Duvarları Dansla Aşmak

BILLY ELLIOT

İşçi sınıfını odağına alan filmler, kaçınılmaz olarak bir sınıf atlama arzusunu da barındırır. Billy Elliot’ta da Billy’nin kafasındaki “Balet mi, madenci mi?” terazisinin “balet” kefesi aşağı doğru indikçe bu eğilim öne çıkmaktadır. Sınıf atlayarak kurtuluş da doğası gereği toplumsal değil, bireysel bir kurtuluştur ve işte Billy o kurtuluşa doğru bütün gücüyle koşmaktadır.

İnsanın Zihinsel Evrimi

Felsefesini klasik bir dizge içinde değil, metaforlarla ilerleyen sanatsal bir anlatımla kurduğundan olsa gerek, felsefe tarihinin en çok tartışılan filozoflarında biri olan Friedrich Nietzsche’nin en kışkırtıcı argümanı nedir diye sorulsa, çoğumuz “Tanrı öldü!”den sonra, insanın zihinsel evriminin son aşaması olarak kurguladığı “üstinsan” konseptini söyleriz. Betimlenmeden bırakıldığı zaman o denli farklı yorumlara açık bir kavramdır ki “üstinsan”, bir bıçak gibi onunla ekmek kesen de olur, adam kesen de! Hitler faşizmi örneğinde olmuştur da nihayet.

Sanat olgularının sinemada ele alınma biçimlerine ilişkin bir yazıya, sosyolojik ve ekonomik zorunlulukları askıya alarak böyle tahrik edici bir ilişkilendirmeyle başlamaktan maksadımız, yazının etkin okunmasını sağlamaktan başka; ele alacağımız filmin kahramanının kendini gerçekleştirme yoluyla söz konusu filozofun çizdiği insanın zihinsel evrim çizgisi arasında bir paralellik görmemizdir.  

Filozofa göre, zihinsel evrimini tamamlayan “üstinsan”, ideallerini her türlü değerden üstün tutar; hakkını arar, kendi hayatını yönetir, kendini var etmeye giden yolda yürür. İdeal insan, bu yolculuğunda hayatın yükünü, bütün zorluklarını yüklenen, filozofun metaforuyla “deve” dönüşümünü geçer. Buradan toplumun ve ailenin dayattığı ama sorgulanmayan tabuları temsil eden “ejderha”ya karşı idealleri için cesaretle mücadele eden “aslan” dönüşümüne ulaşır. Sonra da kendini, bilinç evriminin son aşamasında yeniden bir “çocuk” olarak var ettiği dönüşümle yolculuğunu tamamlar.  

Nietzsche sorar: “Ama söyleyin kardeşlerim, aslanın gücünün yetmediği, ama çocuğun yapabileceği ne var ki? Neden yırtıcı aslanın bir de çocuk olması gerekiyor ki?” ve yanıtlar: “Masumiyettir çocuk ve unutuştur, yeni bir başlangıçtır, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir ‘Evet’ deyiştir.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt)

İşte o çocuk Billy Elliot’tur ve adını adından alan filmde yoksulluk, aile ve toplum normları ejderhasıyla mücadele ede ede kendini gerçekleştirir. Çünkü onun “aslan”ı, ölümüyle sevgisinden uzak kaldığı, ona 18’ine basınca okursun diyerek bıraktığı, ama Billy’nin dayanamayıp daha 11’inde okuduğu mektupta “Her zaman kendin ol!” diye yazan annesidir!

Billy Elliot

Neden söz ediyoruz? Tabii ki İngiliz tiyatro ve film yönetmeni Stephen David Daldry’inin ilk uzun metraj olarak yönettiği; Lee Hall’in, A. J. Cronin‘in The Stars Look Down adlı romanından kısmen esinlenerek senaryosunu yazdığı; görüntü yönetmenliğini Brian Tufano’nun yaptığı, kurgusunu John Wilson’un gerçekleştirdiği, Punk akımının etkilerinin sürdüğü bir dönemi yansıtan müziğini Stephen Warbeck’in düzenlediği ve 2005’te müzikal olarak çekilen, 2014’te ise canlı Müzikal olarak sahnelenen artçılarının kaynağı olan 2000 yapımı İngiliz filmi Billy Elliot’tan.

Filmde 14 yaşındaki Jamie Bell, dans tutkunu 11 yaşındaki Billy Elliot’a; Julie Walters kararlı, azimli, mücadeleci dans öğretmeni Mrs. Wilkinson’a; Gary Lewis yoksul ailesini ayakta tutmaya çalışan, grevdeki maden işçisi baba Jackie Elliot’a; Jamie Draven gençliğinin verdiği heyecanla işçi mücadelesinde yer yer anarşist sapmalar gösteren, düzene karşı öfke dolu ağabey Tony Elliot’a; Jean Heywood gözleri görmeyen, hafızasını yitirmeye başlamış ‘büyükanne’ye; Stuart Wells, Billy’nin arkadaşı ve karşı cinsle kendini özdeşleştirmekten hoşlanan Michael Caffrey’e hayat veriyor.

Oyuncularının performansı ve senaryosunun yetkinliğiyle öne çıkan filmin yönetmeni Stephen Daldry, 2002’de de Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway adlı romanını konu alan Michael Cunningham’ın Saatler adlı romanını aynı adla sinemaya uyarladı ve büyük başarı kazandı. Film daha önce Sinemada Sanat yazılarımıza da konu olmuştu. Billy Elliot, 2000, 2001 yıllarında Britanya Bağımsız Film Ödülleri’yle BAFTA ve daha birçok başka yarışmada En İyi Film, En İyi Yönetmen ödülüne ve Oscar adaylığına (Stephen Daldry), En İyi Senaryo (Lee Hall), En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Çıkış Yapan Oyuncu (Jamie Bell) ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Julie Walters) ödüllerine layık görüldü.

Yazının girişinde bir an için askıya aldığımız sosyal gerçekliği filmin konusu bağlamında askıdan alacak olursak, hikâyenin tüm gövdesiyle tarihsel bir gerçekliğe oturduğunu söylememiz gerekir: Hikâye, 1984 yılına zamanlanıp İngiltere’nin kuzeyindeki maden bölgesi Durham’da kurgusal bir kasaba olan Everington’a mekânlanıyor; dönemin kömür madeni grevlerinde işçilerin ekonomik hakları için verdikleri toplumsal mücadeleyle Billy’nin, ailesinin ve çevresinin önyargılarını yıkma mücadelesinin koşutluğunda ilerliyor.

Sosyal Arka Plan

1970’lerin sonlarında kaynaklarını tüketen kapitalizm, evrensel bir krizin içine girdi. Çare olarak kapitalizmin kamu sermayesiyle desteklenip beslenmesi öngörüldü. Kamudan özel sektöre sermaye aktarılmasını sağlayan özelleştirmeler böyle başladı. Halkın ve çalışanların büyük direnişiyle karşılaşan bu ekonomik politika, kimi ülkelerde devletle örgütlü çalışanları karşı karşıya getirdi. Bizim gibi ülkelerde özelleştirmelere karşı direnişler ise 12 Eylül gibi Amerikancı darbelerle kesildi, toplum cuntaların baskı ve diktalarıyla zapturapt altına alındı.

1983’te yapılan Birleşik Krallık genel seçimlerinde iktidar olan Muhafazakâr Parti’nin Başkanı, İngiltere’nin de ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher liderliğinde uyguladığı liberal ekonomik ve siyasal politikalarla işçi sınıfına karşı amansız bir mücadeleye girişti. Mücadelenin temel hedefi bir yandan özelleştirme politikalarının önünde engel gördüğü işçi sınıfının direncini kırmak, bir yandan da devlet üzerinde etkili olan sendikaların iktidarını yıkmaktı. Bunun için Thatcher, hükümeti kurar kurmaz sert ekonomik önlemler almak ve polisin yetkisini artırmakla işçi sınıfının yeminli düşmanı haline geldi; bu amansız politikalarıyla “Demir Leydi” unvanını kazandı!  

1984 grevi, Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nın (National Union of Mineworkers) gücünün kırılması için hükümetçe bir olanak olarak değerlendirilmiş, hatta tasarlanmıştı. Çünkü Margaret Thatcher iktidara gelir gelmez ilk iş olarak, maden işçilerinin dayanamayacağı bir süre için yeterli olacak kömür stoku yapmış ve güvenlik güçlerini yetkilendirerek işçilerin üzerine salmıştı. İkinci paylaşım savaşı sonrası İngiltere’de en büyük endüstriyel kriz olan grev için madenciler umut doluydu; çünkü 1974’te de aynı sendika muhafazakâr yönetimi iktidardan indirmeyi başarmış, devlet içinde önemli mevziler kazanmıştı.

Şimdi ise hükümet, Ulusal Kömür Kurumu’nun kömür kapasitesini azaltmak ve 20 kadar maden ocağını kapatmak istiyordu; bu işsizlik, açlık ve sefalet demekti. O yüzden işçiler bir yandan polisle çatışıp grev kırıcı arkadaşlarının madene inmelerini protesto ederken diğer yandan da ailelerinin yaşadığı yoksullukla baş etmeye çalışıyorlardı. Maden bölgelerinde toplumsal dayanışma üst düzeydeydi. Sadece maden işçileri değil, çoluk çocuklarıyla herkes mücadelenin içindeydi. Buna karşın polis şiddeti ve açlık yoksulluk karşısında işçilerin dayanma gücü kırıldı, sendika yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı, grevi sonlandırdı. Ondan sonra da bu maden bölgeleri kayıp alanlara dönüştü. Grev sona erince geriye Durham‘da boş dükkanlar, terk edilmiş ocaklar kaldı ve açlık arttıkça toplumda huzursuzluk da arttı, suç yaygınlaşmaya başladı. 

Kurtuluşların Koşutluğu

Baba ve büyük oğul Tony grevi canla başla desteklerken Elliot ailesinin küçük oğlu Billy, geleneksel ataerkil değerler ile yoksulluk içinde yaşayan bir ailede ve çevrede sınıf atlama hevesi ve gayreti olarak da okunabilecek bireysel “kurtuluş” ve “varoluş” mücadelesi veriyordu. Geçimini kömür madeni işçiliğiyle sağlayan ailenin üyelerinden baba Jackie ile abi Tony, maden ocaklarının kapatılması, çalışanların ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle isyan eden işçilerin eylemlerine katılıyor, grevi sonuna kadar destekliyor, zaman zaman polisle çatışıp köşe kapmaca oynuyorlardı! Evde gözleri görmeyen ve artık hatıralarını da yitirmeye başlamış olan yaşlı büyükannenin bakımı, okul saatleri ve hafta sonundaki boks kursu dışında Billy’ye kalıyordu.

Sevgisine doyamadan yitirdiği annesine büyük bir özlem duyan Billy, duyarlı ve kırılgan yapısıyla piyano çalarken, müzik dinlerken, dans ederken içinde yaşadığı sosyal çevrenin, ataerkil babanın ve abinin sert, katı bariyerlerine çarpıyordu. Babası, hafta sonları baba mirası boks eldivenlerini Billy’nin boynuna asıp onu boks kursuna gönderiyordu. Abisi, grevdeki şiddet yanlısı tavırları ve tepkisel hareketleriyle Billy’nin kırılgan duygu dünyasını hırpalıyordu. Bu noktada onun kişisel yönsemeleri uç veriyor, bu natüralist dünyadan kaçıp balenin, müziğin, kitapların, filmlerin estetik dünyasına sığınmak istiyordu. Sanatın bu dünyası, ailenin ve kasabanın yaşadığı dünya ile bir karşıtlık oluştururken, her iki dünyada verilen mücadele ise bir koşutluk içinde yürüyordu.

Çalıştığı maden ocaklarının bulunduğu kasabanın dışına çıkmamış, kent yaşamının ve modern hayatın normlarından uzak kalmış baba Jackie, maden işçiliğinin sert ve acımasız doğasıyla baleyi kadınların ya da erkekse homoseksüellerin işi, sanatı olarak değerlendiriyordu. Onun karşısına erkek sporu olarak tanımladığı boks, futbol, güreş gibi güç ve dayanıklılığa dayanan sporları koyarak Billy’i boksa yönlendiriyordu. Böylece Yönetmen Stephen Daldry, filmde toplumsal cinsiyet için de bir tartışma alanı açıyor; hatta ablasının elbiselerini giyen, dudaklarına ruj sürüp balerinlerin giydiği tütüye ilgi duyan Michael Caffrey (Stuart Wells) karakteri üzerinden heteroseksüel cinsiyet karşısında kişisel tercihleri de kaşıyordu.

İngiliz madencilerinin direnişi

Babası, Billy’nin boks kursuna değil, gizli gizli bale öğretmeni Bayan Wilkinson’un kursuna gittiğini öğrendiğinde deliye dönmüş ve küçük oğlunu karşısına almış, Wayne Sleep gibi başarılı erkek baletler varken, balenin neden sadece kadın işi olduğu konusunda Billy’i ikna edememiş olsa da bir güzel tehdit etmişti. Ama tehdit kimin umurunda, Billy’nin içine bale kurdu düşmüş bir kere: “Senden nefret ediyorum, aşağılık birisin, bırak beni!” haykırışıyla yerinden fırladığı gibi, yolda yürürken yaşadığı ve yer yer dansa dönüşen öfke patlamalarının tetiklediği beden hareketleriyle koşup Bayan Wilkinson’a sığınmıştı.

Toplumsal Cinsiyetçilik

Elliot ailesinin de dahil olduğu gibi cinsiyetçi bir kültürün ve kurumsallaşmanın yaşandığı ataerkil toplumlarda bireylerin cinsel gelişimleri çoğu kez yaralanır. Çünkü böyle toplumlarda kadın-erkek ilişkisi bir sömürülen-sömüren ilişkisiyle bütünleşir. Baba Jackie’nin yaşadığı ezen ezilen sosyal sınıf gerçekliği ve ataerkil kültürü, onun karşı cinse bakışını da etkilemiş; Jackie erkeği güç, kadını zayıflık olarak kodlamıştır. Bu nedenle küçük oğlunda, onun bale tercihi nedeniyle zayıflığa düşebilme olasılığını ortadan kaldırmak, erkeğin güç odaklı kültürüne ve dünyasına kazanmak istemektedir. Bu ilişkiler ve eğilimler içinde kadınlık ve erkeklik kimliğinin kültürel ve toplumsal olarak nasıl kurulduğuna, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların nasıl inşa edildiğine de tanık oluruz.

Öte yandan Yönetmen Daldry’nin, baba Jackie’yle feodal kültürün bu türden bir cinsiyetçi temsilini, Billy’nin arkadaşı olan ve karşı cinse duyduğu ilgi ve eğilime sahip Michael Caffrey’le bir adım daha ileri taşır. Michael, gizli gizli kadın elbiseleri giymekte, aynanın karşısında kendisini seyretmekte, dudaklarına ruj sürmekte, balerin kızların giydiği dans eteği tütüyü giymeyi hayal etmekte, Billy’e dokunmaktan hoşlanmaktadır. Dahası Michael, babasının da yalnız olduğunu sandığı zamanlarda annesinin elbiselerini giydiğini Billy ile paylaşır. Neden Billy ile? Çünkü yaşadıkları sosyokültürel ortam bu türden cinsel eğilimleri kaldıramayacak katılıktadır; ama arkadaşı Billy çocuk saflığıyla onu yargılamadan, suçlamadan, mahkûm etmeden, olduğu gibi kabul eder.

1960’lı yıllarda Batılı toplumların toplumsal eşitsizliklere itirazları içinde toplumsal cinsiyet ayrımcılığı da vardı kuşkusuz ve bu itiraz 1980’li yıllarda henüz yozlaşmamış, 68 hareketinin genel özgürlük talepleri içinde korunmuştu. Bu tür bir cinsel aydınlanmanın yaşandığını bale öğretmeninin kızı Debbie’nin (Nicola Blackwell) anne babasının ve kendi cinselliği konusunda son derece rahat konuşabilmesinde de görüyoruz. Ama işi, annesiyle babasının seks yapmadıklarına, babasının işyerinde başka bir kadınla birlikte olduğunu söylemeye vardırmasını, Michael’inse çocuk yaşına karşın cinsel tercihindeki özgüvenini ve o kültür içindeki rahatlığını, filmi gerçeklik duygusundan uzaklaştıran birkaç abartı örneğinden ikisi olarak not edebiliriz.

1984’e zamanlanan filmin toplumsal cinsiyet tartışmasını, 1968’in genel özgürlük taleplerinin mirası ev onun bir parçası olarak görmek durumundayız. Sonraki yıllarda kapitalizmin heteroseksüel kültür içinde toplumsal cinsiyetçiliğe kaşı duruşu nasıl metalaştırdığını, toplumsal itirazların enerjisini salt cinsel özgürleşme isteğine indirgeyerek nasıl söndürdüğünü söylemeye bile gerek yok. Dünün toplumsal cinsiyetçiliğe karşı cinsel özgürleşme hareketinin bir parçası olan LGBT+’nın da bugün kendini kapitalizmin bu metalaştırma, hatta pornolaştırma eğiliminden ve etkisinden kurtarması, toplumsal özgürleşmenin bir parçası kılması önemlidir.

Billy’nin Dönüşümü

Billy’nin dönüşümünden çok, babası Jackie’nin dönüşümü olarak da okunabilecek hikâyeye dönecek olursak, enerjisini boşaltmazsa taşıyamayacak bir gerilim içinde Billy, mutlu olsa da hüzün dolsa da dans eder. Polis işgali altındaki sokaklarda, kahırlı evlerin damlarında, yaşlı duvarların üstünde bitmez tükenmez bir elektrikle duygularını dışa vurur. Dans onun hayatla bağı, “aslan” dönüşümünün mücadele aracı ve öfkesini, acılarını, sevinçlerini, en derin duygularını ifade edebildiği anadilidir. Bu dilin enerjisi, babasını da abisini de dönüştürmeye kadirdir.

Babasının kendisine biçtiği rolü kabul etmeyen Billy, kafasında taşıdığı “Balet olmak madenci olmaktan daha mı iyidir?” sorusuyla kendisini bale öğretmeni Bayan Wilkinson’un korumasına bırakır. Wilkinson, Billy’nin Kraliyet Bale Akademisi’ne girmesini istemekte, bunun için de onu özel derslerle Newcastle’da yapılacak olan seçmelere hazırlamayı düşünmektedir. Billy, içindeki bale tutkusu ve coşkusunu bastıran babası ve abisinin yok sayıcı tavırları yüzünden teklifi umutsuzca onaylar.

Bilindiği gibi işçi sınıfını odağına alan filmler, kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir sınıf atlama arzusunu, dolayısıyla sömürülen sınıfı olumsuzlama ve arzulanan sınıfı olumlama gibi bir eğilimi de barındırır. Billy Elliot’ta da Billy’nin kafasındaki “Balet mi madenci mi?” terazisinin “bale” kefesi aşağı doğru indikçe bu eğilim öne çıkmaktadır. Sınıf atlayarak kurtuluş da doğası gereği toplumsal değil, bireysel bir kurtuluştur ve şimdi Billy o kurtuluşa doğru bütün gücüyle koşmaktadır.

Ne var ki bu koşu, polisle çatışıp kaçan abisi Tony’nin tutuklanması nedeniyle Newcastle seçmelerini kaçırmasıyla sona erer ve umutları bir kere daha suya düşer. Yasakçı babasından ve abisinden gizli sürdürdüğü bale çalışmaları, açığa çıkıp da baba duvarına tosladığında Billy’nin dönüştüğü “aslan” kükrer! Billy, babasının karşısında, adeta orada kimse yokmuşçasına coşku ve öfkeyle dans ederek babasına meydan okur. Bu kararlı karşı duruştan sonra artık Jackie’ye yapacak bir şey kalmamış; Billy “aslan”ının kükremesi karşısında o da boyun eğmiş, babalık sorumluluğunu anımsamıştır.

Şimdi, oğlundaki bu dans etme arzusuna karşı koyacak bütün gücünü yitiren Jackie, onu Newcastle seçmelerinin telafisi için Londra’ya Kraliyet Bale Akademisi’ndeki seçmelere götürmelidir. Ne var ki yoksulluk, parasızlık bu babalık görev ve sorumluluğunun önünde aşılması gereken büyük bir engeldir. Nefret ettiği grev kırıcılığına boyun eğer; madene gider, çalışmak istediğini söyler. Oğlu Tony durumu öğrenince çılgına döner, babasını şiddetle itiraz ettiği bu kararından vaz geçirmelidir. Kömür ocağına dönüşünü engellemek için zor kullanarak babasını madenden dışarı sürüklemeye çalışır. Sarılıp çaresizliklerine ağladıkları dramatik sahne seyircinin, oyuncunun temsil ettiği karakterle güçlü bir duygudaşlık kurduğu etkili bir sahnedir.

Ne piyango ne konser düzenlemek ne de Kadınlar Birliği’nden alınacak yardım gerekli para için uygun ve yeterli değildir. Billy, bir kere daha Kraliyet Bale Akademisi rüyasının etkisinde yolda, damda, duvarda, her yerde mutlulukla dans eder; babası Jackie ise yüzüne yansıyan iç hesaplaşma sürerken, yol ve otel parası için, ölen karısının değerli takılarını bozdurmak zorunda kalır.

Sonra, babanın yaşadığı kasabanın dışına ilk kez çıkacak olmasıyla ilgili yolculuk diyalogları; Billy’nin yoksulluk ve çaresizlikle kıstırılmışlığı içinde sınav öncesinde akranına sergilediği şiddet; sınav süresince yaşadığı sonucun belirsizliğinden kaynaklanan stres; her şeyi bırakıp geri dönmekle dönmemek arasındaki kararsızlığın gerilimi; zengin Londra bürokrasisinin yoksul Kuzey’e üstünlüğünün bir resmi olan jürinin soğuk, mesafeli tavırları ve duvar suratlarının yarattığı kaygı; zengin aile bireyi için sıradan bir eleme olan sınavın, Billy’nin bir varoluş mücadelesi olması…

Seçmelerin sonunda babası salondan çıkmış, Billy’de moral çöküntüsü içinde çıkmak üzere kapıya yaklaşmışken Jüri Başkanı, içinde kıvrandıkları sıkıntıyı aşıp baleyle ilgili düşüncelerini öğrenmek üzere son kez sorar:

– “Bu arada son bir soru, Billy… dans ederken neler hissediyorsun?

– “Bilemiyorum… Sadece iyi hissediyorum işte… Başlangıç zor oluyor… Bir kere başlayınca, sanki her şeyi unutuyorum… Bu sanki… bir tür yok oluş. (“Varoluş”un çocukça söylenişi olmalı.) Bir tür kayboluş. Sanki içimdeki her şey değişiyor… İçimde bir ateş varmış gibi… Sanki dans ederken… bir kuş gibi uçtuğumu hissediyorum… Elektrik gibi… Evet… tıpkı elektrik gibi…”

Sanat o ‘çocuk’tur!

Ve sonuç için sancılı bir bekleyiş başlar. Postacı seçmelerin sonucunu bildiren mektubu getirdiğinde tüm aile bir masanın etrafında sessizce Billy’nin gelip mektubu açmasını bekler. Sonuç, gözyaşı dökecekleri niteliktedir, ama mutluluktan!

Ne var ki hemen ardından film boyunca birlikte ilerleyen sanatla bireysel kurtuluş mücadelesi ile direnmekle toplumsal kurtuluş mücadelesi arasındaki koşutluk, bozulur: “Geri dönüyoruz. Grev bitti Jackie. Sendika dün pes etti!”

Yıllar sonra, Kraliyet Bale Akademisi’nin dönem sonu gösterisi başlamak üzereyken salona Billy’nin babası ve abisi girer. Kuğu Gölü Balesi için perde açılmazdan az önce salonda gurur ve duygu dolu bir yüzle Jackie, onun yanında oğlu Tony ve Billy’nin cinsel tercihini cesaretle gizlemeyen arkadaşı Michael oturmaktadır. Baba Jackie’nin yüzünden, oğlunun hikâye boyunca verdiği mücadeleden duyduğu gururla birlikte, oğlunun arzuları önüne çıkardığı engellerden duyduğu pişmanlık okunmaktadır. Gösteri için sahne gerisinde son hazırlıklarını yapan ve heyecanını bastırmaya çalışan delikanlı Billy’e babası ve abisinin salonda oldukları haber verilir.

Billy, tüm bedenindeki elektriği bacaklarında toplar. Perde gerisinden sahneye grand jeté figürüyle öylesine yükselerek geçer ki, bir boy yukarıdayken film donup kalmasa, sahneden uçup gideceğini sanırız, hayatla sanatın koşutluğunu bu kez sanat lehine bozarak!  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir