“Anday Şiiri”nin Grameri

“Şair burada ne söylemek istemiş?”

Milas Belediyesi, Melih Cevdet Anday’ın yazları yaşadığı Ören’de 26 Ağustos’ta başlayan ve üç gün süren Melih Cevdet Anday Sempozyumu düzenledi. Halim Şafak’ın moderatörlüğünde gerçekleşen sempozyumda ilk gün Melih Cevdet’in Anday’ın şair ve yazarlığı çeşitli yönleriyle incelenip tartışıldı. Sempozyum bildirilerinin yer aldığı Melih Cevdet Anday: ‘Rahatı Kaçan Ağaç’ kitabı okurlara dağıtıldı. Aşağıdaki metin, sempozyumda yaptığım konuşmadır.

“Şair burada ne söylemek istemiş?”

Mehmet H. Doğan, “Anday’ın şiirinde anlam arayışı sonu gelmeyecek bir arayıştır hem ozanı için hem okuru için.” (M. C. Anday Günleri, 1995) diyor. Şiir-okur ilişkisi son derece özel bir ilişkidir. Bu nedenle, şiirde anlam avcılığı yapmak doğru değildir. Şiir özel bir dildir çünkü. “Şair burada ne söylemek istemiş?” sorusunun yanıtı, “orayı” bir daha okumaktan ibarettir. Biz, sadece örnekler üzerinde bu özel dilin gramerinin nasıl çalıştığını gözlemleyebiliriz.

Ören, Melih Cevdet Anday Parkı’ndaki heykeli

Cumhuriyet Aydını

Melih Cevdet Anday deyince, 11 şiir, 10 çeviri şiir, 10 telif roman, 3 roman çevirisi, 7 tiyatro oyunu, 1’i çeviri 7’si şiir üzerine 26 deneme, gezi, anı türünde olmak üzere 67 kitaplık bir entelektüel birikimden; şiirleriyle, denemeleriyle, romanlarıyla, oyunlarıyla edebiyatımıza kendine özgü bir ses, bir bakış, bir kavrayış getirmiş bir aydından söz ediyoruz.

Melih Cevdet, Cumhuriyet’e giden yolun başında, Çanakkale Savaşı’nın başladığı yıl, 1915’te Çanakkale’de doğdu. Eğitim çağı olan yedi-yirmi yaş dönemini Cumhuriyet aydınlanmasının en parlak zamanında yaşadı. Henüz yedi yaşındayken Cumhuriyet ilan edildi, saltanat kaldırıldı. Dokuz yaşındayken halifelik, şer’i mahkemeler ve şeyhülislamlık lağvedildi, medreseler kapatıldı. On yaşındayken tarikatlar yasaklandı, Şapka İktisası Hakkında yasa ve miladi takvim kabul edildi. On bir yaşındayken kadınlara erkeklerle eşit yurttaşlık hakkı tanındı. On üç yaşındayken “Devletin dini İslam’dır.” hükmü anayasadan çıkarıldı, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi ve rakamlarının kullanılmasına başlandı. On altı yaşındayken Ölçüler ve Ağırlıklar Kanunu’nun kabulüyle metrik sisteme geçildi. On dokuz yaşındayken kadınlara siyasi haklar tanındı. Ve Melih Cevdet yirmi yaşındayken hafta tatilleri cuma gününden pazara alındı. Bütün bu devrimsel dönüşümlerle, ömrünü tüketmiş olan Osmanlının yerine çağdaş, demokratik bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti inşa ediliyordu.

Ailesinin çağdaş kültürü ve mücadeleci kökleriyle Cumhuriyet aydınlanması, onu devrimle gelen yeni kurum ve değerlerle buluşturdu. Evrensel düşünüş ve bakış açısını bu kaynaktan edinip içselleştiren Melih Cevdet, çağdaşlığı Batıcılık değil, bir uygarlık aşaması olarak ele aldı ve ulusal değerlere evrensel yaklaşımla ulaşılabileceğinin altını çizdi.

Bir “Garip” Melih Cevdet

Türk toplumu Cumhuriyet devrimleriyle sosyal kültürel bir sıçrama yaşarken, Melih Cevdet de Gazi Lisesi’nden arkadaşları Oktay Rıfat ve Orhan Veli’yle edebi bir sıçramanın platformunu kuruyordu.

Cumhuriyet’in aşağı yukarı ilk yirmi yılında, şiirimizde genel görünüm aşağı yukarı şöyleydi: Bir yanda Yahya Kemal’de ifadesini bulan, zevk, ses ve biçimsel özellikleri bağlamında Osmanlı şirini sürdüren çizgi; onun yanında geleneksel şiir biçimleriyle Fransız sembolistlerini izleyen Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar’la temsil edilen öz şiir çizgisi; bir yanda Ceyhun Atuf Kansu ve Ahmet Kutsi Tecer’lerin halk şiiri verimleriyle sürdürdükleri çizgi; beri yanda şiirin biçim bağlarını önemli ölçüde özgürleştiren Nazım Hikmet ile izleyenlerinin toplumcu gerçekçi ve yanı başında serbest ölçünün öncüsü Ercüment Behzat’ların üstgerçekçi (sürrealist) çizgisi.

Anday 1936’da 21 yaşındayken yayımladığı ilk şiiri “Ukde” ile bu tabloya dahil oldu. Ukde halk şiirinin dörtlü bentleriyle kurulmuş, hüzünlü de olsa umutlu bir bekleyişi tam uyaklı, 9’lu hece ölçüsüyle söylüyordu:

Bir gün ışığa döner yaprak,
Üzümler kızarır kütükte,
Elbette diner bu sağanak,
Kaybolur içimdeki ukde.

Sandalımı bırakmıyor su,
Silinmiş dönüp baktığım iz,
Çoktandır kaybettiğim arzu,
Boşuna çırpındığım deniz.

Dudağımı ıslatan zemzem,
Testisinde çökmesin dibe,
Rüzgarla dağılacak madem,
Bu yolu kapayan eksibe.
(...)

5 Yıl sonra, 1941’de Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rifat, öncü bir girişimde bulunarak yayımladıkları Garip’le Türk şiirinde adeta bir deprem yarattılar. Deprem, geleneksel şiiri, özellikle Osmanlı şiirini kökünden salladı ve Anday’ın giriş şiiri “Ukde”deki hececi duygusallığın izlerini de silerek Türk şiirine bir tazelik bir ferahlık getirdi. Kendi deyişiyle Türk şiirini maskaralıktan, şairanelikten, laf ebeliğinden temizlediler, böylece yeni kuşaklara temiz, ayıklanmış, süssüz püssüz bir dil ortamı bırakmış oldular.

Garip’in ilk baskısı

İki Melih Cevdet

Melih Cevdet’in 10 kitapta yayımlanmış 287 şiirine ilişkin dönemselleştirme çalışmalarında iki dönem üzerinde uzlaşıldı. Kendisi de genel olarak şiir tarihini iki temel dönemde ele alıyordu: “Bence şiir tarihini şu iki büyük bölüme ayırabiliriz: a) Güzelleştirilmiş düzyazı olarak şiir, b) Düzyazıdan yakasını kurtarmış olan şiir.”

Anday’ın şiir tarihini iki ana dönemde ele alması, kendi şiiri için de son derece isabetli bir belirlemedir bizce: Birincisi 1956’ya dek süren Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane ve Yanyana ile çerçevelenen Düzyazı Süsleme Dönemi; ikincisi 1962’de Kolları Bağlı Odysseus ile başlayan ve Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Tanıdık Dünya, Güneşte, Yağmurun Altında ile tamamlanan Düzyazıdan Bağımsızlaşma Dönemi.

Melih Cevdet Anday, düzyazıyı süslemekten düzyazıdan bağımsızlaşmaya geçerken aynı zamanda eskiden yeniye, standart dilden şiir diline, simgeden imgeye, sosyal olgu ve sorunlardan kültürel olgu ve sorunlara, gözlemden düşünceye, en önemlisi de tek katmanlı anlamdan çok katmanlı anlama da geçiyordu ve tabii “Şair burada ne söylemek istemiş?” sorusuna da muhatap olmaya başlıyordu.

Anday’ın şiirini yeniden değerlendirişi, İkinci Yeni’nin poetikasını oluşturmaya başlandığı dönemdedir. Bu poetikanın iki temel metni olan Oktay Rıfat’ın “Perçemli Sokak Önsözü” ile Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” yazıları 1956’da yayımlanmıştı. İkinci Yeni geleneksel olanı şiirden kovmuş, anlamı sorunsallaştırmıştı. Oysa Anday olan biteni bir sorunsallaştırma olarak görmüyor, en azından kendi şiiri için anlamdan anlamsızlığa değil, eski anlamdan yeni anlama geçiliyor, diyordu.

Anlam ve Şiirde Anlam

Genel olarak “anlam”, özel olarak da “şiirde anlam” konusunda bir uzlaşmaya varmak, anlamın türlü bağlamları nedeniyle pek kolay görünmüyor. Dil bağlamında bakınca anlamı, varlığın kendisinde değil, onun dil göstergeleriyle kurulan ilişkisinde aramak gerekiyor.

Şiirde anlama gelince işin yönü değişiyor. Çünkü burada dilin her günkü bildirişim işlevinin dışına çıkıyoruz. Şair, bir şiirsel anlamı belli bir sözdizimi biçiminde kodlayıp sese dönüştürüyor. Okur bu süreci tersinden (ses, sözdizimi, anlam) yürüyor; metindeki kodu çözerek anlama ulaşıyor. Ancak bu süreç her günkü dilin değil, bir üst dilin, yani şiir dilinin olanaklarıyla işliyor. Dolayısıyla her iki dilde anlamı kuran mantık da farklılaşıyor. Bu iki mantık arasındaki farkı Melih Cevdet Anday’ın aktardığı bir anekdotla açıklayabiliriz:

 “Bir deli, akıl hastanesinde arkadaşına, “Dün gece seni rüyamda gördüm” demiş; arkadaşı da onu, “Ben seni görmedim” diye yanıtlamış.” Melih Cevdet diyor ki, “Bu konuşmaya gülmekle kalmayalım, ikinci delinin yanıtını anlamaya çalışalım. Bu yanıtın bir mantığı var, ikinci deli, dünya mekânı ile rüya mekânını aynı saymaktadır. Bu mantık, şiirin de mantığıdır. Bir şair, sevgilisine seslenen bir şiirinde bu rüya motifini korkmadan kullanabilir ve şiir severler o şairi hiç de deli yerine koymazlar. Demek bir delinin sözünü bir akıllı söylerse, o söz şiir olur.” (Şiir Yaşantısı, Geçmişin Geleceği, s. 84, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 1999).

Şimdi “Şair burada ne söylemek istemiş?” sorusunu bir kez daha gözden geçirmek gerekmez mi? Söz, dil, düşünce Melih Cevdet Anday şirinin “düzyazıyı süslediği” birinci döneminde herhangi bir sorun yaratmadan geleneksel yatağında kendini süsleye göstere, konuşma diline yaslanan bir söyleyişle sürüp gidiyordu; Nedim’in “Ayağını sakınarak basma aman sultanım / Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” beytindeki gibi yer yer Osmanlı şiirini tiye alarak alay, ironi ve şaşırtmayla:

Akıncı Ruhlar yahut Çalışan Kazanır

Metin ol oğlum gazozcu
Dökülen gazoz
Kırılan gazoz şişesi olsun
Zararın hadi bilemedin
Üç buçuk lirayı bulsun
Bir hafta dişini sıkar
Daha çok çalışırsın
Yeter ki akıncı ruhun bozulmasın
Girişim gücün azalmasın
Rokfeller de böyle zengin oldu

Çalışan kazanır oğlum gazozcu!”

Halk sevgisi ile ülke gerçekleri çeliştiğinde “Yalan” bile söyler Anday; beyaz yalandır, söylenir!

“Ben güzel günlerin şairiyim
Saadetten alıyorum ilhamımı
Kızlara çeyizlerinden bahsediyorum
Mahpuslara affı umumiden...
Çocuklara müjdeler veriyorum
Babası cephede kalan çocuklara...
Fakat güç oluyor bu işler
Güç oluyor yalan söylemek...”

Nihayet Kolları Bağlı Odyessus ile temelli bir yatak ve yörünge değiştiren Anday şiirinde şiirin kurucu ögeleri sözcük, söz, dil ve öz sorunsallaşmaya başlar. Anday, artık şiiri kendisi için bir özgürleşme alanı olarak görmektedir. Alpay Kabacalı’ya “Çünkü yaratma, mecaz, imge, simge yoluyla özgür olarak düşündüklerimi söyleyebildim diyemesem de özgür olunabileceğini sezdim… Şiir yazarak düşünebiliyorum ancak.” (Kabacalı, 2008) der.

Anday, bu özgürleşme anında ve alanında, geçerli/verili şiirin bütün ağırlığıyla önüne yığıverdiği birçok ögeyi kendi şiirinin engeli olarak görür. Bu ögelerin başında sözcük ve sözcüğün anlamla ilişkisi gelir. Modern dilbilimçalışmalarında dil göstergesi olarak ele alınan sözcük, varlığın kendisini değil, zihnimizde uyandırdığı kavramını işaret eder. Varlığın kendisiyle adı arasına kavramı, Platon gibi söylersek “ide”si, “hakikat”i girer. Girince de sözcükle işaret ettiği varlık arasındaki ilişki kesilir. Örneğin “ç.i.ç.e.k” seslerinden oluşan gösterenle (biçim, işitim imgesi) belli bir “çiçek” (öz, varlık, nesne) gerçeğine değil, çiçek kavramına ulaşırız. Bu durum, şairi anlatmak istediği gerçekten (varlık, nesne, durum) koparır:

"İşte, varlık ve anlam yanyana, 
Yıpranmamış denizde dernek." 

Varlığın adı, varlığın kendisine değil, anlamına götürür bizi. Başka bir deyişle adı ile varlık aynı değildir, birbirinden kopmuş, iç içe ya da üst üste değil, “yan yana”dır. Bu yan yanalık, aynı oluşu değil, farklı oluşu, uzaklığı gösterir.

“Denizin dilidir İsa'dan beri
Tam anlaşılırken kar yağar,
Kuşların dili barbar dili
Kutsanmış atların diline çalar.”

Öte yandan dil göstergeleri çizgiseldir ve tek boyutlu zaman çizgisinde ilerler. Sözcüğü ve cümleyi soldan sağa, belli bir çizgi üzerinde ilerleyerek okur, alımlar, anlamlandırırız. Gösteren (sözcük) ile gösterilen (varlık) arasındaki ilişkinin nedensiz oluşu, bu ilişkinin toplumsal bir uzlaşmayla kurulması nedeniyle okurun sahip olduğu kültürel kod, gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntıyı onayladığı sürece, bu ilişkiden anlam üretmek olanaklıdır. Böyle bir koda sahip değilsek, kurulan bağıntıdan bir anlam üretmek mümkün olmayacaktır.

Görsel göstergeler çizgisel değil, çok boyut üzerinde aynı zaman içinde bir arada bulunabilir. Bir tablonun iletisindeki kodu çizgisel ilerleyişle değil, zamandaş olan bir bütünlük içinde çözmekteyiz.  Yine müzik gibi ses göstergeleri çizgisel olmakla birlikte, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki hem doğrudan hem de nedenlidir. Notalar, nedensizce bir kavramı işaret etmez; anlığımızda oluşturduğu imge, anlamın kendisidir. Anday şiirde de göstergelerin bu biçimde saf anlama (varlığa) aracısız ulaşmasını istemektedir. “İşitimsel imge işte bu yüzden anlamın ta kendisidir.” der.

“Kara bastın mı üşümeli
Üşümek bir sözcüktür, üşümeye benzer.
Gecedir diye bakmalı geceye
Tıpkısıdır gecenin, bir sessiz bir sesli.”

Melih Cevdet’in sorunsallaştırdığı bir başka öge de “söz”dür. Sözü, hareketin taklidi sayan Anday, Tunç Okan’ın Otobüs filmini değerlendirdiği yazısında, sinemanın büyük kuramcısı Macar estetisyen Bela Balazs gibi sessiz sinemanın konuşmalı sinemaya üstünlüğüne övgüler yazar: “Çünkü anlatım aracı olarak ‘söz’ün yetersizliği her gün biraz daha iyi anlaşılıyor… Matematik alacaktır sözün yerini. Dünyamız konuşmasız bir dünya olacaktır… daha iyi olur böyle bir dünya. Hayvanlara, bitkilere benzeriz.” (Otobüs, Cumhuriyet, 10. 02. 1978). Rahatı Kaçan Ağaç’taki Ellerimiz Gibi’de de Anday’ın bu düşüncesi şiirsel bir anlam bulur:

“Hayvanlar konuşmadıkları için
Kimbilir ne güzel düşünürler,
Tıpkı ellerimiz gibi.” 

Bu anlam arayışında Anday, nesneyi sesiyle görür:

"Kadın çıkmış salyangoz toplamaya, 
Etekliğinde yılın beşinci mevsimi, 
Bakıyor gürültüsüyle memelerinin." 

Ve soyutu nesneye çevirir:

"Rüzgâr vardı hafiften, sallanır 
Durur çarşaf, umut, emek, bezginlik, 
Nice yoksunluk, nice oynaş dilek 
Kadın astı ipe bunları bir bir" 

Bağdaştırma

Dillerdeki sözcükler sınırlıdır, oysa insanların hayallerinin, duygu ve düşüncelerinin, özellikle şiir metinlerinde yaratmak istedikleri çağrışımların bir sınırı yoktur. Bu nedenle sınırlı sayıdaki sözcükle sınırsız sayıda çağrışımı karşılayabilmek için sözcükleri sözcüklerle türlü ilişkiler içine sokmak kaçınılmazdır.

Sözcükler (göstergeler) arasında iki türlü bağ kurabiliriz. Birincisi, standart dilin uzlaşılmış kurallarına sadık kalarak “alışılmış bağdaştırmalar” yapar, örneğin “tarla kuşu” diyebiliriz. İkincisi, dilin olanaklarını zorlayarak düşünülmemiş çağrışımlar için “alışılmamış bağdaştırmalar” kurabilir, örneğin “gönül kuşu” da diyebiliriz. Birincisi, bizi dilin her günkü iletişimsel kullanımına, ikincisi ise bir üst dile götürür. Şiirin dili işte bu ikinci yolla kurulur; Roman Jakobson’un dediği, dilin poetik/estetik işleviyle yani.

Melih Cevdet’in şiirinde ikisi de özgün bir ilişkilendirmeye dayanan biri açık, diğeri örtük, iki tür alışılmamış bağdaştırma görürüz. Açık bağdaştırmaların çağrışımlarına ulaşmak çok fazla engebeli, zorlu yollar geçmemizi gerektirmez. Örtük bağdaştırmalar hatırı sayılır bir ön donanım ve çabayı gerekli kılar. “Kirke, bilge tanrıça, selam sana! / Sağ salim geçtim kendimi.” dizelerinin ilkindeki mitolojik bilgiye sahip olmasak da ikincinin açık bağdaştırmasına ulaşmak okur için zor olamasa gerektir.

Anday’ın düzyazıyı süslediği dönemindeki şiirlerinde anlamı zorlamayan sanatlı ama açık bağdaştırmalar başattır:

“Anladım farkı neden sonra
Tohumdan başka şeymiş bitki
Bu küçük deli fişekteki
Ne ki? Ağaç mı allı pullu
Yoksa ayrık mı, başak mı ki?”
"Freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş 
Toprağın düşlerini karıştırıyor." 
"Bilgiyi arayan Gılgamış
Gibi kuşkumun kuyusunda gizlenecek 
Ipıslak bir çiçek" 

dizelerinde ise “kuşkumun kuyusu” ve “ıpıslak çiçek”in okuru “ölümsüzlük otu”na götürebilmesi, ancak okurun Gılgamış Destanı’nı bilmesiyle olanaklı olduğu için bağdaştırmalar örtüktür.

Anlam İlişkileri

Melih Cevdet Anday’ın düzyazıyı süslediği ilk dönem şiirlerinde Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak önsözünde dediği gibi, sözün göz önüne getirdiği görüntü olabilecek bir şeydir ve okur geçerli mantık içinde temellendirebildiği bu görüntülerden anlama ulaşır:

“Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün
Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün" 

Esasen, toplumsal eleştirilerin, aydın sorumluluklarının, savaş karşıtlığının, barış savunuculuğunun, geniş kitlelere dönük olarak örtük bağdaştırmalarla yapılması da olası değildir. Buna karşın, dönemin savcıları, komünist avcıları Rosenbergler için yazdığı Anı adlı şiirinden Melih Cevdet’i cezalandıracak, gerekçeler üretmemişlerdir:

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
(...)
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adlan gibi
Adınız geliyor aklıma
(...)
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
(...)

O anlam avcıları, bu şiirin ilk dörtlüğündeki “bir çift güvercin”in ABD Komünist Partisi üyesi olan Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanıp yargılanan Ethel ve Julius Rosenberg’i; “havalanmak” eyleminin suçlu bulunarak 1953’te idam edilmelerini, “karanfil”in bu idama duyulan yası ve tepkiyi anlatan metaforlar olduğunu anlamadılar!

Melih Cevdet, şiirinin düzyazının vesayetinden kurtulduğu ikinci döneminde, şiire özgü anlam ilişkileri kurma ve anlamlandırma farklı bir boyuta taşınır.

"En yeni sözcüğü ağacın,
 Yeniden öğreneceğimiz dilde." 

Artık anlam varlıkların adı olan sözcüklerde değil, varlığın kendisindedir. Bu nedenle şeyleri çağıran sözcükler yoktur, şeylerin sözcükleri vardır ve bu sözcüklerle yeni bir dil kurulur. Zira ona göre şiir dili, insanlığın çocukluğuna ait, ilksel dildir ve mantık öncesinde doğayı tanımaya, anlamlandırmaya çalışmaktadır:

“Nesnelerin üzerinde anlam rüzgârları eser. Şeyleri zaman zaman karıştırmamız bundandır. Onların adları silbaştan verilebilir. (…) Duyu verilerini araya karıştırmıyorum, çünkü dilin sınırları orada durur. Tözün alanı başlar. Oysa dil yok edilmeden töze varılamaz…” der Sözler ve İşler başlıklı düzyazı şiirinde (Güneşte).

Anday, yapı ile içerik arasında sıkı anlam ilmekleri atar. Bu ilmeklerden bir de değişmeli tekrarlara dayalı zincirleme örüntü ağıdır. Şair, şiir boyunca motif kavramları belli bir örüntü ağı içinde tekrarlayarak şiire bir biçim ve düşünce örgüsü kazandırır. Defne Ormanı, bu örgünün neden-sonuç ilişkisiyle nasıl sarmalanıp yapı-içerik bütünlüğü oluşturduğunun önemli bir örneğidir:

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri  
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü 
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara; 
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için 
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini  
Köle sahipleri veriyordu onlara. 
Ve yıkıldı gitti Likya. 

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri 
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü 
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara; 
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri 
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini 
Felsefe veriyordu onlara. 
Ve yıkıldı gitti Likya. 

Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin 
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin 
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi. 
Ekmeğin sahipsiz felsefesini 
Felsefenin sahipsiz ekmeği. 
Ve yıkıldı gitti Likya. 
Hala yeşil bir defne ormanı altında.

İmge Oluşturma

Simge (metafor, timsal, sembol), bir aktarmadır. Bir göstergenin anlamını başka bir göstergeye aktarmak, geçirmektir: “Dert” göstereninin gösterilenini “ateş” gösterenine, “Ömrün aşamaları” gösterenininkini “merdiven”inkine taşımak gibi.

“Bir gün biz de bu parka geleceğiz
Ahbap, arkadaş omuzunda,” 

Birinci dönem şiirlerinden Mezarlık’a ait bu dizelerde “park”, “mezarlık” sözcüğünün anlamını sembolize ediyor, “arkadaş omzu” ise tabutun taşınma biçimi. Her iki simge de anlamı dağıtıp bozmadan, kırıp dökmeden düz bir çizgide “mezarlık” ve “tabut” gösterenine taşıyor. Tıpkı “Bir kumaş dokuyoruz / Güle ağlıya”daki “kumaş” ya da Telgrafhane‘ye yayılmış simgeler gibi:

Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın.
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin.

Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

 “Telgrafhane”, “uyuyamamak”, “sesler almak”, “sesler vermek”, “yazmak”, “sis çanı gibi çalmak”, “gün ışıması” simgeleri sırasıyla aydınlar, aydın sorumluluğu, halkın yaşadığı sorunlar, sorunlara çözüm üretme, halkı uyarmak, ülkenin huzur ve mutluluğa kavuşması anlamlarını yükleniyor. Birer gösteren olarak simge, bir şair buluşu da olsa yaygın kullanıldığı oranda taşıdığı şiirsel anlam yükünü boşaltıp her günkü bildirişim dilinin bir ögesine dönüşüyor.

Bu örneklerdeki gibi Anday’ın ilk dönem şiirinde simgenin öne çıktığı yapı, ikinci döneminde “imge yoğun” bir yapıya evrilir. Böylece daha büyük bir anlam kapısı olarak imge, Melih Cevdet Anday’ın şiirinde olanca varlığıyla öne çıkar. Çıkınca da “Şair burada ne söylemek istemiş?” sorusu sorulmaya başlar!

İmgeyle ilgili olarak, “İmge sanatı, nesneleri yerinden eder, böylece de bizi sarsar, alışkanlıklarımızdan uzaklaştırır, bize her şeyi yeni baştan kurmamız gerektiğini düşündürür… Bu bakımdan her ozan devrimcidir.” der Anday.

İmge de simge gibi bir anlam taşımasıdır. Ancak bu taşıma, verili gerçekliğin dönüştürülmesine, yeniden üretilmesine yönelik bir taşımadır ve simgede olduğu gibi düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez. İmge, benzerlik yoluyla kurulan simge gibi kavramsal hacimde bir anlam değil; nedensellik arayan düşünsel boyutunda bir anlam üretir:

“Bense darı gibi darmadağındım
Saçılmış eteklerinin ayına,
Kokusuna kelebek ellerinin.”

İmgesel anlamın okurda belirmesi, metinle okur arasındaki geçişlilik ölçüsünün küçüklüğüne bağlıdır. Bu niceliğin derecesi sıfırsa metnin kodu okura geçip çözülemeyeceğinden anlam şiirde kalacak, okurda gerçekleşmeyecektir. Diğer yandan bu derece düzyazıda olduğu gibi sıfırdan gereğinden fazla büyükse, okurun kendisinde çoğaltacağı bir derinlik ve dolayısıyla etki kazanamayacağından yine şiirsel anlam olarak gerçekleşmeyecek, her günkü dilin ürettiği anlam olarak kalacaktır. Öyleyse şiirde geçişlilik ölçüsünün en uygun derecesi sıfırdan en az büyüklükte olandır. Ancak böylelikle anlam, yoğunluk kazanıp şiirselleşebilecektir. 

Bu açıdan Anday şiirinin iki dönemini karşılaştırabiliriz. Önce ilk dönem şiirlerinden Rahatı Kaçan Ağaç:

Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.
(...)
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin

Doğanın kucağında umarsız, duyarsız, dolayısıyla huzur içinde yaşayıp giden ağacın, kitap okumakla rahatının kaçmasının nedeni her okur ve âşık tarafından bilinir; yaklaşık olarak da aynıdır. Bu nedenle şiirde kurulan imgenin geçişlilik derecesi sıfırın üstündedir. Oysa ikinci dönemin Yanyana Her Şey’inde söz konusu geçişlilik derecesinin sıfıra oldukça yaklaştığı görülüyor:

“Bir balık uyur, denizi yaratır
Martıların tüneği dibinde,
Yanyana martıların, ki evreleri yoktur,
Bir yaşta hepsi, bir boyda.

Toprağı arala, ellerinle bak,
Yanyanadır günlerin taneleri,
Ne önce, ne sonra.

Ne önce, ne sonra.
Üst üste kurmuşlar kentleri
Sarmışlar masalla.”

Uyuyan balığın denizi yaratması; tüm martıların yanyana, aynı yaşta ve bir boyda olması; toprağı aralayıp ellerinizle baktığınızda günlerin tanelerini tesbih boncukları gibi yan yana görmeniz, kronolojik bir çizgisellikte değil, bir arada algılaman; kentlerin de masalla sarılmış gibi (Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…) üst üste kurulması imge sistematiği içinde anlam üretmeye elverişlidir.

Öte yandan simge de imge de sadece bağlam içinde oluşur; çünkü hiçbir gösterge tek başına simge veya imge oluşturamaz. Pierre Guiraud’un dediği tam da budur: “Sözcüklerin anlamları değil, kullanımları vardır.” (Anlambilim, Çev. Berke Vardar, 1999) Ekleyelim, “imgelerin de!”

Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinde sözcükler sıklıkla benzetme, eğretileme (metafor), somutlaştırma, duyu aktarması gibi yollarla imge düzenine girmektedir.  İşte benzetme yoluyla kurulmuş imge örnekleri:

"Sen tane tanesin sevgilim
Denizim ben batık aşklarla dolu" 

"Elinde ateş gibi taze bir yaprak" 

“Güvercin
Pencereden kopan alkış” 

"Yüreğimiz öylesine aşmış ki düşüncemizi
Yarışı başlatan tabanca sesi gibi
Dudaklarımız koşuya çıktıktan sonra
Duyuyoruz söylediklerimizi” 

"Akşam olmuş gibi bir sabah
Balıkların güneşi yapın beni
Yosunlar arasında parlayayım
Batık bir eski para gibi.” 

Martı bir majisküldür
Küçük bir çocuğun yazdığı" 

“Bir yapı işçisinin kulağındaki kalem gibi güzel
Yağmurda ıslanmış namlu gibi yeğin
Serçe kanadı değmiş çamaşır ipi gibi esrik.”

ve eğretileme:

"Geceyi döker döker toplayabilirim," 

“Ah acımasızdır uykusuz soru…
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi”

“Yolda arpalar gibi döküldükçe, 
Tartıya kalmaz sözcüklerim, 
Dönebilir miydik soluk güllerle!” 
Sempozyum bildirilerinin yer aldığı kitap

Melih Cevdet Anday, düzyazının şiir üzerindeki vesayetini kaldırmak ve şiir diline ulaşmak için imgeyi pürüzsüz bir anlam düzlemi üzerinde kurmaz. Sözün anlamında katmanlı değişmece yolları arar. Bu yollardan biri de yukarıda örneklerini gördüğümüz gibi benzetme, karşıtlık ve aktarmaları iç içe geçirmektir. Böylelikle okuru düzyazının rahatça yürünen anlamlandırma caddelerinden şiirin dikenlerle, çakıl taşlarıyla dolu anlamlama patikalarına yönlendirir. Anday, okura bu şiir yürüyüşünde zorlu adımlarla ulaşacağı anlam doruklarda nefeslenme alanlarına ulaşmanın gönencini yaşatmak ister:

"Deniz ve kara 
Bir çift kumru gibi yanyana 
Ne denizdeyiz ne karada 
Bilinç masalsı bir ev 
Belleğimiz avara"

Benzetme, eğretileme yoluyla özgün bağdaştırmalar kurarak sıkı bir imgeye ulaşır. “Unutmayı bir hatırlasam!” dizesinde olduğu gibi kimi kez de karşıtlıklarla ulaştığı imgeyi güçlendirir: “Çın çın ötüyor sessizlik” Melih Cevdet, bazen de soyut kavramları ve durumları somut varlık adlarıyla ilişkilendirerek somutlaştırır:

"Umut bir ağaçtır 
Gökleri sarar" 

“Nar gibi diş dişti tazeliğin." 

"Gözlerimin sıcak arıları konup konup 
Kalkıyordu sessizliğin çalılarına 
Çiçek tozu içinde ayaklarla boşuna”

Anday’da duyular arasında yapılan aktarmalar da imge oluşturmaya koşulur:

"Fosforlu sesi kabarık ve ıssız." 

"Kulaklarım çiçek sesleriyle dolu 
Kokusunu gördüm onun giderek 
Geceler gündüzler yaratıyordu" 

"Ve içleri oyuk deniz kabukları 
Ki, gölge kokarlar bir tekenin alnı gibi."

 "Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi" 

Dilin çift eklemliliği,” diyor André Martinet, “birkaç bin anlam birim ve yirmi otuz kadar sesbirimle sınırsız sayıda deneyim olgusunu bildirmeye olanak tanır. Bu olanağı kullanan Melih Cevdet Anday ise düşlerin ve düşüncelerin sonu gelmez!

Öyleyse “Şiir Yazmak”la bitirelim; çünkü “Şair burada şunu söylemek istiyor!”:

Kimi bir sözcükten yola çıkarım
Aç kalmış güzel bir kurttur o
Kimi bir düşünden ki
Kör bir gül gibi dönenir
Bedevi bir sabır gibiyimdir
Ey tesellisiz gece...

““Anday Şiiri”nin Grameri” için 5 yorum

  1. Çok teşekkür ederim, Melih Cevdeti de anımsattın bana,eline diline sağlık kal sağlıcakla iyi akşamlar …

  2. 👍🙏❤️👏🌙Merhaba Mustafa Bey!Öncelikle sempozyum için hazıladığınız ve orada sunduğunuz yazınızı çok beğendim, sizi içtenlikle kutluyorum. Melih Cevdet’i tüm yönleriyle ele almışsınız. Verdiğiniz örnekler harika. Keşke gelip sizi dinleyebilseydim.
    İyi gecelee…

  3. Çok emekle hazırlandığın belli. Önemli saptamalar, bilgiler var bildiride. Kitaplaştırsa keşke aynı belediye. Bir iki saatlik etkinliğe sıkışmasa, daha çok okunsa anlatılanlar… Kutlarım.

Mustafa Pala için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir