1967’de California’da Cubberly Lisesinde Tarih Öğretmeni Ron Jones, öğrencilerine 2. Dünya Savaşı’yla ilgili bazı bilgileri aktardıktan sonra ekledi: “Çoğu Alman, 12 milyon insanın öldürüldüğünden haberdar değildi!” Öğrenciler bunun nasıl mümkün olabildiğini sorduklarında, öğretmenlerinden tatmin edici bir yanıt alamadılar ve öğretmen “yaparak yaşayarak öğrenme” yaklaşımıyla okulu laboratuvar olarak kullanıp bir sosyal deney yaptı.
sosyal deney
Deneyin amacı, sosyolojik ve ekonomik arka planı olmadan; ideolojik, psikolojik düzlemde de olsa Alman faşizmi tekrar edebilir mi, bunu anlamaktı. Deney boyunca yaşananları ABD’li yazar Todd Strasser, The Wave adıyla romanlaştırdı. Kitap, tam bir gençlik klasiği oldu; o kadar ki Alman okullarında okunması zorunlu kitaplar arasına alındı. Roman, 1981’de ABD’de TV filmine, 2008’de de Almanya’da Yönetmen Dennis Gansel tarafından kolayca es geçilemeyecek bir sinema filmine uyarlandı: Die Welle (Dalga).
Uzun metraj film kariyerine 2001’de sıkı bir kadın filmi olan’ “Kızlar, Kızlar” ile başlayan Gansel, 2004’te Nazilerin, geleceğin bürokratlarını yetiştirdikleri okulda bir gencin hayatına odaklanan “Napola”yı yönetti. Yönetmenin son filmi Moskova’da geçen ve Çeçen gerçeğine de dokunan bir politik aksiyon “Dördüncü Kuvvet”ti. Die Welle (Dalga), 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildi ve Jüri Özel Ödülü’ne değer bulundu.
Tehlikeli Oyun alt başlığıyla vizyona giren Die Welle’nin senaryosunda da imzası olan Dennis Gansel’in, bir iki değişiklik dışında romana sadık kaldığı söylenebilir. Yönetmen, son derece çevik ve kıpır kıpır kamera hareketleriyle seyirciyi koltuğuna mıhlamaktan başka, sosyal sorumlulukları bağlamında seyirciyi bir öz değerlendirme sınavına da tabi tutuyor. Film, toplumun en dinamik ve özgürlükçü kesimini oluşturan, çoğunlukla aidiyet sorunu yaşayan gençlerde bile itirazsız boyun eğme kültürü yaratılabileceğini etkili bir dille anlatmayı başarıyor. Sıkı bir senaryo iyi de yönetilince film, 105 dakika boyunca hiçbir sarkma olmadan ilerliyor.
Dalga Dalga FaşizM
Bir Proje Haftası’nda Almanya’nın modern liselerinden birindeyiz. Her öğrenci hafta boyunca Demokrasi, Anarşizm, Sosyalizm, Otokrasi gibi siyasi yönetim biçimlerinden birinin tanıtılacağı ve kendi seçeceği bir gruba girmek zorunda. Film; Açıköğretim Spor ve Siyaset Bölümü mezunu Öğretmen Rainer Wenger’in (Jürgen Voyel), yüksek sesle “Rock’n Roll High School”u söyleyerek arabasıyla okula gidiş sekansıyla açılıyor. Okulun Proje Haftası’nda kişisel tercihi ile “Anarşizm”i anlatmayı umduğu halde kendisine “Otokrasi” konusunun kaldığını öğrenen Wenger’in bu konuda proje yapmak zorunda kalması canını sıkıyor. Belirlediği konuyu kendisinden önce sahiplenen öğretmenden değiştirmelerini rica etse de “Proje Haftası’nda amaç öğrencilere demokrasinin yararlarını göstermek, molotof kokteylin nasıl hazırlanacağı gerekirse kimya dersinde öğretilebilir!” şeklinde öğretmenin anarşizm eğilimine iğneli yanıtıyla reddediliyor.
Wenger, otokrasi dersinde kalabalık bir öğrenci grubuyla karşılaşır. Gençlerin otokrasiye değilse de rahat hareketlerinden dolayı kendisine gösterdikleri ilgi, onu hem mutlu eder hem şaşırtır. “Ben sizin yerinizde olsaydım” der, ilk derste sınıfa, “Anarşizm Grubu’nu seçerdim!” Sosyoekonomik ve kültür bakımından farklı ailelerin çocuklarından oluşan, oldukça kozmopolit bir sınıftır bu. Derse “Otokrasi nedir?” sorusuyla başlar. Öğrenciler konuya ilgisiz ve oldukça dağınıktırlar. Aldığı yarım yamalak birkaç yanıttan ve “Almanya’da bir daha diktatörlük olmaz.” yorumundan sonra duraksar ve derse 10 dakika ara verir.
Bilindiği üzere “otokrasi”, “kendiliğinden” anlamındaki “oto” ile “hükmetmek” demek olan “krasi” sözcüğünden oluşuyor. Tüm siyasi yetkilerin bir ya da birkaç kişinin elinde bulunduğu bir çeşit monarşi anlamına geliyor; ama otokraside yönetim, monarşide olduğu gibi devralınan bir miras olmayıp bizzat yönetici tarafından ele geçiriliyor. Otokrat rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin kendine göre iyi ve doğru olanı dayatması; ama halkın sorunlarını çözmeyi de üstlenmesidir. Bu nedenle otokrasinin faşizm ile akraba olduğunu söyleyebiliyoruz. Zira faşizm de otoriter devlet üzerine kurulu, nasyonal sosyalizm ve falanjizm ile güçlenen, radikal milliyetçi siyasi bir ideoloji oluyor.
10 dakika sonra öğrenciler geri döndüklerinde, bir sürprizle karşılaşırlar: Darmadağın bıraktıkları sınıflarını toplanmış, düzenlenmiş bir askerî koğuş tertibindedir. Sosyal deney başlamıştır! Wenger bu kez de “Otokratik bir sistemin temel şartı nedir?” diye sorar. Öğrenciler, yavaşça ısınıp kaynayan sudaki kurbağa deneyinin deneklerine dönüşürler: İdeoloji, kontrol, memnuniyetsizlik, lider… Lider! Evet, ama kim? “Öğretmen olsun!” önerisi, otokratın psikolojik yönlendirmeye olanak veren bir yöntemle belirlenir; öneri, önce karşı oyların belirtilmesiyle oylanır: Beklendiği gibi grubun lideri Wenger olur!
Artık deney daha kolay ilerleyecektir: Şimdi lidere saygı göstermek lazımdır. “Bana ‘Bay Wenger’ diye hitap etmenizi istiyorum!” Bundan sonra lider kime söz verirse o ve ayağa kalkarak konuşacak. “Hem ayağa kalkmak kan dolaşımını harekete geçirir ve daha iyi konsantre olursunuz!” Lider, sınıfı ayağa kaldırır, hep birlikte derin nefes alınıp verilir. “Otokraside başka nelerin önemi vardır?” Tim (Frederick Lau), tam bir asker gibi atılır: “Disiplin!” İşte otokrasinin ilk aşaması: Disiplin aracılığıyla güç.
Her ders bir soruyla başlar. Ama yanıtlar kısa, yani ezberlenmiş olmalıdır; eleştirel düşünme, ilişkilendirme, özgün düşünce grup aidiyetine aykırıdır! “Diktatörlüğün oluşmasında hangi sosyal etkenler yer alır?” Lisa’nın (Cristina do Rego) yanıtı “Sosyal adaletsizlik”, Tim’inki “yüksek enflasyon”, Karo’nun (Jennifer Ulrich): “politik bıkkınlık”, Mona’nın (Amelie Kiefer) demek istediği “aşırı milliyetçilik”… Tim çok keyiflidir. Wegner artık onun Führer’idir! O gün herkes evinde heyecanla bu ilginç dersin kazanımlarını anlatır. Aileler çocuklarının bu heyecanlarına, yakın geçmişte yaşadıkları acı deneyim nedeniyle, ortak olmaz; onlara hayal kırıklığı yaşatırlar.
İkinci gün, derse topluca ısınma, kasları gevşetme hareketleri ile başlanır, sonra sol sağ, sol sağ… uygun adıma geçilir. Yavaş yavaş tüm sınıf tek vücuda dönüşür. Sınıfta oturma düzeni bile belli bir sisteme dayanmaktadır. Herkes kendinden farklı biriyle oturur. Bu dayanışmadır. “Sonunda notlarınız yükselecekse neden kopya çekmeyesiniz.” Birbirimizi desteklemeliyiz! Bu da otokrasinin ikinci aşamasıdır: Birlik aracılığıyla güç.
Bir grubu tanımlayan ögelerden biri de kılık kıyafettir. Öyleyse kurs boyunca herkes, kolayca bulabileceği beyaz gömlek ve kot giyebilir! Grubun en fanatiği Tim, beyaz gömlek ve kottan sonra diğer bütün giysilerini yakar! Şimdiki beyin fırtınası grubun adı üzerinedir: “Hayalperest, Dalga, Tsunami, Üs, Pakt, Merkez, Dirilenler, Değişimciler…” En çok oyu “Dalga” (Die Welle) alır. Bir de kırmızı dalga biçiminde amblem çizildi mi üçüncü aşamaya geçilecektir: Eylem aracılığıyla güç.
“Dalgayı Durdurun!”
Öğretmenin yüzünde meraklı bir gülümseme, öğrenci Karo’nunkinde kaygı vardır. Grubun eylemliliği okulla sınırlı kalmaz. Semti ulaşabildikleri her yere çizdikleri simgeleriyle, dalga çıkartmaları ve çizimleriyle donatırlar.
Aidiyet duygusu, ortak davranışlarla güçlenir. Dalga’nın bir de selamlaşma biçimi olmalıdır: Örneğin, sağ kol göğüs hizasından hızlıca dalga yaparak sola doğru uzanıp düz bir biçimde, sertçe durmalıdır. Bu selamı vermeyenlerin okula girişi engellenmeye çalışılır. Öğrenci Karo kontrolün öğretmenden çıktığını fark eder, tedirginliği artar. Tedirginlik, kameramana da yansır; alıcı agresifleşir, açı değişimleri, geçişler hızlanır ve sertleşir. Önlerini kesen bir sivil grubu Tim silahıyla durdurunca silah aracılığıyla güç aşamasına geçilmiş olur.
Dalga’nın rakip okulla su topu maçı vardır. Salona arka kapıdan giren grubun muhalif öğrencileri Mona ve Karo, Hitler’e karşı mücadele eden Beyaz Gül hareketinin üyeleri gibi, “Dalga’yı durdurun!” bildirileri dağıtırlar. Su topu maçı kavgayla biter. AnkeWenger (Christiane Paul), olup bitenden eşini sorumlu tutar; evi terk eder. Otokrasiye inanmış ve adanmış Marco (Max Riemelt) sevgilisi Karo’yla kavga eder, ona tokat atar… Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi bu noktada artık “faşizm, iki insan arasındaki ilişkide” başlamıştır!
Öğretmen, Dalga üyelerini ve sempatizanlarını toplantıya çağırır. Öğrencilerin ip gibi dizildiği salona tam bir Führer edasıyla girer ve unutulmaz final başlar: Giderek yükselen bir tonda, Hitler’in ateşli nutuklarından birini atar: “Almanya küreselleşmenin kaybedenidir! Çare Dalga’dır!” Salon alkıştan yıkılır. Marco dayanamaz, itiraz eder; karga tulumba getirilir. “Ne yapalım şimdi bu haine?” diye bağırırken ağzından tükürükler saçılır Wenger’in: “Onu öldürebiliriz!”…
Game over!
Sesi düşer… Bir süre susar… ve Wenger, sosyal deneyi bitirir… “İyi misin Marco?” diye sorar ve salona döner; geçen hafta sorulan ‘Ülkemizde diktatörlük olabilir mi?’ sorusunu hatırlatır: “Faşizm” der “İşte böyle bir şeydi! Hepimiz kendimizi ötekinden iyi sanırız ve bizim gibi düşünmeyeni dışlarız. Hepinizden özür dilerim, çok ileri gittim farkındayım; ama oyun bitti!”
Tim yıkılmıştır, onca güçlendirdiği grup aidiyeti bu kadar çabuk bitmemelidir; sanki derin bir boşluğa düşmek üzeredir. Tutunur, birden öne fırlar; belinden silahını çekme hızıyla kameranın kendisini yakın plana alma hızı aynıdır ve bu görüntü bir tokat gibi çarpar izleyicinin suratına. Kontrolsüz bir öfkeyle haykırır: “Hayır, Dalga yaşıyor, ölmedi!” Yüzündeki acı, yalnızlık korkusu ve boşluk duygusu beyaz perdeyi kapkara yapar. Yaklaşmaya çalışan Bomber’e (Maximilian Vollmar) ateş eder. “Artık beni ciddiye alırsınız umarım!” Öğretmene döner, “Dalga…” diye fısıldar tükenen bir sesle, “Dalga benim hayatımdı…” Tim artık yüzüyle oynamaktadır, tarifsiz anlamları, en çok da tükenmişlik duygusunu anlatır mimikleri. Boğazında bir yumru, sesi çıkmaz artık; ani bir hareketle silahı ağzına sokar ve ortalığı yakan tek bir ses duyulur: Dann!
Patlayan kimya laboratıvarında bir deney tüpü değil, okulun sosyal laboratuvarında ateşli bir silahtır! Tim dışında herkes şaşkındır! Filmin çıkış sekansı ağır çekimle verilir; çünkü anafikir çok “ağır”dır!
Faşizm, Tim’i yere yıkan bir kurşun kadar kıyıcı ve eğitim tek çaredir!
Bir derste demek faşizm deneyle de olsa öğretiliyormus teşekkür ederim saglicakla kalın iyi günler..
Çok tesekkur ederim.saygılarımla…
Bir eserin evrensel olması, aynı şartlarda her ülkede ufak tefek farklılıklar olsa da benzer sonuçlar vermesidir. Almanya’dan sonra İtalya’da da olması gibi. Hitler’den, Mussolini’den sonra Şili’de Franko’nun çıkması gibi.
Sizce günümüzde de benzer durumların yaşandığı ülkeler var mıdır?