Dil sosyolojisi, dil ile toplumsal pratikler arasında ilişki kurmayı sever; bireylerin dili kullanma biçimlerinin, içinde bulundukları toplumsal sınıf ve kültürel ortam tarafından belirlendiğini vurgular. Aynı dili kullananların bile iletişim kurmada yaşadıkları zorluk, buradan kaynaklanıyor olabilir mi?
OLGULAR VE GÖSTERGELER
Konda’nın “Hayat Tarzları Araştırması”na göre, Türkiye’de kendilerini “ateist ve inançsız” olarak tanımlayanların oranı, 2008’den 2025’e 4 kat artarak %2’den %8’e yükselmiş! Aynı dönemde, en dindar kesim kabul edilen “sofular” %12 seviyesinde sabit kalırken, “dindarlar” %55’ten %46’ya gerilemiş. Araştırmanın verilerine bakılırsa, “dindar nesil” (“Kindar nesil” bu yazımızın konusu değil.) yetiştirmek ereğiyle yola çıkan dinci siyaset, eğitim dizgesini bütünüyle İslami bir içeriğe dönüştürmesine karşın, sonunda deist, hatta agnostik bir nesle ulaşmış görünüyor. Sonuç, erek sahiplerinin kültürel iktidarı inşa edemedikleri itirafıyla da sabit.
Belki bu yüzden “dindarlığı” bırakıp “dinci” bir siyasal pratiğini işe koşuyorlar. Anayasanın hâlâ yürürlükte olmasına karşın, “Şeriata düşmanlık, dine husumettir.” diyebiliyor; “nas”larla ekonomiye, “fıtrat”larla sosyolojiye yön verebiliyorlar! Ya da ulusu din ekseninde bölebiliyor; Hristiyan, Yahudi, Tengrici, Şaman, Budist Türkleri yok sayarak “Türk demek, Müslüman demektir.” diyebiliyor; hatta İslamiyet’i de sadece Sünnilikle çerçeveleyip Azerbaycan ve İran’daki Azeri Türklerinin Şiiliğini, Anadolu Türkmenlerinin Aleviliğini İslam’dan siliyorlar!
Dil ile din arasındaki ilişkinin karmaşık doğasını kurcalayacağımız bu yazıyı, güncel politikanın dinî ve İslami retoriği ile sınırlamak istemiyoruz. Ancak bu retoriğin, yüzyılımızın ilk çeyreği boyunca ülkemizde egemen olan ve güçlü İslami referanslara dayanan iktidar söylemine ait birkaç örnekle başlamamız yadırganmamalıdır.
İtiraf edilen dindar gençlik ve kültürel iktidar inşasının başarısızlığına karşın, son çeyrek yüzyıl boyunca toplum içinde kişiyi görünür kılan iki olgunun aşamalı olarak arttığını söyleyebiliriz: Birincisi, Cuma ve bayram namazı gibi ibadetlere, hac gibi dinsel ziyaretlere ve törenlere katılma; ikincisi, günlük konuşma dilinin İslami terminolojisi. Kuşkusuz bu artışın, ekonomik çıkar, sosyal ve siyasal statü, kültürel aidiyet gibi türlü nedenleri var ama burada temel kavramın “gürünürlük” olması önemlidir.
DİLSEL HABİTUS
Dil ile din arasındaki ilişkiye dönecek olursak, dillerin temelde “seküler” bir doğaya sahip olduklarını söylemek zor değil. Seküler sözcüğü, Latince “saeculum”dan (çağ, dünya) türemiş bir terim ve uhrevî (öte dünya) değil, dünyevî olanı anlatıyor. Bu nedenle din merkezli Orta Çağ’a son veren Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini; bilimsel gelişmelerin artması, dinin toplumsal yaşamdaki etkisinin azalması ve dünya merkezli çağın başlamasını sekülerleşme süreciyle birlikte anıyoruz.
Öte yandan kültür üreten ve taşıyan dillerin, kültürel renklere sahip olmaları doğaları gereğidir. Bu noktada, Pierre Bourdieu’nun sosyolojisinde merkezî bir yer tutan, bireylerin toplumsal dünyayı algılamalarını, değerlendirmelerini ve eylemelerini biçimlendiren bir “dilsel habitus”tan söz edilebilir. Dilsel habitus, bireyin dil kullanımını şekillendiren, içselleştirilmiş dilsel eğilimler ve yatkınlıklar sistemidir. Bu sistem, bireyin içinde yetiştiği toplumsal sınıfın, kültürel çevrenin ve eğitim seviyesinin etkisiyle oluşur. Aynı anlama gönderen, örneğin “Şeker Bayramı’n kutlu olsun.” ile “Ramazan Bayramı’n mübarek olsun.” dilekleri, farklı “dilsel habitus”lara işaret eder.
Dilsel habitus, toplumsal sınıf, aile ortamı, eğitim dizgesi, kültürel etkileşimler ve simgesel güç ilişkileri gibi çeşitli etkenlerle kurulur. Bireylerin dil becerilerini, söz dağarcıklarını, aksanlarını, dil kullanım biçimlerini ve sözcük, kavram seçimlerini etkiler; onların toplumsal alanda nasıl konumlandıklarını ve nasıl algılandıklarını belirlemede önemli bir rol oynar. Bourdieu’ya göre dil, bir simgesel güç aracıdır aynı zamanda ve “kültürel sermaye” içinde yer alır. Toplumda egemen olan dil kullanım biçimleri, genellikle daha yüksek toplumsal statüye sahip grupların dil kullanım biçimleridir.
Kuşkusuz dilsel habitus, bireyin içinde yaşadığı inanç sistemleri ve dinlerden önemli ölçüde etkilenir. Dinler, kendi özgün dil yapıları, terminolojileri, anlatım biçimleri ve söylemleriyle, inananlarının dilsel habituslarının kurulmasında etkilidirler. Her dinin kendine özgü bir terminolojisi ve kavramsal çerçevesi vardır. Örneğin, İslamlıkta “namaz,” “zekât,” “hac,” “haram,” “helal”; Hristiyanlıkta “vaftiz,” “günah çıkarma,” “teslis,” “kutsal ruh”; Yahudilikte “Şabat,” “Koşer,” “Tora,” “Sinagog” gibi kavramlar, ait oldukları dine inanan kişilerin, grupların dilsel habituslarının bir parçası haline gelir. Bu kavramlar, sadece dini metinlerde değil, günlük konuşmalarda, tartışmalarda ve düşünce süreçlerinde de kullanılır ve bireylerin dünyayı algılama biçimlerini etkiler.
DİN DİLİ
Günlük konuşma dili, Kur’an, İncil, Tevrat gibi kutsal metinlerin edebi ve retorik açıdan zengin dil kullanımlarının etkisine açıktır. Vaazlar, hutbeler, sohbetler, ilahiler ve dini müzikler, bireylerin dilsel deneyimlerini çeşitlendirir. Dilsel habituslar, dua ve ibadetlerin yinelenen dilsel kalıp ve örüntülerinden; dini söylemlerin metaforik ve alegorik anlatım biçimlerinden etkilenir. Bu etki zamanla bireylerin toplumsal kimliklerinin önemli bir parçası haline gelerek aidiyet duygusunun gelişmesine katkıda bulunur. Dinsel terminler, kullanım sıklığı ve genişliği oranında dilsel habitusu etkiler. Örneğin seküler bir kültürde “merahaba” “selamünaleyküm” ile, “günaydın” “hayırlı sabahlar” ile, “Hoşça kal.” “Allahaısmarladık” ile yer değiştirebilir. Kimi dinlerde ise dilin kendisine bir kutsallık atfedilebilir. Arapça karşısında Müslüman Türklerin durumu tam da budur!
Görüldüğü gibi “din dili”, kutsal metinlerde, ibadetlerde ve teolojik tartışmalarda dinî inançları, kavramları ve deneyimleri ifade etmek için kullanılan özel bir dildir; günlük dil olanaklarının ötesine geçerek aşkın ve metafizik gerçekliklere gönderir. Bu dile ilişkin tartışmalar şu soruların etrafında biçimlenir: Din dili, metafizik bir gerçeklik midir? Dinsel metinlerdeki ifadelerin kesin bir anlamı var mı?… Bu yazı çerçevesinde bizim için asıl önemli olan soru ise şudur: Din dili, günlük dilin bir uzantısı mıdır, yoksa tamamen farklı bir yapıya mı sahiptir?
Dil felsefesinin karmaşık konularından biri olan din diliyle ilgili farklı teolojik yaklaşımlar geliştirilmiş. Musa ibn Meymun, Thomas Aquinas gibi teologların “tenzihi dil” ya da “negatif teoloji” tezi, Tanrı’nın doğasının, insan dilinin sınırlılıkları nedeniyle tam olarak ifade edilemeyeceğini; bu nedenle, Tanrı hakkında konuşurken ifadelerin olumsuz (tenzih) yüklemlerle kullanması gerektiğini ileri sürer. Örneğin “Tanrı her şeyden haberdardır.” önermesi; önerme sahibinin “her şey”i bildiği çıkarımına yol açacağından, Tanrı’yı insana kıyasla tanımlamış olur; bu nedenle önerme “Tanrının bilmediği şey yoktur.” biçiminde kurulmalıdır; zira insanın bilmediği şey olabilir ama Tanrı’nın olamaz.
Paul Johannes Tillich gibi teologların savundukları “sembolik dil” yaklaşımı; “haç, hilal, ateş” gibi sembollerin farklı dinlerde farklı anlamlar taşıdığına; doğrudan bir gerçekliği değil, daha derin bir anlamı yansıttığına işaret eder. Marks üzerindeki etkisiyle tanınan hümanist Alman teolog Feurerbach’ın “yabancılaştırma” tezi ise dinin, insanın kendi özelliklerini dışarıya yansıttığı bir yanılsama olduğunu; Tanrı kavramının da insanın özlemlerini ve ideallerini temsil ettiğini vurgular. A. J. Ayer gibi mantıksal pozitivistlere göre Tanrı’nın varlığı ya da cennet gibi metafizik ve teolojik ifadeler bilimsel olarak test edilemediği için anlamsızdır. Rudolf Karl Bultmann ise dinsel metinlerin büyük ölçüde mitlerle ifade edildiğini, mitlerin ahlaki ve spiritüel gerçeklikleri anlatmak için sembolik bir anlatım biçimi sunduğunu ve modern dünyaya göre yeniden yorumlanması gerektiğini savunur.
‘RESİM DİL’ VE ‘DİL OYUNU’
Düşünceleri analitik felsefe ve dil felsefesi alanında etkili olan Ludwig Wittgenstein, erken döneminin önemli yapıtı Tractatus’ta, dilin dünyayı bir ayna gibi yansıttığını savladığı “Resim Dil Kuramı”nı geliştirir. Bu kuramda dil, mantıksal bir yapıya sahiptir; anlamlı olan sadece mantıksal olarak doğru olan önermelerdir. Etik, estetik ve mistik konular dilin sınırları dışındadır. Dolayısıyla dinî olgular olarak adlandırılabilecek ampirik olarak doğrulanabilir gerçeklikler olmadığından, örneğin “Tanrı” veya “Allah” ifadesi, ampirik olarak gözlemlenebilir, doğrulanabilir bir olguyu resmetmediği için, bu kurama göre anlamsızdır.
Wittgenstein’in ikinci döneminde geliştirdiği “Dil Oyunları Kuramı”nı ise din dilinin toplumda etik ve sosyal işlevlerine dikkat çeken “işlevselci” yaklaşım çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Filozof, Resim Dil Kuramı’ndan tümüyle uzaklaştığı “Felsefi Soruşturmalar” adlı çalışmasında, dilin farklı bağlamlarda farklı işlevleri olduğuna dikkat çeker ve anlamın, sözcüğün kendisinde değil, kullanımında ortay çıktığını ileri sürer. Buna göre sözcükler anlamlarını soyut Platonik formlarda değil, günlük kullanımlarında kazanır. Örneğin “oyun” sözcüğünün, “çocuk oyunu”nda kazandığı anlamla “olimpiyat oyunları”nda kazandığı anlam arasındaki mesafe çok uzundur. Dolayısıyla “iletişim oyunu”nu gerçekleştirebilmek için dilin yaşamın farklı oyunlarının kurallarına, kullanım biçimlerine uyması gerekir. Wittgenstein, felsefi sorunların çoğunun, dilin yanlış kullanılmasından, yani oyunun kurallarına uyulmamasından kaynaklandığını ileri sürer ve felsefenin, bu yanlış kullanımları ortaya çıkararak dilsel karışıklıkları çözmesi gerektiğini savlar.
Bourdieu da Wittgenstein gibi dilde anlamın sabit ve değişmez olmadığını, aksine bağlama göre farklılaştığını savunur. Wittgenstein, dil ile farklı toplumsal pratikler içinde farklı kurallara göre oynanan oyunlar arasında bir analoji kurmuş; koşut olarak Bourdieu da bireylerin dili kullanma biçimlerinin, içinde bulundukları toplumsal sınıf ve kültürel ortam tarafından belirlendiğini vurgulamıştır. Dil oyunlarını dilsel habitusun somutlaştığı ve pratiğe döküldüğü alanlar olarak görebiliriz. Yani, farklı toplumsal gruplar, farklı dil oyunları oynarlar ve bu oyunlar, o grupların dilsel habituslarını yansıtır, diyebiliriz. Nihayet bir milletvekilinin, “Eğitimin amacı bilgi değil, Allah korkusunu ve kuldan utanmayı öğretmektir.” önermesi, dilsel habitusunun dinsel niteliğini açığa vurabilmektedir. Böyle bir habitusta o inancın ne kadar temiz kalabildiği ise bizim değil ilahiyatçıların tartışması gereken bir konudur.
“ALLAHIMIZIN TABANCASI”
Onlar, olasılıkla, yaşam pratiğine dönüşmeyen dinsel ifadelerin anlamlı olmadığını söyleyeceklerdir. En iyisi, anlamlı bulduğumuz, halkın kültürel habitusunda biçimlenmiş bir dil oyunuyla bitirelim yazıyı. Edebiyatımızın aydınlık gerçekçisi Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanının Pehlivan Ali’siyle Hidayet’in Oğlu, “Resim Dil Kuramı”na karşı, oynadıkları “dil oyunu”yla hem uhrevi olanı dünyevi kılıyor hem de ona görgül bir anlam yüklüyorlar:
“Aya hele” dedi Ali. Hidayet’in oğlu baktı.
“Ne var ayda?”
“Allahımız…”
“Tövbe, estağfurullah,” dedi Hidayet’in oğlu… Allahımız ne arasın ayda?” (…)
Küçük ağayı hatırlayan Ali, “Tabancası var mı Allahımızın?” diye sordu.
“Olmadığına ne bakıyon?”
“İstese olur değil mi?”
“Bak hele bak…”
“Allahımıza kurban oluyum… Sen?”
“Ben de, abooo…”
“Allahımız istese Fatma’yı birde bulabilir değil mi?… Bulsa, ah bir bulsa…”
“Ne verirdin Allahımıza?”
“Allahımız ne yapsın bendeki öteberiyi? Onun hazineleri var Kafdağı’nın ardında. Allahımız bu…”