İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen refah ile toparlanan üst orta sınıfın; kapitalizmin modernist yaşamından, kalıp değerlerinden sıkılmış çocuklarıydı Beatlar. O çocuklardan biri, huzursuzlukla yaşadığı hayatı 27 yıl önce huzur içinde terk eden Irwin Allen Ginsberg’di. Doğumunun 98. yılında edebiyat ve hukukun savaş alanı olan Howl (Uluma) şiiriyle anıyoruz Ginsberg’i.
BİR KUŞAĞA AĞIT
“ULUMA
Carl Solomon’un anısına.
Gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
Gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı ‘hipster’ler,
Yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen, sıcak suyu olmayan ucuz odaların doğaüstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken cazı seyredenler…”
7 Ekim 1955, San Franciscoi Six Gallery’de şiir okuma programı… Duygu ve düşüncelerini bütün açıklığıyla dile getirme arzusunda bir şair, küçük bir sanat galerisinin otlu sigarayla dumanlanmış salonundaki kürsüde, yerleşik düzene, biçimci ahlaka ve hiç de adil olmayan bir dünyaya, esrik bir kafayla şiir mermisi sıkıyor! Onu dinleyen bir salon genç, sıkılan mermilerin hedefi vurup vurmamasına bakmaksızın, sadece sıkılma biçiminin, alkolün ve şiirin gerçekçi imgelerinin etkisiyle trans halinde bir ayine katılırcasına kimi dizeleri tekrarlıyorlar.
İlk dizelerini yukarıda okuduğumuz şiir, Uluma (Howl) adını taşıyor ve bütününü oluşturan dört bölümünde de başladığı gibi çırılçıplak bir gerçeklikle 1950’lerin Amerika’sını betimliyor. Şiiri, bir orkestrayı yöneten şefin hassasiyetiyle okuyan ise henüz 29 yaşında, adı sanı duyulmamış, o güne kadar hiçbir şiiri yayımlanmamış Allen Ginsberg. Şiir seansı bittikten sonra dönemin şairlerinden Michael McClure şunları söylüyor: “Bir bariyer yıkıldı. Bir insan sesi ve bedeni; Amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi.”
Böylece şiir, İkinci Dünya Savaşı sonrası artan üretimle birlikte yükselen refah toplumunun tüketim kültürünü, burjuva ahlakını ve yerleşik düşünce kalıplarını topa tutan Beat kuşağı edebiyatının merkezi metinlerinden; Ginsberg de bu kuşağın Jack Kerouac, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti ve Gregory Corso’yla birlikte öne çıkan isimlerinden biri oluyor. Ginsberg, bir ilahi ritmiyle sallanan sesindeki acıya düşmüş, okumaya ve yerleşik kültürün konforunu kırmaya devam ediyor:
“Arkansas ve Blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler,
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler,
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız odalarda don gömlek sinenler,
apış arasındaki marihuanayla Laredo’dan dönerken New York’ta içeri tıkılanlar,
ucuz otellerde ateş yiyenler ya da Paradise Alley’de terebentin içenler, ölüm ya da geceden geceye gövdelerini arafta bırakanlar,
düşlerle ve uyuşturucularla, uyandıran kabuslarla, alkol, s.. ve sonsuz t……la…”
Allen Ginsberg’in Rockdale Hastanesi’ndeyken tanıştığı hasta arkadaşı Carl Solomon için yazdığı Uluma (Howl for Carl Solomon) şiiri, ana akım Amerikan edebiyatını sadece temasıyla, dile getirdiği düşünceleriyle ve şairin gözlem ev betimlemeleriyle değil; uzun dizeleri ve serbest ölçüsü gibi biçimsel özellikleri ve kurgusuyla da sarsıyor. Kısa sürede popüler olan şiir, şairin birkaç başka şiiriyle birlikte, Beat’ın yazar ve yayıncı üyesi Lawrence Ferlinghetti’nin City Lights Yayınevi tarafından Uluma ve Diğer Şiirler (Howl and Other Poems) adıyla küçük bir kitap formunda yayımlanıyor. Yayımlanır yayımlanmaz da California Mahkemelerinde, Ferlinghetti hakkında müstehcen içerikli eser yayımlamak suçlamasıyla dava açılıyor.
İddia makamının, şiir ve edebiyattan ne kadar “anladığını” gösteren bir taleple başlıyor yargılama: “Sayın yargıç, ama davayla alakalı bir parça okuyacağım, Uluma’nın ilk sayfasında şöyle diyor: ‘Tüm bu kitaplar Cennet’te basıldı.’ Neyi ima ettiğini anlayamıyorum, ancak sayın yargıç, kayıtlara geçmesi adına, bu kitap Cennet’te basılmadı, kitabın yayıncısı City Lights’tir!” Şairin yaratıcı edimi, şiirin katmanlı anlam yapısı karşısında muhafazakâr burjuva hukukunun düz anlamı, şiir hukukunda davayı daha başlarken kaybediyor!
Allen Ginsberg’in vârisleri, Six Gallery’deki şiir matinesinden 2 yıl sonra yayımlanan Uluma şiirinin 50. yılı için belgeselci Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’a, şiirle ilgili bir belgesel yapmaları önerisi götürüyorlar. Yönetmenler öneriyi Beat kuşağıyla ilgili mevcut belgesellerden farklı bir şey yapmak koşuluyla kabul ediyor ve bu yazının konusu olan Uluma adlı uzun metraj belgesel dramayı yapıyorlar. 2010’da tamamlanarak şiirin ancak 53. yılına yetişebilen film; Ginsberg’le yapılan görüşmelerin kurgusu olan bir röportajı, mahkeme tutanaklarına dayanan bir yargı süreci, şairin Uluma’yı yazma/ okuma sekanslarındaki duygu ve düşücelerini Eric Drooker’in animasyonlarla canlandırdığı üç düzlemden oluşuyor. Burjuva toplumunun değerleri, bireyin yaratıcı edimi ve devletin temsili olarak yargı tripodunun üç ayağı arasındaki ilişki ve gerilimleri, bir şiire yansıyan bireysel duyarlıklar ve muhafazakâr burjuva kültürü temelinde inceleyen filmde, Allen Ginsberg’in genellikle esrik halini James Franco başarıyla canlandırıyor.
HAYAT, BEAT, EDEBİYAT
Filme devam etmeden önce Ginsberg ve kuşağı Beat için kısa bir arka plana gereksinim var: 1940’lı yılların sonlarıyla 50’li yıllar boyunca daha görünür olan Beat kuşağını, yaşam tarzları ve kültürel kökenleri bakımından on on beş yıl daha geri götürmek mümkün. 1920’lerde Amerika’da gelir dağılımındaki adaletsizlik, orta sınıfı silip sadece zenginler ve fakirlerden ibaret bir sosyoloji yarattı. Bu nedenle tüketim talebi azalıp üretim fazlası oluşunca borsa spekülasyonları, riskli yatırımlar ve tabii işsizlik ayyuka çıktı. Bu durum, “Kara Perşembe” olarak tarihe geçen 29 Ekim’de New York Borsası’nın çökmesiyle başlayan bunalımın dünyayı 1930’lu yıllar boyunca etkilemesine, sosyal huzursuzlukların artmasına ve yönetimleri protesto eylemlerine neden oldu.
Jack London’un romanlarına da yansıdığı gibi, üretimin tıkanmasıyla işsiz kalan insanların kaçak olarak bindikleri trenlerle mevsimlik işler için Amerika’yı dolaşıp durmalarından etkilenen, New York Columbia Üniversitesi Edebiyat Topluluğu’ndaki bir grup öğrenci; otostop yaparak Amerika’yı gezmeye başladı. İlhamını yolda ve yolcu olmakta bulan genç edebiyatçılar, “yol” ve “yolculuk” arketipini, ‘arayış içinde yaratma’ anlayışıyla ürettikleri edebiyatın merkezine koydular. Jack Kerouac’ın Yolda adlı romanıyla karakterize olan işte bu edebiyat topluluğu daha sonraki yıllarda “Beat Kuşağı” adıyla anılacaktı.
“Beat”ın özgün anlamı, ‘kötü’, ‘mahvolmuş’ veya ‘harcanmış’ demekmiş. ‘Beat Kuşağı’ ifadesi, Hemingway’in Birinci Dünya Savaşı sırasında reşit olan jenerasyonunu ‘Kayıp Kuşak’ olarak tanımlamak için kullanılmış. Ancak ‘beat’ teriminin ikinci bir anlamı ‘kutsal’mış. Dindar bir Katolik olan Jack Kerouac, bu adla kendi kuşağını yenilmiş olarak tanımlayıp ezilenlerin gizli kutsallığını işaret ediyormuş. ‘Beatnik’teki ‘-nik’ ekiyse, Sovyetler Birliği tarafından yeni fırlatılan ve birçok Amerikalının kalbine korku salan dünyanın ilk yapay uydusu ‘Sputnik’ten ödünç alınmış. ‘Beat’ berduş, bitkin proleterleri çağrıştırıyor; “meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, umarsız, uykusuz, derin algılı, aşırı duyarlıklı, yalnız, dışlanmış…” anlamlarına geliyormuş. Levi Asher (Marc Eliot Stein), litkicks.com/BeatEtymology/ adresindeki blogunda böyle anlatıyor (12 Kasım 1994). Bizce bu etimoloji hem Amerika’nın komünizm paranoyasını hem de kuşağın genel ruh halini isabetle betimliyor.
“Çin’in migreninden mustarip, iç karartan döşemesiyle Newark’ın boktan bir odasında esrarın etkisiyle pelte-k-leşenler,
geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar, hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yük vagonlarında yük vagonlarında yük vagonlarında sigaralarını yakanlar,
eroin için para sızdırmaya çalışarak dalavereyle, yalnızlık hissi veren çiftliklerinden geçenler büyükbabanın,
Kansas’ta kozmosun tinlerinde vızıldayıp ayaklarına değin titrediklerini hissettiklerinde Plotinus Poe St. John üzerine kafa yorup haç çıkarıp telepati, bop ve kabala ile uğraşanlar…”
Kimilerine göre başkaldırı ve özgürlük düşüncesi, kimilerine göre umutsuzluk ve bunalım, kimilerine göre toplumdan sapma ve saçmalık olan Beatlar, bizce İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen refah ile tekrar toparlanan orta ve üst orta sınıfın, kapitalizmin kendini durmadan tekrarlayan modernist yaşamından, kalıp değerlerinden ve sıra dışı olanı ötekileştiren ahlakından sıkılmış çocuklarıydılar. Kendi ruh hallerine ve dünya görüşlerine uygun olarak Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, Albert Camus, Franz Kafka, Friedrich Nistzsche, Martin Heidegger, Dostoyevski’yle ilgileniyorlar; var olmanın özden önce geldiğini vurgulayan Egzistansiyalist felsefeden etkileniyorlardı. Özellikle Fransız yazarların, insan kendi özünü oluştururken özgür ve yalnızdır tezini benimsiyor; varoluşlarını “özgür seçim”leriyle gerçekleştiriyorlardı.
Öte yandan bu kuşak için, Wilhelm Reich’in “cinsel devrim” diyerek tanımladığı ve baskın bir yönseme olarak gördüğü cinsellikte ortaya çıkan sapmaların, yoksunlukların ve yetersizliklerin, bireyi nevrotik bir evreye götürebileceği, özünü parçalayabileceği, toplumsal açıdan önemli problemlere neden olabileceği görüşü oldukça etkileyiciydi. Onları Reich’in psikoloji ve yaşam enerjisi (orgon) keşfiyle tanıştıran W. Burroughs olmuştu; ama bu “keşif” fen bilimlerinden destek görmemiş, “orgon”, alternatif tıp tarafından varsayımsal bir enerji kabul edilmişti. Daha çok Dinle Küçük Adam, Faşizmin Kitle Psikolojisi, Cinsel Devrim gibi kitaplarıyla tanınan ve psikiyatri tarihinin en radikal isimlerden W. Reich, Sigmund Freud’un cinsellikle ilgili tezlerini gereğinden çok abartmış, bu yönüyle Beat’ları etkilemeyi başarmıştı.
“Staten Island feribotu bastırdığında korkunç sesini Wall’un ve bastırdığında Los Alamos’un korkunç seslerini feryat ederek çırılçıplak soyunarak Union Meydanı’nda kıyak komünist bildiriler dağıtanlar,
beyaz okullarında yerleşmiş çetelerin doğrulttukları makineler karşısında çıplak ve titrek ağlayarak yere yığılanlar,”
VE GıNSBERG
Beat yazarları ve sanatçıları, toplumunda hızlı sosyal, kültürel ve siyasi değişimlerin yaşandığı genellikle büyük şehirlerde, özellikle de New York City’nin Greenwich Village gibi bohem bölgelerinde toplanıyor; ifade özgürlüğü ve bireysel özgürlüklere büyük önem veriyor; toplumsal normlara meydan okuyor, kapitalizmin maddeci yaşam tarzından spiritüel bir düşünceye sığınırken uyuşturucuyu ve heteroseksüel olamayan cinselliği bütün açıklığıyla deneyimliyorlardı. Onların bu yersiz yurtsuzlukları ve toplumsal aidiyet duygusunu yitirmiş olmaları ebeveynlerinin canını sıkmakla kalmıyor; kafalarını, sınırlarını devletin belirlediği normların duvarlarına sık sık çarpıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında olup bitene tepki olarak ortaya çıkan Dadaist refleksle ana akım edebiyata saldırıyorlardı. Belagati yırtıp atıyor, uyağa ölçüye değer vermiyor, kısa ve özlü anlatımlardan kaçıyorlardı. Kerouac, Yolda’yı (On the Road) gerçekten de masa başında oturup değil, yolda ve romana ait hiçbir ögeye aldırmadan yazıyor; William S. Burroughs, cut-up (kes-yapıştır) tekniğiyle yazdığı, Yumuşak Makine ile başlayan ve ne kutsal ne tabu tanıyan üçlemesiyle yaratıcılığın sınırlarını zorluyor; hatta kimileri, yaşadıklarından romanlarında yararlanmak yerine, hayatlarını romanlara uygun yaşıyor, bir anlamda “anti-edebiyat” yapıyorlardı.
Uzakdoğu’ya ve özellikle de onun ruhani kültür ve düşünüşüne ilgileri artıyor, 1940’ların sonlarında Amerika içinde kalan yolculukları, 1960’ların ikinci yarısında mistisizmin merkezi olan Hindistan’a, Tibet’e, Katmandu’ya çevriliyordu. Zenleri, Budalarıyla yarattıkları pürüzsüz ütopyalarındaki bireysel yaşamlarına Vietnam işgali, Domuzlar Körfezi çıkarması, zenci-beyaz ayrımı gibi toplumsal acılar bulaşıyordu.
Gerçeklik duygusunun zor kazanılan, kolay kaybedilen bir erdem olduğunu vurgulayan ve “Şiir için ve şiirin esinlendiği gerçek uğruna ölmeye hazırım.” diyen Allen Ginsberg, 1926’da New Jersey’de dünyaya geldi. Columbia Üniversitesi’nde Beat Kuşağı’nın önde gidecek üyeleriyle tanıştı. 1948’de 18. yüzyıl İngiliz şair, ressam ve mistiği William Blake’in, kendisine şiirlerini okuduğunu sandığı duyu yanılmasından etkilendi; bu yanılsamayı tekrar yaşamak için uyuşturucu deneyimine yöneldi. Eşcinsel eğiliminin tedavi edilmesi için bir süre Rockland Ruh Hastanesi’nde kaldı. Burada Uluma şiirini ithaf ettiği bir başka hasta olan Carl Solomon’la tanıştı. Doktoru Philip Hicks’in “Kendin ol!” tavsiyesiyle hastaneden özgüveni yüksek ayrıldı.
ŞİİRİN SAVCILARI VE TANIKLARI
Bu sıra dışı biyografinin bundan sonrasına filmle devam edebiliriz. Filmin röportaj bölümünde söze “Her şeyin tamamen kontrolüm altında olduğu anlar bir elin parmaklarını geçmez.” diyerek başlıyor Allen Ginsberg; Uluma’nın yazılış sürecinde, babasının şiiri görmesini istemediği için yayımlamayı düşünmediğinden her şeyi rahatlıkla kâğıda dökebildiğini söylüyor ve döküyor. Dökünce de hakkında, yukarıda sözünü ettiğimiz dava açılıyor. Basın, davaya magazinel manşetlerle büyük ilgi gösteriyor: “Şairler çıkmazında büyük gün!”, “Savcı üzerine gitse de yorumlar Uluma’nın sanat değeri taşıdığı yönünde.”, “Müstehcenlik! Hiçbir şekilde sosyal önemi olmayan, şehveti cezbeden cinsellikle ilgili malzeme!”…
Savcı, halkın şiirdeki müstehcenlikten rahatsız olduğundan emindir ama hâkim yasa gereği, sıradan insanların değil, uzman tanıkların dinlenmesini istemiştir. Gail Potter işte o “uzman”lardan biridir. Dominican Collge’de İngilizce öğretmeni, 10 yıl NBC’de çalışmış, kamu direktörlüğü, eğitim koordinatörlüğü yapmış; Faust’u, anonim bir ahlak kitabı olan Everyman’ı redakte etmiş; savcının, edebiyatı dilbilgisinden ve ahlaktan ibaret gören en güvenilir tanığıdır. “Uluma ve Diğer Şiirler”in edebi değeri olup olmadığı hakkındaki görüşü şudur: “Bence edebî bir değeri yok. Bunun için bir tarzı, sözcük seçimi, akıcılığı, duruluğu olmalı. İçerik olarak her edebî eserin ahlaki bir yönü olmalı. Mecaz kullanımına gelirsek, aşırı kaba.” Savunma avukatı, bu ‘uzman tanığa’ soru sorma gereği bile duymaz: “Sorum yok!”
Yaşarken kendisiyle yapılan görüşmelerde söylediklerinden, yönetmen ve senarist Rob Epstein ile Jeffrey Friedman’ın film için yaptıkları kurgu röportajda, Allen Ginsberg, Beat Kuşağı diye bir şey olmadığını, bunun birkaç adamın yazdıklarını yayımlama çabası olduğunu söylüyor. Ardından da şiir yazmaya, salaklığı nedeniyle başladığını; Columbia Üniversitesi’nde romantik bir şair olarak gördüğü Jack Kerouac’a âşık olduğunu anlatıyor. Ondan yazmanın, yazarın kişiliğinden, nefes alışverişinden, bedeninden, günlük konuşmasından gelen bir şey olduğunu öğrendiğini söylüyor ve ekliyor: “Sonunda sözlerimi daha derin anlamlarda kullanma yeteneğim gelişti. Ona (Kerouac’a, MP) kendimi ifade etmem gerekiyordu, fakat o beni dinlemek istemiyordu. Bu yüzden duygularımı ifade etmenin yeni bir yöntemini bulmam gerekti. Onu kendime hayran bırakacak bir yöntem.”
“hayvanat bahçesi ışığının iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve kasvetli beyinleri örselenmiş,
benzedrine boğulmuş halde rayların ve çocuk seslerinin gürültüsü arasında titreyerek
Battery’den Bronx’a sonsuz bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler,
gece boyunca Bickford’da loş ışığın altında dibe vurmuşçasına gömülüp kalanlar ve dışarı çıkanlar ve gün ortasında ıssız Fugazzi’de bayat bira içerek otomatik plakçalarda çatırtıları dinlemeye mahkum olanlar…”
Grup içinde edebiyata ilişkin önyargıları nedeniyle en ilginç olayları bile angaryaları, yalnızlıkları, nevrozları, ahmaklıkları, komiklikleri ve hatta bazen erkeklikleri de günlük konuşmaymış gibi yansıttıklarını; çünkü aksi halde yazdıklarının, özgün olmayacağını, daha önce okudukları başka şeylere benzeyeceğini ve kendi hayatlarını yansıtmayacağını düşünen Beat edebiyatının şairi Ginsberg; “Kendimize, arkadaşlarımızla konuştuklarımızla ilham perimizle konuştuklarımızı ayırt edersek ne olur diye sormamız gerekiyor. Olay bu ayrımı sonlandırmada yatıyor. İlham perinizle sanki bir arkadaşınızla konuşur gibi açık bir şekilde konuşmalısınız.” diyor. Bu ifadeler Beat edebiyatının temel yönelimini işaret ediyor ve bu yönelim, toplumla ve toplumsal kültürle ilişkileri ayrı tutulursa, bizim Garipçilerin edebiyat ve şiirle kurdukları ilişkiyi andırıyor: Şiiri diliyle konusuyla günlük yaşamın içine daha fazla sokmak.
“aşk oğlanlarını kaderin şirret üç ihtiyar kaşarına, heteroseksüel doların tek gözlü kaşarına, döl yatağından göz kırpan ve kıçını kırıp oturmaktan, dokuma tezgâhındaki aydınlanmış altın sarısı ipleri kırpmaktan başka bir şey yapmayan tek gözlü kaşara kaptıranlar,
doyumsuzca ve esriyerek çiftleşenler
bir bira şişesiyle bir sevgiliyle bir sigara paketiyle bir mumla ve yataktan düşenler,
ve zemin boyunca yuvarlanıp salonu sürüklenerek devam edip duvarın dibine yaslanarak son a…k vizyonuyla nihayetinde kendinden geçenler ve bilincin son attırımından sıyrılarak gelenler…”
Bu kez tanık sandalyesinde Mark Schorer vardır, California Üniversitesi’nden İngilizce Profesörü. Savcı, Uluma şiirinin edebi bir değeri olup olmadığını ona da sorar, “İçeriğini tam olarak anladığınızı var sayıyorum.” diye imayla ekleyerek. Profesör, modern şiirin içeriğini tam olarak anlayabilmenin o kadar kolay olmadığının bilincindedir. Savcı “Gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler.” dizesini açıklamasını ister; profesör, şiir sanatının en basit kuralını söyler: “Beyefendi, şiiri düzyazı gibi anlamlandıramazsınız. Şiirin farkı buradadır!”
“radyoyu hipnotizmayla suçlayarak akıl sağlığı davası açılmasını talep edenler ama delilikleriyle elleriyle kararları askıda bırakan bir jüriyle kalakalanlar,
New York Şehir Kolejinde Dadaizm sunumu yapanların üzerine patates salatası atanlar ardından tıraşlı kafalarıyla ve intiharın soytarı söyleviyle akıl hastanesinin granit basamaklarında lobotomiye kuvvetle istek duyanlar…”
Şimdi savcının işi daha zordur, karşısındaki tanık bir edebiyat eleştirmenidir: San Francisco Examiner gazetesi yazarı Luther Nichols. “Acıdan uluyor bence,” diye söze başlar, “mecazen ayağına basılmış gibi Uluma’da acı dolu çığlığını ve karşı çıkışlarını tüm şairaneliğiyle gözler önüne seriyor.” diye devam eder. Bu kez de şiirin edebî değeri sorulur tanığa; Nichols duraksamadan anlatır: “Şiirde caza özgü anlatım biçiminden faydalandığını da düşünüyorum. Hatta diyebilirim ki yollarda veya çeşitli ortamlarda duyduğu sözcüklere de şiirde yer veriyor.” Eleştirmen, 2. Dünya Savaşı sonrasında doğruca üniversiteye ya da işe giren, savaşın kaosu yüzünden yerlerinden olan bu gençlerin, hayatlarını çabucak düzene sokamamış olabileceğini teslim eder. Toplumsal olayların şairin imgelemine etki edebileceğini ileri sürer ve bu yersiz yurtsuzluklarının cinsel imalarla ifade edilmiş olabileceğini ekler.
Savcı ısrarlıdır, kimi dizelerde, cinsel organ adlarının kullanılmasının Ginsberg’in edebi amacına uygun olup olmadığını açıklamasını ister. Nichols, bunları örtmece, yani güzel adlandırma yoluyla dile getirmenin Ginsberg’in üslubuna aykırı olacağını belirtir. İddia makamı sözü edebi eserin kalıcılığına getirerek, bu şiirin edebî değerinin zamanla anlaşılıp anlaşılmayacağını öğrenmek ister. Bunun bilinmesinin mümkün olmadığını kolayca söyleyebilecek her insan gibi savunma, Walt Whitman’ın ‘Çimen Yaprakları’nın da değerinin sonradan anlaşılacağını birkaç kişi dışında kimsenin tahmin etmediğini, Bay Luther Nichols’un müneccim olmadığını söyleyerek bu soruya itiraz eder. Nichols’un tahmini, “Duruşma kitaba olan ilgiyi artıracak, bu tartışma da tarihe geçecek.”tir.
Ginsberg, Times muhabirine şiirle olan ilişkisini anlatmayı sürdürür: “Şiir genel anlamda duyguların ritmik olarak ifade edilişidir. Duygularsa insanın içinde oluşan dürtülerdir, cinsellik dürtüsü gibi. Karın boşluğundan başlayan bir histir, göğse doğru yükselir, ağız ve kulaklardan çıkar, bir şarkı, bir inleme veya bir iç çekiş olarak hayat bulur…” Şiirin farklı okumalarda farklı anlamlar kazanabileceğinin farkında olan Ginsberg, Uluma’ya kesin bir anlam yüklemeye çalışmadığını, birkaç yıl sonra çok açık bir anlamı olduğunu fark etmeye başladığını söyler. Kehanetin, 1942’de bir bombanın atılacağını tahmin etmek olmadığını, yüz yıl sonra birilerinin hissedeceği şeyleri şimdiden duyumsamak olduğunu anlatır ve Uluma, ikinci bölümünde endüstrileşmenin ve maddileşmenin metaforu olarak çocukların kurban edildiği ateş tanrısı Molok ile devam eder:
“Alüminyum ve çimentodan nasıl bir sfenkstir ki kafataslarını açıp parçalamış beyinleri ve imgeleri yiyip bitirmiş?
Molok! Yalnızlık! Pislik! Çirkinlik! Kül kovaları ve elde edilemez dolarlar! Merdiven diplerinde çocuk çığlıkları! ordularda hıçkırarak ağlayan oğlan çocukları! Parklarda gözü yaşlı ihtiyar adamlar!
Molok! Molok! Kâbus Molok! Sevgisiz Molok! Zihinsel Molok! Molok ezici yargıcı insanların!
Molok akıl almaz zindan! Molok kurukafa bayrağı çekilmiş ruhsuz hapishane ve elemlerin kurultayı! Yapıları yargı olan Molok! Savaşın sayısız taştan abidesi Molok! sersemlemiş hükümetler Molok…”
San Francisco Üniversitesi’nden İngilizce Profesörü David Kirk ise iki tarafa da yaranarak tanıklık yapar. Az da olsa şiirin bir edebî değeri olduğunu söyler. Ona göre iyi bir eser biçim açısından son derece başarılı olmalıdır. Ancak bu şiir, 80-90 yıl önce Walt Whitman’ın Çimen Yaprakları’nda kullanılmış olduğu formun kötü bir taklididir. Edebî değer, ayrıca temaya göre de ele alınabilir. Bu açıdan Uluma’nın hiçbir edebî değeri yoktur. Savunma, “Walt Whitman’ın Çimen Yaprakları’nın da yeterli edebi değeri olmadığını mı söylüyorsunuz?” diye sorunca Profesör Kirk, çelişkili yanıtlar vermeye başlar ve çelişkisini dil sürçmesiyle açıklamaya çalışır. Ginsberg üzerinden Dadaistleri eleştirir.
“Carl Solomon! Seninleyim Rockland’da benden daha kaçık olduğun
Seninleyim Rockland’da annemin gölgesine öykündüğün…
Seninleyim Rockland’da kafatasındaki melekelerin zekâ asalaklarını artık içeri sokmadığı
Seninleyim Rockland’da Utika’nın evlenmemiş kadınlarının göğüslerinden karnını doyurduğun…
Seninleyim Rockland’da elliden fazla elektroşokla ruhunun hac yolunda gerildiği çarmıhtan bedenine asla yeniden dönmeyeceği
Seninleyim Rockland’da doktorlarını akıl hastalığıyla itham edip milliyetçi faşist Golgotha’ya karşı sosyalist İbrani devrimi entrikaları çevirdiğin…”
BURJUVA DEMOKRATİK YARGISI!
Bir edebiyat sempozyumuna dönüşen mahkeme salonunda artık son sözler söylenmektedir. Savunma avukatının son olarak söyledikleri, burjuvazinin feodal kültüre karşı devrimci enerjisini yitirmiş muhafazakâr kesimine, Fransız Devriminin enerjisini yitirmemiş kesiminin bir yanıtı olarak okunabilir ya da devletin sanat üzerinde kurduğu ikiyüzlü tahakkümü olarak. Savunma, burjuva ahlakıyla halkın ahlakının maddi temellerini işaret eder: “Şöyle diyor: ‘Denver’ın Adonis’i, sayısız kıza döşeyerek akıtanlar sayısız çalıntı gece arabasıyla Colorado’da bir boydan bir boya orospulukla hayat sürenler…’ Şöyle de diyebilirdi. ‘Denver’ın Adonis’i Waldorf Astoria Otelinde sayısız kıza döşeyerek akıtanlar. Veya Chasen’s’ta bir yemekte veya bir iki tek attıktan sonra The Stork Club’da yatakta…’ Ancak anlattığı kişi böyle bir insan değil. Kelimeleri seçmek bize düşmez. Bay Ginsberg, hikâyesini kendi gözleriyle gördüğü gibi aktarıyor…”
Oturuma verilen kısa bir aradan sonra yargıç, Uluma’da geçen pek çok kelime toplumun bir bölümü tarafından kaba ve bayağı olarak nitelendirildiği, diğer bölümü tarafından günlük konuşma içinde kullanıldığı; hayatın belirli bir şablona indirgenemeyeceği, insanlardan kelime dağarcıklarını azaltmalarının beklenemeyeceği, değilse konuşma özgürlüğünden bahsedilemeyeceği; yazarın konusunu dilediği gibi işleyebileceği, düşüncelerini kendi sözcükleriyle aktarabileceği yönündeki mütalaasını açıklar ve ekler: “Konuşma ve basın özgürlüğü özgür ulusların doğasında vardır, her iki özgürlük de korunmalıdır. Bu nedenle, ‘Uluma ve Diğer Şiirler’ adlı kitabın sosyal bir önem içerdiğine ve müstehcen olmadığına karar vermiş bulunuyorum. Sanık suçsuzdur!”
Film, Wohl’a Dipnot adlı dördüncü bölümüyle sona erer:
“Kutsal! Kutsal! Kutsal!…
Dünya kutsaldır! Ruh kutsal! Ten kutsaldır! Burun kutsal!…
Daktilo kutsal şiir kutsal ses kutsal dinleyenler kutsal esrime kutsal!
Kutsal Peter kutsal Allen kutsal Solomon kutsal Lucien kutsal Kerouac kutsal Huncke kutsal Burroughs kutsal Cassady kutsal gizli hayvan s…ciler ve ıstırap içindeki dilenciler ve iğrenç insan melekler kutsal!
Kutsal tımarhanedeki annem! Kansas’taki atalarımın s..i de kutsal!…
Doyumsuz yalnızlık kutsal! Orta sınıfın büyük kuzusu, isyanın çılgın çobanı kutsal! Kim Los Angeles’ ı Los Angeles yapan!…
Kutsal zamanın sonsuzluğu kutsal sonsuzluğun zamanı kutsal boşluktaki saatler kutsal dördüncü boyut kutsal beşinci enternasyonel kutsal melekteki Molok!…
BU ÜLKEDE SAVCILAR VAR!
Ferlinghetti, bu davadan beraat etti; beraatini Ginsberg’in imgelem sanatına borçluydu; üstelik Wohl, birkaç müstehcen sözcükle suçlanamayacak kadar bireysel duyguların belgesel şiiridir. Ne var ki Ginsberg’in kuşaktaşı William S. Burroughs’un sözünü ettiğimiz Yumuşak Makine’si (Türkçesi Süha Sertabiboğlu, Sel Yay. 2011) ülkemizin külyutmaz savcılarının gözünden kaçmadı! Kitabı yayınlayan sorumlular hakkında “konu ve anlatım bütünlüğü yoksunluğu”, “Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, maddi ve manevi kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan” özellikleriyle uyuşmadığı, “halkın ar ve hayâ duygularını incittiği” de göz önünde bulundurularak “müstehcenlik” davası açıldı.
Yayınevi, yargılama sürecinde, savunmasını ceza verilmek istenen yasanın (TCK 226/2) bir diğer maddesinde (TCK 226/7) “Bilimsel eserlerle, sanatsal ve edebi değeri olan eserler hakkında uygulanmaz.” şeklinde belirtilen ifadeye göre yapmış; konunun uzmanı akademisyenler ve ceza hukukçularından oluşan bir heyetin “edebi eser” olduğu yönündeki bilirkişi raporunu mahkemeye sunmuştu. Ama kitap, yerel mahkemenin ısrarından ancak Anayasa Mahkemesini kararıyla kurtulabilmişti!
Muzır Kurulunun “büyük edebiyat eleştirmeni” üyeleri de mahkemeye eserle ilgili olarak şu raporu sunmuştu: “Yumuşak Makine isimli kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı, gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği, genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği, özellikle erkek erkeğe cinsel ilişkilerin zaman ve yer tasvirleriyle ar ve hayâ duygularını rencide edecek ölçüde anlatıldığı, zaman zaman tarihi mitolojik unsurların yaşam tarzlarından örnekler vererek kişisel ve objektif olmayan gerçek dışı yorumlarda bulunduğu anlaşılmaktadır. Mezkûr kitabın bu haliyle edebi eser niteliği taşımadığı…”
ve BEAT’IN HAYATTAN ÇIKIŞI
Filmin çıkış jeneriği, Beat Kuşağı’nın hayattan çıkışına dairdir: Jack Kerouac 1969 yılında 47 yaşında öldü, Neal Cassady 1968 yılında 41 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Ölüm nedeni hâlâ gizemini koruyor. Otobiyografik romanı Üçün Biri ölümünden sonra yayımlandı. Psikiyatrik gözetimden çıktıktan sonra Carl Solomon, yayınevi işine girdi. “Deneme, Felaket, Belki” adlı kitabı 1966 yılında yayımlandı. Carl 1993 yılında dünyamızdan ayrıldı. (Lawrence Ferlinghetti 2021’e kadar şiir yazmaya, 102 yaşında ölümüne kadar devam etti. MP). Peter Orlovsky ile Allen Ginsberg’in hayat arkadaşlıkları, tanıştıkları andan Allen’ın ölümüne kadar devam etti. Sonrasında Peter, Vermont eyaletinde sakin bir hayat sürdü. 2010 yılında hayata veda etti. Allen Ginsberg, 20. yüzyılın en meşhur şairlerinden biri olacaktı. 1997 yılında 70 yaşındayken huzur içinde hayatı terk etti.
Ama şiirleri ve romanları hâlâ hayatta!
Muhtesem bir araştırma
Gercekler ve yorumlari içeriyor.
Kendim de okuyup tek tek olumlamak ya da yanıtlamak isterdim
ama vaktim yok .76 yaşımdayim.
Hayat yetmiyor bazılarımıza .
Bir trendeyiz biz otekilerin arasından geçiyoruz hızla ; el bile sallamiyorlar.
Bence hayatı degerlendirebilen biz de degiliz onlarda!
Ortasini bulamiyoruz.
Ne biz ne de onlar.
Sonunda iki taraf da. yarım kalıyor.
Belki bunun yalnız bizim cenah farkinda. İşimiz bitmeden gidiyoruz ; ötekiler doyamadan !
Bence tek fark bu.
Kutlarım Sayin Pala
Saygılar
Ayvalık
Haziran bir günü
SA
Selamınız ve güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Belki de bu yarım kalmalardır hayatımızı değerli ve yaşanılır kılan! Selamla ve sevgiyle…
👍👍👏