Şekercilerin Seçimi ve Doktor

14 Mayıs 2023 Seçimleri

YSK Başkanı Ahmet Yener, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde “Yurt içindeki seçmen sayısı 60.697.843’tür; bunun 30 milyona yakınını kadın seçmenler oluşturuyor. Bu seçimde ilk kez oy kullanacak genç seçmenlerin sayısı ise 4.904.672.” diyerek seçim sonuçlarını seçimden önce ilan etmiş oldu! Ama… ‘Ama’sını mutlaka konuşmalıyız!

Çünkü Türkiye bir kere daha “en kritik” seçime giderken “ittifaklar”ın durumu, bu seçimi mayıs ayında yaparken “gençlik” kavramı aklımızdan çıkmıyor. Bir yandan ilkin Antik Yunanistan’da ortaya çıkan “demokrasi”ye yine Antik Yunanistan’da güçlenen felsefenin nasıl baktığını, bir yandan da “gençler”i yoldan çıkarıp yozlaştırmak suçlamasıyla Sokrates’in “demokratik” yoldan nasıl öldürüldüğünü düşünmekten kendimizi alamıyoruz!

“Demokrasi”nin etimolojik kökeni Grekçe “demos” (halk) ve “krates” (iktidar); bu nedenle sözcük halkın gücü, halkın iktidarı anlamına geliyor. Kavram, MÖ 5. yüzyıl antik Yunan site devletlerinden Atina’da ortaya çıktı. O çağda sitenin yöneticilerinin seçimi için vatandaşların sadece bir kısmı oy kullanıyordu. Bunlar özgür olanlar, Atinalılar, 20 yaşını doldurmuşlar ve erkeklerdi. Köleler, yabancılar, küçükler ve kadınların oy hakkı yoktu. 20. yüzyıla kadar da her vatandaşın tümüyle oy kullandığı bir demokrasi görülmedi.

Platon 10 kitaplık Devlet’inin 6’ncısında Sokrates’i Adeimantos ile demokrasi hakkında konuşturur. Sokrates Adeimantos’a site yönetiminde gücün kimde olması gerektiğine kimin karar vereceğinin sorunlu bir konu olduğunu anlatmaya çalışır ve bunu gemi alegorisi üzerinden somutlamak ister: “Deniz yolculuğunda olsaydın, geminin kontrolünün kimde olması gerektiğine nasıl karar verilmesini isterdin? Herhangi bir grup insan mı buna karar versin, yoksa gemi kaptanlığı konusunda bilgili, deneyimli, eğitimli insanlar mı derdin?” Sorunun esası şudur: Nasıl oluyor da bir ülkede rastgele herhangi bir grup insanın o ülkeyi kimin yöneteceğine karar verecek yeterlikte olduğunu düşünebiliyoruz?

Belli ki Platon ve hocası Sokrates, seçmen olmanın, sistemli bir demokrasi eğitimiyle kazanılabilecek bir yetenek olduğunu düşünmektedirler. Zira şöyle derler: “Öyleyse tiranlığı doğuran yapının demokrasiden başka bir devlet yapısı olmadığı anlaşılıyor.” (Platon, 564-a) Nihayet Sokrates de bu tirandan kurtulamamış ve MÖ 399’da Atinalı gençleri yoldan çıkarmak, yozlaştırmakla suçlanmış; 500 Atinalıdan oluşan Jüri’nin %52’since suçlu bulunmuş, baldıran zehri içirtilerek idam edilmiştir.

Kuşkusuz seçim ve demokrasi sorunsalı söz konusu olunca, 20. yüzyıldan da Hitler ve Nazi örneği, bütün acı anılarıyla belleklerdedir. Bugün yaşadığımız seçim sürecinden örnek verecek olursak, “iktidar ittifakı” seçim yaklaştıkça kendisini iktidar yapan sandığı, kendisine karşı bir darbe aracı olarak nitelemekte; hatta 14 Mayıs’ta sandıkta yapılacak “siyasi darbe”yle ülkenin tam bağımsızlığının sona ereceğini ve “bölgesel bölünmeler”in içine düşeceğini ileri sürülmektedir…

Antik Yunanistan’a dönecek olursak, Platon’un öğrencisi Aristoteles de hocasını izleyerek demokraside yaşanabilecek adaletsizliklere dikkat çeker; çaresi için eğitimi işaret eder ve Politika adlı eserinde, iyi bir yurttaşın yönetmek için olduğu kadar yönetilmek için de bilgi ve yeteneğe ihtiyacı vardır, der. Peki bu düşünürler devleti yönetecek kişilerin dar bir seçkinci grup tarafından seçilmesi gerektiğini mi ileri sürmektedirler? Hayır, onlara göre devlet yöneticilerini seçme işi, konuyu sorunsallaştırma kapasitesine sahip insanlarca, yani kimi ve neden seçtiğini düşünebilecek, bu bağlantıları kurabilecek olanlarca yapılmalıdır. Tıpkı çocuğumuzu eğitecek kişileri belirlemek için bu işten anlayanlara başvurmamız gibi; sürücü belgesi olmayan kişinin arabasına biner misiniz mesela? Bunların tersini tercih eden var mıdır dersiniz?

Zira Sokrates, Platon ve Aristoteles aksi durumda ortaya çıkabilecek tehlikenin farkındadırlar. Bu tehlike, “demokrasi”den “demagoji”ye, yani halk iktidarından halk avcılığına geçiştir! Demagoji, kişilerin duygularını kullanarak onları manipüle etmek anlamına geliyor ve bunu yapana da “demagog” deniyor. Sokrates’in ölüme mahkûm edildiği çağda mahkemelerde jüri önünde yapılan demagoji, bugün bütün dünyanın gözü önünde milletlere “self determinasyon” vaadi ve sömürgelere “demokrasi götürmek” ereğiyle emperyalist demagoglar tarafından yapılıyor. Onlarla dolaylı ya da doğrudan iş birliği içindeki yerli demagogların seçim beyannamelerine, sandığa gitmeden önce bir kere daha bakmamızda yarar var.

Demokrasi pratiğinden yoksun oldukları halde Antik Yunan düşünürleri bile demagogluğun bir çeşit diktatörlüğe dönüşebileceğini öngörebilmişlerdi. Onlara göre demagoglar, halka sadece duymak istedikleri şeyleri söyler ve halkı çarpıtılmış bilgilerle yanlışı seçmeye yönlendirirlerdi. İnsanların, konformist davranışlarından kaynaklanan zor sorulara kolay yanıtlar bulma eğilimlerinin sömürüye açık olduğu konusunda Sokrates, geliştirdiği analojide iki yönetici adayı düşünmemizi ister: Biri “şekerci”, diğeri “doktor”. Şekerci şöyle diyecektir: “Rakibim olan doktor aday, size birçok acı yaşattı ve daha da yaşatacaktır. Canınızı yakacak, istediğinizi yiyip içmenize engel olacak, size tadı berbat ilaçlar içirecek… Benim yapacağım gibi hiçbir zaman size çeşitli lezzetlerde ve tatlı yiyecekler sunmayacak!”

Bu durumda doktor münazarayı nasıl sürdürebilir? “Ben sizin sağlığınız için iyi olan ne varsa onu yapıyorum, size verdiğim acı, rahatsızlığınızı gidermek içindir.” dese de söyledikleri karşılık bulmayacaktır. Nihayet AKP iktidarının ilk yıllarında seçmene yedirdiği şekerler, onların dişlerini çürütse de sonraki seçimlerde ona oy olarak geri dönebilmiştir! 21 yıllık iktidarında yapamadıklarını, seçilirse 22. yılda yapabileceğini iddia eden Cumhur İttifakı partilerinin seçim beyannamelerindeki vaatlerden herhangi birine bakalım mesela: “Fikri hür, vicdanı hür gençler yetiştirip onların özgürlüklerini ve kendini ifade imkânlarını destekleyeceğiz.” Düne kadar “dininin ve kininin davacısı” olmakla övündüğünüz gençliği nasıl “fikri hür, vicdanı hür” kılacaksınız; “Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret” bir Necip Fazıl kültürüyle mi? Yoksa kadına şiddeti engellemek için çıkarılan 6284 sayılı yasaya ve karma eğitime karşı olan, medreselerin zorunlu eğitim programına alınmasını isteyen “şeriat isterük”çü bir ortakla mı?

“Şekerci” iktidar ittifakının yine de en büyük şansı, karşısında onun verdiği şekerin daha fazlasını vermeyi teklif eden, başka bir “şekerci”nin bulunmasıdır! Fark ettiğiniz gibi, Türkiye bir kere daha “en kritik seçim”e giderken işaret ettiğimiz sorunla ilgili konuyu sadeleştirmek için toplumsal yapıyı, sosyal sınıfları askıya almış bulunuyoruz. Bu kadarı bile yaklaşık 2500 yıl önce ortaya konan ve bir paradoks gibi görünen demokrasi sorununun, aslında bir güç ve eğitim sorunu olduğunu göstermeye yetiyor! Ancak Marks’tan beri biliyoruz ki siyasal eşitlik toplumsal eşitlikten ayrı düşünülemez; toplumda ekonomik, sosyal ve kültürel eşitlik olmadıkça siyasal eşitlik sağlanamaz; ekonomik, sosyal ve kültürel eşitlikse ancak “doktor”un iktidarıyla mümkündür!

Emperyalizm çağında kolay olmasa da burjuvazi, ulusalcı tavrını sürdürebilir, 250 yıllık demokrasi pratiğine kazandırdığı çoğulculuğu reddetmeyebilir; yasama, yürütme ve yargının ayrılığı ilkesine bağlı kalabilirdi.  Bunun yerine, süreç içinde gericilikle birleştikçe yozlaşma pratiğini daha görünür kılarak eşitlikçi olmadığını gizlemedi ve “doktor”un adaylığını engelledi.

Yine de “şekerci” adayların karşısında kimi “sağlıkçı”ların dağınık bir biçimde de olsa oradan oraya koşturduğunu görmüyor değiliz.  “Doktor” ise seçim sonrasının kaçınılmaz hesaplaşması için güç topluyor!

Doktor kim mi? Sosyalizm elbette!

“Şekercilerin Seçimi ve Doktor” için bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir