hangi roman ya da şiir kitabı nasıl bir spotla reklam edilebilirdi? O günlerde çok mu okunuyordu ki Salih Bolat, İsmet Özel’in “Evet İsyan”ı için “Düşünsene” diyordu, “Bir işçi yumruğunu sıkıp masaya indiriyor, sonra sıkılmış o yumruk havaya kalkıyor, kitabın resmi ile birlikte ekranda kocaman puntolarla bir yazı şimşek gibi çakıyor ve ekranda bir süre kalıyor: ‘Evet İsyan’… Okuyun!” Hitit’in de etkisiyle gülüşüyorduk. Günün her anını şiirle yaşıyorduk.

Yaşanan’la Başlayan Yolculuk

1982’nin hangi ayıydı acaba, o ayın bir gününde elinde bir şiir dosyası, yüzünde hiç düşürmediği gülümsemeyle mekânın müdavimlerinden Salih Bolat, girmişti ‘sığınağa’. “İşte, Yaşanan!” demiş; Yaba Yayınları’ndan çıkarmak istediği yayına hazır şiir dosyasını açmış; sonraki yıllarda da hiç yitirmediği, duygu yüklü, titreyen sesine beden dilini, jest ve mimiklerini de katıp şiirin iç ahengini bastıra bastıra ortaya çıkararak okumaya başlamıştı:

“yaz biter
çınarlar anlatır önce
yeşilin yanışını için için
	son engerek de örtünür uykusunu
	karanlığın derinliklerinde
bir yağmur yamaçlarda yıkılıp kalır
belki bir duvar dibinde sessizce
	gün döner
	güller solar
	benim sevdam başlar
	güz güneşleriyle…” (Anlatamam)

4 Ocak 1983’te imzaladığına göre, kitap bir iki gün önce gelmiş olmalı matbaadan. 12 Eylül’ün her şeyin üstüne çöken ağırlığının açık bir biçimde hissedildiği “Yaşanan”, onun ilk şiir kitabıydı. Şiirler,  bütün hüznüne karşın, Ahmet Erhan’ın 1981 baskılı “Alacakaranlıktaki Ülke” şiirlerindeki, sıkı solcularca “teslimiyet” olarak eleştirilen karamsarlığının yanında Bolat’ın yitirmediği umudunu bağırıp çağırmadan söylüyordu. Örneğin “Eylül”de,

“yaz bitti
eylüle girdik
bütün yeşiller birazdan yanacak
sakın duygulanmayın
sevişmek yasak…” 

diyordu, ama eylül karanlığını yaracak aydınlığın da farkındaydı:

“gördünüz ki bir tomurcuk aralandı
bir çiçek sarktı dışarı kanayarak
gördünüz ki bir adam
susturulmuş bir isyan
usulca sokulup güneşe
bir şarkı mırıldanırdınız
karanlığın ardından…”

Sonraki şiir yolculuğunda öykülemeden, ölçü ve uyak gibi dışsal ahenk ögelerinden arındırmaya çalışan, poetik yazılarında bunu kuramsal bir zemine oturtan, şiir pratiğinde ise tümüyle değilse de bir ölçüde başarabilen, iyi ki bir ölçüde başarabilen Salih Bolat, bu uzun şiirini, bütün umutları derleyip topluyor ve örgütleyerek bitiriyordu:

“düşlerinizi soruyorsunuz uykulara
uyanırken unutmuştunuz
şarkılarınızı soruyorsunuz rüzgârlara
bir kör döğüşünde unutmuştunuz
bir çiçek açmıştı bozkırda birden
koklamayı unutmuştunuz
sıcak iklimlerden yolcular beklerdiniz eskiden
beklemeyi unutmuştunuz
bir türkü tuttururdunuz isterse kar yağsın
bir çocuğu öpmeden duramazdınız
bir eli tutmadan duramazdınız
niçin suçlu suçlu susuyorsunuz
yaşamı nasıl kurtarmalı
biliyorsunuz 

Öyküleme ve Betimleme

Bu öykülemeli anlatım, sonraki kitaplarında çok daha yoğun bir imgesellik kazansa da Salih Bolat’ın şiirinde başat özelliklerden biri olarak kaldı; en azından onun Ankara Dönemi boyunca.

Ankara Dönemi, diyorum; çünkü Salih Bolat’ın 40 yıllık şiir serüvenini iki dönemde okuyabiliriz: İlki, biçimde anlatımsallığın öne çıktığı, temada sosyal görüngülerin önde, bireyin hemen arkada olduğu, Gece Tanıklığı’na (2000) kadar devam eden Ankara Dönemi. İkincisi, tahkiyenin yoğun bir imgesellik kazandığı, bireyin önde, sosyal temaların hemen arkada olduğu İstanbul Dönemi.

Ancak onun iki döneminde de sadece derece farkıyla bulunan şiirinin öne çıkan özelliklerini saptamak olasıdır. Örneğin öyküleme, ilk şiirlerinden beri azalarak da olsa son şiirine kadar devam eder; öykü öne çıktığı ölçüde şiir uzar, “Yaşanan”dan örneklediğimiz “Eylül”deki gibi; geri çekildiği ölçüde kısalır yoğun imgelerle dolarak, Rüya Zamanı’ndan “Zan”daki gibi:

“bir tay soğuk suya tutuyor alnını
yağmurlu bir avluya giriyor ışık
beni aydınlıktan ayıran şey bu olmalı
bu görüntü
bu zan”

Ya da “Karanfil”deki gibi öykü kendini korur, ama İkinci Yeni şiirinin sevdiği ters mantık kurgusuna taş çıkararak:

“demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin”

Bir başka başat özellik de onun vazgeçilmezi olan doğadır. Şair, kent yaşamı içinde tahrip edilen doğaya ilişkin gözlemlerini neredeyse pastoral diyebileceğimiz bir tavırla, ayrıntılı, duyumsal betimlemelerle aktarır; çiçek, taş, su, güneş, yağmur, börtü böceğin üzerinden bizim onları görmemizi engelleyen örtüyü, tahkiyeyi elden bırakmadan çekiverir “Mavi Çiçekler” de olduğu gibi, her şey ayan beyan ortadadır. İşte pastoral bir resim:

“ne güzel açmış küçük mavi çiçekler
hani birkaçı bir araya gelmese, görünmezler
bir toprak keseği onlar için yana yıkılmış
bir gül ağacı gölgesini kenara çekmiş
serçeler daha dikkatli dolaşıyor bahçede onlar için
kar onlar için erimiş.”

Şiirini Kuran Poetika

Salih Bolat’ın şiiri, İkinci Yeni’nin sadece kurgu biçimine değil; uzak ve yakın bağdaştırmalarla imge yapısına da aşinadır:

“ışığından yaptın beni
yaz çalılıklarındaki
güneş gibi.” (Kristal)

"Sen gelmesen de bu yangın çıkacaktı
bir kırlangıç bizi ikiye bölecekti" 
(Sen Gelmesen de)

"diyelim ilkbaharı ikiye böldük
nasılsa yarısı kullanılmadan atılıyor
rüyalarımızı uyguladık yarısına diyelim" 
(İlkbahar Üzerine Varsayımlar)

"sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında" (Karanfil)

Yoldan geçen bir avcının çantasından
Dökülür gibiydi sesin (Seni tanıdığımda)

dolunay var minarenin arkasında
tıka basa bulut dolu ağaçlar 
(Gece Tanıklığı 1)

Melih Cevdet Anday’ın doğanın, yaşamın ve dilin ilksel biçimini arayışını da bıraktığı yerden sürdürür Salih Bolat:

"her taş yürümek istiyor, baksana
anımsamak istiyor kül, ateşin başlangıcını
yeşermek istiyor kan, gecenin kollarında
gülmek istiyor ölüler, baksana." 
(Gece Tanıklığı 2)

"kabul ediyoruz, saatlerle nesnelerin uzaklığını
günün değerini belirleyen yankıyı
dinmez çağıltısını dal ucundaki çiyin
söyleyin, gürültüsüyle gelsin gecenin yatağı
uyuyan ağaçlarıyla bir park nasıl bölünür
ikiye, üçe, daha fazla düş'e, gelsin." 
(Yeter ki)
1980 Kuşağı Şairleri: Mehmet Müfit, Behçet Aysan, Salih Bolat, Enver Ercan, Adnan Özer, Hüseyin Haydar, Tuğrul Tanyol (soldan sağa). Fotoğraf: Merih Akoğul

Bu örnekleri sıralamamın, Salih Bolat’ın şiirini belli bir ulama yerleştirme gayreti olarak görülmemesi gerekir. Bu istek hem benim şiirde sürekliliği kırıp sökmekten yana olmamamla hem de Salih Bolat’ın, şiirinin böyle veya bir başka türlü kategorize edilmemesi gerektiği düşüncesiyle ilgilidir. Zira Bolat, lise edebiyat kitaplarında Türk şiirine ilişkin dönemselleştirmeleri ve kendi şiirinin de 1980 Sonrası içinde değerlendirilmesini “saçma” bulmuş; “Ben en çok sorunsallık taşıyan bir şair kuşağının üyesi olduğuma inanıyorum ve kendi şiirimi bir temele oturtmaya, yani kendi poetikamı oluşturmaya çalışıyorum.” (Varlık, Eylül 1986) demişti bu dönemlendirmeden yıllar önce.

Ankara – İstanbul

Türkiye’nin üç büyük kenti için şu genellemeyi yapardı Salih Bolat: “İzmir’de âşık olunur, Ankara’da bu aşkın şiiri yazılır, İstanbul’da ise bu şiir yayımlatılır.” 2000 ya da 2001’de ‘şiirini yayımlatmak’ için İstanbul’a gittiğinde Ankara’yı dönemin moda değerlendirmesiyle “Güneşin eskort eşliğinde doğduğu kent. Ağaçların hiyerarşik ilişki içinde bulunduğu, çimenlerin yönetmeliklere uymak zorunda olduğu… kent.”  biçiminde niteliyor; mafyatik, dinci kamu yöneticilerinin Ankara’ya kazandırdığı görünümü, “… çıkın Kale’ye ya da Dikmen sırtlarına, bir şeriat cumhuriyetinin başkentini görürsünüz.” diye betimliyordu (Yazarların Ankarası, 2011). Ama bu Ankara’yı terk edip İstanbul’a sığınmanın bir gerekçesi olabilir miydi?

O dönem böyle bir düşünce biçimi yaygındı, özellikle genç sanatçılar, şairler arasında. Ankara resmi yüzüyle sanat dışı bulunuyordu; burada sanat yapılamazdı, dergi çıkarmak zor, edebiyat etkinlikleri sınırlı, şiir yazmak ve yayımlamak mümkün değildi; çünkü bir sanat kenti değildi Ankara! Oysa İstanbul öyle mi ya, orada bir şair olarak istediğin her olanağa sahiptin. Yayınevleri oradaydı, dergi merkezleri oradaydı, sanat suyunun başını tutan eleştirmen ve yayıncılar da oradaydı… Sanat mekânları çoktu ve bir başına Çiçek Pasajı’nın canlılığı bile yeterdi. Şairler cıvıl cıvıldı, destekleniyor, el üstünde tutuluyorlardı. O nedenle İstanbul büyük genç sanatçı göçüne maruz kalıyordu o yıllarda.

Haklılardı kuşkusuz, İstanbul her zaman nabza göre şerbet veriyordu sanatçıya. Toplumsal duyarlıkların yüksekse, Ankara’ya göre daha fazla sosyolojik veri elde edebilirdin burada ya da fazla romantiksen, İstanbul’un cennet doğasını Ankara’da bulamazdın! Tamam da o yıllarda İstanbul’u da şimdiki Cumhurbaşkanının o zamanki partisi yönetiyor ve İstanbul, bir Cumhuriyet kenti olmaktan hızla çıkıyordu.

Ahmet Erhan, imzada

Aynı yıllarda Ahmet Erhan da terk etti Ankara’yı.

“Sonra sabaha doğru seyrelir
Bozkırda yapayalnız bir şehir
Olduğu anlaşılır puslu dumanlı
Devletlü ellerce bir bir söndürülür
Ankara’nın ışıkları”

dediğine bakılırsa o da aynı gerekçeye dayandırıyordu terk-i diyar eylemesini. Şu kadarını söylemekle yetinelim ki, bu Cumhuriyet’in başkentine yapılmış bir haksızlıktı. Ama İstanbul bu değerli şairlerimize ne yazık ki yaramadı. İstanbul, “Akdeniz duyarlığı”nın şairi Ahmet Erhan’ı 2013’te çok genç yaşında; Salih Bolat’ı da verimli çağında aldı bizden, şiirimiz yetim kaldı.

Şimdi 1986’da Varlık Yayınları’ndan çıkıp aynı yıl Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü alan Bir Afişin Önünde’ye dönelim ve dönüp kendi ölümünü öykülediği “Bir Gün Ölürüm Ben” başlıklı şiirinden alıntılarla bitirelim yazıyı, bir askerlik anısına dönüştürmeden:

(…)
“bir gün ölürüm ben
belki bir gece treninin camına düşer başım
dışarda bir telgraf teli çizip gider karanlığı
içerde yolcular uyuduğumu sanır
yalnızca bir kız düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü
yakama bir gözyaşı iliştirir
(…).
bir gün ölürüm ben
belki bir ölüm tezgâhında terler içinde
o anda kar fırtınasına tutulmuştur dağ başında bir çiçek
hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için
ama ölmekten korka korka ölürüm
yaşamayı sevdiğim için."

Salih Bolat, İstanbul’u Ankara’ya tercih ettikten sonra, onu bir daha görme şansım olmadı. Ama uzak uzak izlediğim Bolat’ın, Ankara’da golf sahasında huzur ve mutlulukla doğurduğu çocuğu, İstanbul’un keşmekeşinde yitirdiğini hissediyordum, tıpkı Ahmet Erhan’da da hissettiğim gibi; çünkü İstanbul şairi gereğinden fazla olgunlaştırıyor, gereğinden çok şair yapıyordu. Oysa hep eksik kalmalı sanatçının bir yanı, yoksa tamamlamak için çaba göstermesine gerek kalmıyor!

Ben tanıdığım, Ankara’nın Salih Bolat’ını anlattım; İstanbul’unkini de nasılsa bir İstanbullu anlatır.

“Ankara’nın Salih Bolat’ı” için 2 yorum

  1. Çok çok teşekkür ederim biliyorum büyük bir emek harcıyorsun, bilesin ki bizim insanimiz okumayı pek sevmiyor uzun yazıları hic sevmez bu nedenle yazılarınızı kısaltsanız ya da ikiye bolseniz daha iyi olur kutluyorum Salih Polad hakkında bilgilendirdigin için ayrıca teşekkür ederim kal sağlıcakla öptüm…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir