Hayata Sanatla Tutunmak

Limelight/Sahne Işıkları

“O, düztabanları üzerinde kuğu gibi salınan bir hayalperest; yolunu bulamayan, itilmiş öksüz bir çocuk; yaşadığı için özür dileyen, dokunaklı, kafa karıştırıcı bir gülümseme; halk masallarında hor görülen, kralın tahta en son geçecek küçük oğlu… Sanatının tüm dünya halklarına seslenen sevincinin ve tatmininin bilmecesidir bu. ‘Küçük düşürülenlerin ve hakarete uğrayanların’ zafer dolu devrimcisi”ni ölümünün 45. yılında sevgiyle selamlıyoruz.

Sine-ma-sal Kahramanı

Yukarıdaki paragrafta sözü edilen, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük masal kahramanı Charles Chaplin’i kolayca tanıdınız. Onu, Macar film eleştirmeni, estetisyen yazar Béla Balázs’ın Görünen İnsan’da yer alan bu satırlarından daha iyi kimse anlatamazdı. Sinema sanatının hem dirençli bir muhafazakârı hem azimli bir devrimcisiydi Chaplin. Muhafazakârıydı, çünkü sadece İngilizce konuşan seyirciyle sınırlı kalmamak, sinemanın görüntü diliyle bütün dünyaya seslenebilme olanağını kaybetmemek, bu sanatın özüne ihanet etmemek için, sinemaya ses geldiğinde bile uzun süre, karikatürün çizgiyle mizah yapması gibi, o da sanatını jest, mimik ve beden diline yaslamış ve 1940’ta çektiği Büyük Diktatör’e kadar “konuşmamıştı”. Devrimcisiydi, çünkü kapitalizmin getirdiği toplumsal adaletsizlik, faşizm, sömürü ve savaş gibi insanlığın baş belası konularını, üstten bir anlatımla, halktan uzak, asık suratla değil; etkili bir mizah ile işleyerek hayatını halkı eğlendirmeye, seyirciyi bu yolla bilinçlendirmeye adamıştı.

Bahçıvan elinde hortumla bahçedeki bitkileri sulamaktadır. Arkasından yaklaşan çocuk hortuma basınca su kesilir. Bahçıvan nedenini araştırırken hortumu ucunu yüzüne yaklaştırdığı anda çocuk ayağını çeker ve olanlar olur. Su bahçıvanın yüzüne fışkırır, başından şapkasını düşürür. Durumu fark edince çocuğu yakalamak için peşinden koşar. Yakalayıp poposuna birkaç kez vurarak onu cezalandırır, tekrar işinin başına döner… Güldürü sineması, 1895’te Fransa’da Lumiere‘nin çektiği 44 saniyelik kısa film “Kendi Kendini Sulayan Bahçıvan” ile başladı. Önceleri görsel gagların hâkim olduğu güldürü sinemasına fikir ögesi, Fransız yönetmen, senarist, yapımcı ve komedyen Max Linder ile girdi. Birinci dünya savaşı sonrasında sessiz dönemin üç büyüğü Charlies Chaplin, Buster Keaton ve Harold Llyod klasik güldürü sinemasını yarattılar. İngiltere’nin kentli Keloğlan’ı “Şarlo” böyle doğdu!

Kısa Bir Biyografi

Tam adıyla Charles Spencer Chaplin’in sanatına adadığı, 1889’da Londra’nın yoksul bölgelerinden birinde başlayan bu hayata biraz yakından bakacak olursak, ilk göreceğimiz, sorunlu ilişkileri olan profesyonel tiyatrocu anne baba ve düzensiz bir aile yaşamı olur. Baba Charles Chaplin genç yaşta alkole yenilince, anne Hannah Chaplin sahne performansında sesini de yitirmesiyle derinleşen psikolojik sorunları nedeniyle rehabilitasyon merkezine yatar, çocuk Charles ve kardeşi Sydney son derece kötü koşullar içindeki bakımevlerinden birine gönderilir. Oğul Charles Chaplin’in yaşadığı yoksulluk, zor koşullar ve bakımsız mahalleler, evler bilincinde derin izler bırakır. Bu izler, hem kişisel yaşamında sosyal duyarlığının geliştirir hem de sinema kariyeri boyunca çekeceği filmlerde konu, karakter, mekân seçiminde etkili olur.

Anne ve babanın kariyeri nedeniyle sahneye yabancı olmayan iki kardeş tiyatrolarda, müzikallerde çalıştılar ve Charles, 5 yaşındayken annesiyle tanıdığı sahne deneyimini, 9 yaşında The Eight Lancashire Lads (Sekiz Lancashire’li Delikanlı) grubuyla daha ciddi yaşadı. Kardeşiyle katıldıkları ünlü Fred Karno kumpanyasıyla 1910-1912’de Amerika turnesine çıktılar. İki yıl sonra Henry Lehrman’ın yönettiği Making a Living (Hayatını Kazanmak) adlı tek makaralık bir sessiz filmde rol aldı ve oyuncu yeteneğini kanıtlayarak sinema kariyerine başlamış oldu. İkinci filmi Kid Auto Races in Venice’de (Venedik’te Çocuk Otomobili Yarışları) sinema tarihinin unutulmaz tiplemesi olan, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, bol pantolonlu, bastonlu ve sakar Şarlo’yu (Charlot, Tramp/serseri) yarattı. Ardından, sinema hayatının en mutlu dönemi olduğunu söylediği, Mutual Film Şirketi’ne yaptığı 12 sessiz kısa film dönemi geldi.

1919’da Amerikalı sinemacılar Mary Pickford, Douglas Fairbanks, D. W. Griffith ile birlikte Amerika’nın ilk bağımsız film şirketi olan United Artists’i kurdu. Chaplin böylece sonraki yıllarda çekeceği filmlerde kendini özgür ve bağımsız hissedebilecekti. Nihayet 1921’de yapımcısı, yönetmeni, senaristi olduğu “gülümseyen ve gözü yaşlı bir film”The Kid (Yumurcak) geldi. Kimsesiz bir çocukla onu sahiplenen yoksul ve yalnız bir adamın öyküsüne odaklanan ve sık sık mizah ile öpüşen bu dram, daha sonra birçok filme (Türk filmleri de dâhil) esin kaynağı oldu.  Bu arada yönettiği bir filmde ilk kez figüran olan A Woman in Paris (Paris’te Bir Kadın) gibi romantik dramlar da deneyen Charles Chaplin 1925’te bir başka klasiğine imza attı: The Gold Rush (Altına Hücum). Alaska’daki Klondike Altına Hücum hareketine katılan Şarlo’nun yaşadıkları üzerinden, insanı tutsak eden hırsı gözler önüne seren film, Chaplin’in filmografisine hatırlanmak istediği film olarak kaydedildi.

Şarlo Konuşursa

Teknoloji sinemayı ele geçirdikçe sesli sinemaya direnmek güçleşiyordu. Hem bu konuşmama muhafazakârlığı, görüntüleme tekniğini de etkiliyor ve özellikle dramatik sahnelerin duygu aktaran yüz planlarından seyirciyi yoksun bırakıyordu. 1931’de City Lights’ın (Şehir Işıkları) seti sesli film için hazırlanmıştı; ama yine gönlü el vermedi ve kendisinin bestelediği müzikleriyle seyirciyi hayran bıraksa da yarattığı şaheser yine sessizdi. Hayatını kurtardığı zengin bir adamdan para alabileceğini umarak, tanıştığı çiçekçi kör kıza kendini zengin biri gibi tanıttığı dram, hem Chaplin filmografisine hem sinema tarihine başyapıt olarak yazıldı.

Galiba “Konuşma”, Charles Chaplin’de birkaç nedenle sorun yaratıyordu. Nedenlerin ilki, konuşmanın sinemayı edebiyatın uyruğuna sokacağı çekincesi olabilirdi; ikincisi, “sessiz” Şarlo’yu bütün dünya anlıyordu, konuştuğunda ise sadece İngilizce bilenler anlayabilecekti. Bu nedenle sinemada konuşmaya direniyordu. Şehir Işıkları’nın ilk gösterimine katılan Albert Einstein, Chaplin’e sinemada hâlâ “sessiz” kalmasını ima ederek “Sizin sanatınızda en çok takdir ettiğim şey evrensellik! Tek bir kelime bile söylemiyorsunuz, ama tüm dünya sizi anlıyor!” dedi. Chaplin, tıpkı sesli dönem filmlerine yazdığı diyaloglar gibi oldukça diyalektik bir cümleyle yanıtladı: “Doğru! Ama sizin ihtişamınız daha büyük… Tüm dünya size hayranlık duyuyor; ama kimse dediğinizden bir şey anlamıyor!”

Sisteme Karşı Sinema

Charles Chaplin, daha sonra 18 ay süren bir dünya turuna çıktı. Ülkeleri saran ekonomik krizin ve makineleşmenin doğurduğu işsizlik, otomasyonun yarattığı yabancılaşma ve yoksulluk gibi sosyal sorunları yakından gördü. Bu tanıklık onu, o zamana kadar duygusallıkla ele aldığı bu tür sorunlara daha yakından ve dikkatli bakmaya teşvik etti. Kapitalist sistemin ürettiği sosyal eşitsizliği bilimsel temelleriyle sinemaya aktarmak istedi. Bu amaçla iktisat kuramlarıyla ilgili kitaplar okudu, hatta özel malvarlığının ve iş hayatının adil dağılımını sağlayacak bir ekonomik program tasarladı.

İşte Modern Times (Modern Zamanlar, 1936) böyle bir çalışmanın sonunda geldi. Fabrika işçisi Şarlo’nun, zorlu çalışma şartlarına uyum sağlayamaması sonunda tımarhaneye kapatılmasını anlatan film, güçlü bir kapitalizm eleştirisiydi. Öte yandan bu filmin, Charles Chaplin’in artık “sessiz”liğini bozacağı ve şapkalı, bastonlu, büyük ayakkabılı Şarlo karakterini oynadığı son yapımı olacağı anlaşılıyordu; çünkü sadece “sessiz” değil, aynı zamanda yalnız da olan Şarlo, bu kez finalde yoluna kız arkadaşıyla devam ediyordu!  

Hayat ve Sanat

1940’ta Charles Chaplin de Adolf Hitler de bütün dünyada tanınıyordu; ama biri mizahıyla yaydığı iyilikle, öbürü silahıyla yaydığı kötülükle. İşte The Great Dictator (Büyük Diktatör), bu iyilikle kötülüğün bir savaşı olarak çekildi. Chaplin, filmde hem Hitler’in parodisi olan Tomanya lideri Adenois Hynkel’i hem de bir Yahudi berberi canlandırdı. Fiziksel benzerlikleriyle karıştırılıp da Hitler sanılarak eline bir mikrofon tutuşturulunca bir konuştu pir konuştu. Attığı sosyal adalet, eşitlik, barış, insanlık temalı yumruklarla faşizm abandone oldu!

Ama Charles Chaplin de çok oluyordu! Hemen bir karalama kampanyası başlatıldı ve Amerika’da istenmeyen adam ilan edildi. Altına Hücum filminde yaptığı komünizm propagandası yetmezmiş gibi Modern Zamanlar’da da kapitalist sistemi yerden yere vurmuştu. Şimdi de Amerika’nın barış ve dostluk ilişkileri içinde olduğu “Alman İmparatoru” Hitler’i yumrukluyordu! Genç kadınlarla evlenmekten utanmayan, hakkında babalık davası bile açılmış olan bu hadsiz adam bir de The Immigrant  (Göçmen) filminde ABD memurunu tekmelemişti. Hem vergi borcunu da zamanında ödemiyordu zaten! Üstelik Amerikan vatandaşlığına da geçmemişti! O yıllar Joseph Raymond McCarthy’nin “cadı (muhalif) avı”nın en hızlı yıllarıydı, kıçı kırık bir komüniste pabuç bırakılacak değildi. Derhal bir karalama kampanyası başlatılmalıydı, başlatıldı.

Chaplin, 1952’de ülkeyi terk etti, ailesiyle birlikte İsviçre’ye yerleşti. Ama yine boş durmamış, Amerikan yaşam tarzını ve ülkedeki komünizm paranoyasını bombaladığı A King in New York (New York’ta Bir Kral, 1957) filmiyle bir kez daha eleştiri oklarının hedefi olmuştu. Sağlığı giderek bozuluyordu ve 1964’te çektiği A Countess from Hong Kong (Hong Kong’dan bir Kontes) ile sinema kariyerine nokta koydu. Aynı yıl My Autobiography’i (Otobyografim), 10 yıl sonra da My Life in Pictures’i (Resimlerdeki Hayatım) yazdı.

1972’de Oscar Özel Ödülü‘nü almak için ABD’ye bir kez daha gitti. Amerika pisliğini mi temizliyordu ki çekiminden 21 yıl sonra 1973’te Sahne Işıkları En İyi Özgün Müzik Oscarı’na değer görüldü? 1975’te 86 yaşındayken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ise ona şövalye unvanı verdi. Sinemayı sadece estetik, teknik açıdan değil; öykü, gerçeklik ve ideoloji bakımdan da etkileyen Charles Chaplin, iki yıl sonra da hayata gözlerini yumdu.

Sahne Işıkları Sönünce

“Hayat yakın planda trajedi, geniş açıda komedidir.” diyen Charles Chaplin’in geniş açıyla baktığımız biyografisinde, son cümleye kadar bol bol komedi görmek mümkün! O hayata şimdi yakın planda bakarsak, izleyiciyi çoğu kere gülmekten ağlatan mizahın bedeli olan acıları, hüzünleri de görebiliriz. Amerika’da çektiği son filmi olan Limelight (Sahne Işıkları, 1952) o acıların yakın planlarıyla doludur. Bu nedenle Limelight, belki de Chaplin’in ilk defa rol yapmayıp kendisini görünür kıldığı için en içten ve en anlamlı filmidir. Tanınmış sinema yazarı David Robinson’un yazdığı ve dilimize Fadima Kâhya’nın çevirdiği “Charles Chaplin Ramp Işıkları ve Sahne Işıkları’nın Dünyası” novellası, Chaplin’in yaşamı ve filmin arka planıyla ilgili birçok belge ve bilgi içeriyor (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016). Charles Chaplin’in hangi sahneleri nelerden esinle, nasıl tasarladığını, yaşamıyla film arasındaki paralellikleri görebileceğimiz bir kitap bu.

Charles Chaplin’in yapımcılığını, yönetmenliğini senaristliğini ve başrolünü üstlendiği Sahne Işıkları’nın müzikleri de Chaplin tarafından bestelenir. Artık sönmüş bir yıldız olan komedyen Calvero’da Charles Chaplin, parlamaya henüz başlayan yıldız balerin Theressa’da Claire Bloom güçlü bir performansa imza atarlar. Theressa/Terry’ye âşık genç piyanist Neville’yi ise Chaplin’in oğlu Sydney Earl Chaplin oynar. Ayrıca Claire Bloom’un dans sahnelerini Kanadalı balerin Melissa Hayden’in oynadığını ve unutulmaz piyano/keman sahnesinde, sinemada “ses”e uzun süre direnen Chaplin’e, “ses”in gelmesi ile sinemayı bırakan eski dostu, komedyen Buster Keaton’un eşlik etiğini de eklemeliyiz.   

Limelight’ta Charles Chaplin, 1914’te yaptığı ilk filmi Making A Living’den (Hayatını Kazanmak) sonra 60 kadar filme yapımcı, senarist, yönetmen veya oyuncu olarak imza attığı 40 yıla yakın yoğun bir sinema sürecine dönüp bakıyor. Tıpkı Sahne Işıkları’nın, bir zamanlar kariyerinin zirvesine çıkmış, halkın sevgilisi olmuş, ama şimdi gözden düşmüş karakteri Calvero gibi. Kendisi için çaresiz, başkası için umut dolu Calvero, benzer biçimde, sanatını kaybetme kaygısıyla depresyona düşmüş genç balerin Terry’yi hayata ve sanata döndürmeye çalışıyor! Böylelikle sanatın ve sanatçının dönüp kendine baktığı ve aynı zamanda gösteri dünyasına içten ve okkalı bir eleştiri olan Sahne Işıkları, sinemada sanatın ve sanatçının ele alınışı bağlamında yazımıza konu oluyor.

Sanat Sağaltır

“Sahne ışıklarının büyüsünde ömür geçer, yerini gençlik alır.” sözüyle açılan jenerikte filmin konusuyla zaman ve mekânını okuruz: “Bir balerin ve bir palyaçonun hikâyesi”, “Londra, 1914 yazı”. Bir zamanlar seçkin bir komedyenken şimdi artık gözden düşmüş Calvero, genç balerin Theressa/Terry’i intihardan döndürünce, yaşama artık ikisi birlikte tutunmaya çalışırlar. Mutluluk kaynakları sahneleri olan her iki sanatçı, farklı nedenlerle de olsa sanatlarından uzak kalmışlardır: Biri, artık yaşının da neden olduğu performans yitimiyle sahnede beğenilmemenin, ilgi görmemenin umutsuzluğuyla kıvranmakta; diğeri, bacaklarının tutmadığına, sakat olduğuna kendini inandırdığından sanatından uzak kalma, artık dans edememe korkusuyla derin bir mutsuzluğun içinde çırpınmaktadır. Bu nedenle biri alkole, diğeri intihara düşmüştür. Komedi ve dramın sarmaş dolaş olduğu film, ikilinin birbirlerine tutunarak ve sanattan güç alarak düştükleri çukurdan çıkma mücadelesine odaklanır.

İkili, bu süreçte bir duygu yumağının içinde Terry için cesur, Calvero içinse mahcup, ama yoğun bir aşkı da yaşayacaklardır; vakur ama hüzün dolu bir aşkı.  Böylesi bir bağlanmayla ve mücadeleyle sanatın sağaltıcı etkisinin ortaya çıkması gecikmeyecektir tabi. İntiharın kıyısında hayatın bir anlamı yoksa diye yakınmak da anlamlı değildir; çünkü hayat bir istektir, anlam değil! Terry’i hayat bağlamak için sadece cümle kurmak yetmez, gülü ve kayayı taklit ederek devam eder Calvero (Chaplin): “Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün gül olabilmek, bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi… Hem mutluluk için kavga etmek harika… Üstelik senin sanatın var, Dans etmek…” diye çıkışır Terry’e, “Gerekli olan cesaret, hayal gücü!” Savaşmaya değer ne var ki, diye sorunca da ödünsüz, ama ikna edici bir biçimde yapıştırır yanıtı Calvero: “Yaşamın kendisi… Bu yetmez mi? Senin sorunun savaşmaktan vaz geçmiş olman. Devamlı hastalığı ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana, ölüm gibi kaçınılmaz olan bir şey daha var, o da yaşam, yaşam!” 

Kendi durumuna gelince, “Yaşlandıkça insan daha derin yaşamak istiyor. Bir komedyen için en kötüsü de bu. Seyirciyle ilişkimi kaybettim. Onları coşturamadım… Eğer güldüremezsen üzüntülü, ama güldürebilirsen müthiş heyecanlıdır komik olmak…”“Ama tiyatroyu sevmediğini söylüyordun?” “Kan görmeye de dayanamıyorum, ancak damarlarımda var… Benim yaşıma gelince hayata dört elle sarılacaksın” “Neden? “Oyunun bu sahnesinde yaşam bir alışkanlık oluyor.” Terry haklıdır, Calvero’yu dinleyen, onun komedyen olduğunu değil, filozof olduğunu sanır! Sanki sanatla kendini ifade edemeyince insan felsefi bir yol mu arar?  Hem felsefe sadece asık suratlı akademisyenlerin işi midir? Böyle hesaplaşma anlarında düşünceler incelip derinleşir. Hayatla sanat, sanatla felsefe düşünce örgüsünün desenlerini oluşturur.

Dünya-Sahne, Hayat-Oyun

6 ay sonra Theressa tamamen iyileşip sahnede parlamaya başlar. Calvero’ya âşık, genç piyanist Neville’nin ilgisine duyarsızdır. Aklı fikri, rüyalarında şovlar yazan, oyunlar yaratan ve oynayan, sokaklarda karın tokluğuna müzik yapan Calvero’yu sahneye döndürmek; onu çok sevdiği seyirciyle buluşturmak, mutluluk kaynağı olan sanatına kavuşturmaktır. Calvero’nunsa gereksinim duyduğu tek şey hakikattir artık, tek istediği budur ve biraz da asalet! Hem sokak sahnesinde çalışmak ona zevk vermekte, içindeki avare onu gütmektedir. “Bu iş sana göre değil.” diye söylenen patronunu “dünya-sahne, hayat-oyun analojisiyle yanıtlar: “Neden olmasın? Bu oynadığım, oyunların en meşru olanı!”

Terry, onu bulacak ve tiyatroda eski görkemli günlerini hatırlatan son bir gösteri için patronun anma gecesi düzenleyeceğini söyleyerek Calvero’yu sahneye çıkmaya ikna edecektir. Onun da henüz sanatının bitmediğini, kendisinin de bir sanatçı olarak varoluşunu koruduğunu kanıtlamak için böyle bir şansa ihtiyacı vardır. Bir zamandır üzerinde çalıştığı, rüyalarını dolduran oyununu oynamak için belki de son bir fırsattır bu. Kabul eder bu son sahne şansını. Sıkı bir hazırlık yapar, bir de sürprizi vardır seyirciye, kendisi gibi eski bir komedyen olan Buster Keaton’la çıkacaktır son sahneye.

Calvero’yu tekrara kaybetmek istemeyen Terry, seyirciyi yönlendirecek sözleşmeli alkışçılar ayarlar. Onlarla oyunun esprilerine çalışır, onlara nerede alkışlayacaklarını, hangi sözlerden sonra güleceklerini öğretir. Calvero’nun başarısız olma riskini tamamen yok etmek istemektedir; çünkü bu gece başaramazsa kendini öldürür, diye düşünür. Kendisini umutsuzluk çukurundan çıkarıp alan ve yeniden hayata, sanata döndüren bu adamı mutlu etmek için her şeyi yapmaya hazırdır. Calvero ise herkesin ona karşı bu denli nazik olmasından rahatsızdır, kendini tecritte gibi hisseder ve bu durum hoşuna gitmez.

“Ayna benim en iyi arkadaşım, ben ağladığımda o asla gülmez.”

Perde Arası Ölüm

Kırık dökük duygularla, ama hazırladığı gösteriye duyduğu güvenle sahneye çıkar. Rüyasında yazdığı pire terbiyecisini oynar. Herkes durmadan gülmekte, durmadan alkışlamaktadır. Terry kuliste mutluluktan ağlar. Eski dostu Buster Keaton’la oynadığı piyano ve keman sahnesinde, seyircinin hesaplı gülmesi ve alkışlaması, doğal bir tepkiye dönüşür. Piyano keman sahnesinde, alkışlar ve gülmeler, içtenlikli bir hal alır; tıpkı eski gösterilerdeki gibi seyirciyle kontak kurulmuştur. Ölse de gam yemez artık, sanatının doruğunda ölecektir!

Sahnenin sonunda davulun içine düşünce bel kemiğini kırılır, yerinden kalkamaz. Seyirciyi selamlamaya davulun içinde götürülür. Büyük bir alkış tufanı patlar, bu ilgiye kalbi dayanmaz, son nefesine doğru Terry’le konuşur: “Ben yaşlı bir yaban otuyum. Kesildikçe daha gür çıkarım. Olanları duydun mu? Kiralık alkışçılardan bahsetmiyorum.” Yaşlı komedyen her şeyin farkındadır. Harikaydı, der Terry. “Eskiden hep böyleydi, bundan sonra da böyle olacak. Dünya turuna çıkacağız. Yeni düşüncelerim var. Sen bale yapacaksın ben komedi…” Bir sanat eseri yaratmanın, başarmanın getirdiği engin bir gönülle, aydınlık bir inançla konuşur.

Terry sahneye çağrılır, sıra onundur. Acıları artar Calvero’nun, doktor gelir. “Ölüyorum galiba doktor. Ama öyle çok öldüm ki acaba bu seferki sahi mi? Ağrım kesildi… Terry nerede? Dans ettiğini görmek istiyorum…” Sahneyi görebileceği bir yere taşıyın kanepeyi, diye uyarır patron… Taşırlar, ama Calvero ölmüştür…

Ölmüş müdür gerçekten, yoksa yaşam oyununda bir perde arası mıdır bu?

Hayata Sanatla Tutunmak” için bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir