Sophie Scholl-Son Günler
Bu bir film değerlendirme yazısıdır. Sanat yapıtları her türlü yoruma açık olmakla birlikte, “Sophie Scholl-Son Günler” adlı filmin bu yazıya konu olmasının, son günlerde üniversitelerimizde yaşanan olaylarla bir ilgisi yoktur. Kurulabilecek olası bir ilgidense üniversite öğrencilerimizin ders alması beklenir!
Sinemada İz Sürmek
Bir bütün olarak sanat, yaşanan gerçekliğin estetik bir “izdüşüm”ünden başka nedir ki? Sinema sanatı, “projection”un Türkçe karşılığı “izdüşüm” terimiyle özel olarak bir kere daha örtüşür ve çoğu kez diğer sanatlarda olduğu gibi gerçeklikten çok daha güçlü bir sıhhılik duygusu yaratabilir. Sinema ışık, kamera hareketleri, açılar ve kesmelerle yarattığı bu duygunun etkisiyle çok özel bir kozmik yapı kurar. Bu, reel evrene karşı paralel bir evrendir. Sinema sanatının bu iki evren arasında ya da kendi kurduğu evrende oradan oraya attığı ilmeklerin izini sürmek, heyecan vericidir.
Örneğin, Dennis Gansel’in yönettiği “Dalga” adlı filminde, tarih öğretmeninin sınıfta kurguladığı bir ders etkinliğinin ne kadar acı bir gerçeklik yarattığını izlemiştik. Sosyal psikolojinin etkili bir örneği olan Dalga’da, eğitimin gençleri nasıl manipüle edebileceğini; masum bir öğrenme arzusunun insanı nasıl bir canavara dönüştürebileceğini görmüştük. İkinci Dünya Savaşı’nın müsebbibi Hitler faşizmi, % 67’si sivil, % 33’ü asker olmak üzere 65 milyondan fazla insanın hayatına mal olmuş (Birinci Dünya Savaşı’nın 9,5 milyon can kaybının % 95’i asker, % 5’i sivildi.); ama Alman halkı uzun bir uykuya dalmıştı. Dalga, bu uykunun yeniden gerçekleşebilirliğini anlatıyor; gençlerin çoğu, üstelik eğitim ve eğitim yönetimi yoluyla faşist militanlara dönüşüyordu. Bir kısmı ise Sophie Scholl-Son Günler’de anlatılan beş üniversitelinin başlattığı, gerçekte Hitler zulmüne pasif direniş gösteren “Beyaz Gül” hareketinin öğrenci üyeleri gibi “Dalga’yı durdurun!” çığlıkları atıyordu!
Beyaz Gül
Beyaz Gül (Die Weiße Rose), Almanya’da 1940-1943 arasında etkinlik göstermiş antifaşist bir pasif direniş grubuydu ve Münih Üniversitesi’nden beş öğrenci ile onların felsefe profesörleri olan Kurt Huber’den oluşuyordu. Nazi yönetiminin soykırım eylemlerine karşı örgütlenmişler, Münih’te bildiri dağıtıyor ve duvarlara sloganlar yazıyorlardı. Grup 1943’e kadar 5 bildiri dağıtmış, 6. bildiriyle Hitler’in Stalingrad’da yaşadığı hezimetten yararlanarak Münih Üniversitesi öğrencilerini Nazi sistemine karşı uyarmaya hazırlanıyorlardı. 18 Şubat’ta üniversitede bu bildiriyi dağıtırlarken grubun iki üyesi Scholl kardeşler tutuklandılar, 4 gün boyunca sorgulandılar ve 22 Şubat’ta idam cezasına çarptırılarak aynı gün infaz edildiler.
Üniversite öğrencilerinin bu antifaşist hareketi 1970’lere kadar pek önemsenip anımsanmadı. 1968 gençlik eylemleriyle itibarları iade edilen Beyaz Gül’ün birçok üyesinin adları okullara verildi. Bugün Münih’te Ludwing-Maximilian Üniversitesi’nin önünde yerlere saçılmış antifaşist bildiriler biçiminde tasarlanmış bir Beyaz Gül Anıtı bulunmaktadır.
Sophie Scholl-Die Letzten Tage
1968 doğumlu Alman sinemacı Marc Rothemund, 2005’te çektiği Sophie Scholl-Son Günler’de Sophie’nin dört gün süren sorgusuna odaklanıyor. Film, Rothemund’un tam bir irade savaşına dönüşen ve teatral bir mizansene oturttuğu sorgu sahnelerindeki başarılı yönetimi ve Sophie’yi canlandıran Julia Jentsch’in etkili oyunculuğuyla adeta bir sinema şölenine dönüşüyor. Vizyona girdiği 2005’te Julia Jentsch’e Avrupa Film Ödülleri, Bavyera Film Ödülleri ve İzleyici Ödülleri’nde üç kez En İyi Kadın Oyuncu ve Yönetmen Marc Rothemund’a Bavyera Film Ödülleri ile Seyirci Ödülleri’nde iki kez En İyi Yönetmen Ödülü kazandırdı. Ayrıca En İyi Yabancı Film Oscar’ına aday gösterildi.
Rothemund, giriş jeneriğinde gösterdiği senaryo kaynaklarıyla filme tarihsel bir nesnellik kazandırmak istiyor. Özellikle sorgu sahnelerindeki soğuk savaşta, Julia Jentsch’in güçlü bir mücadele iradesini yansıttığı oyunuyla ruhsuz bir belgeselciliği aşmak istediği ve bunu fazlasıyla başardığı söylenebilir. Bu sahneler, filmin temel çatışmasının yarattığı psikolojik gerilimle seyirciyi duygu fırtınasının ortasına bırakıyor.
6. Bildiri
Film, Sophie ile Gisela’nın radyoda dinledikleri yaşama sevinci dolu bir şarkıya eşlik etmeleriyle seyirciyi selamlayarak açılıyor. Ama Sophie acele çıkmak zorundadır, ertelenemeyecek işleri vardır: Beyaz Gül’ün 6. Bildiri’si hazırlanıp postalanacaktır… Senaryo, buralarda pek oyalanmıyor; hızlıca bildirilerin üniversitede dağıtılmasına geçiyor. Sophie, faşizme karşı gençlerin duyarsızlığına o kadar öfkelidir ki bildirileri üniversitenin ikinci kat koridorundan aşağıya savurma güdüsüne engel olamıyor. Anında açığa çıkıyorlar ve Gestapo tarafından ağabeyi ile birlikte tutuklanıyorlar.
İki kardeş çapraz sorguya alınır. Filmin odağını oluşturan Sophie’nin sorgusu, Merkez Polis Teşkilatı’ndan Robert Mohr (Gerald Alexander Held) tarafından yürütülür. Sophie olayın sorumluluğunu kabul etmez. Sorgu boyunca Üçüncü Reich döneminin rejimi, ifade özgürlüğüne getirdiği ağır yasaklar, ülkede yaşanan katliamlar, cephede yüz binlerce askerin, kentlerde milyonlarca sivilin öldürülmesi, yönetim erkinin ve halkın bunun gerekliliğine inandırılması sorgunun çatışma alanlarını oluşturur.
Polis Mohr’un bir duvar kadar ruhsuz suratı, Nazi Bölge Müdürü’nün, bizim de yabancısı olmadığımız sözlerini aktarırken bile pozisyon değiştirmez: “Kızlar üniversitede boşa vakit geçireceklerine Führer için çocuk doğurmalılar!” Sophie ise sorgu boyunca bir çelik kadar dirençli iradesini beslercesine, yüzünü film boyunca pencereden vuran, bir metafora dönüşecek olan, “gün ışığı”na çevirir. Sorgunun ilk perdesi, Sophie’nin galibiyetiyle ve beyaz gül masumiyetinin yansıdığı yüzüne yayılan belli belirsiz tebessümle kapanır. Ancak babası Robert Scholl’un, bir süre önce Hitler aleyhine konuştuğu bilgisi gelince Sophie’nin tahliyesi durdurulur.
Öğrenciden Öğrenmek
Sorgunun ikinci perdesi böyle başlar. Şimdi Mohr, asker ağabeyinin silahını, posta için alınan çok sayıda pulu, daktilosunda yazılmış bildirileri, 7. bilirinin el yazısı taslağını masanın üzerine koyar. Sophie’nin bütün bunlara karşın dimdik direnişi sorgu polisini çileden çıkarır, kontrolü kaybetmek üzereyken son darbeyi vurur: Ağabeyi Hans’ın (Fabian Hinrichs) imzalı itirafı masanın üzerindedir. Bu anda Sphie Scholl sesini birkaç desibel yükseltir: “Evet! Biz yaptık! Yaptığımdan gurur duyuyorum!” Sorgu polisinin yüzündeki hüznü görmemesi için tuvalet arası ister, hücresinde hasta annesi ve tüm ailesi için gözyaşı döker.
Sophie’nin duygusal derinliğini, hapishanedeki ilk gecesinde, Hitlerin ordusunda savaş karşıtı bir subay olan nişanlısı Fritz için duyduğu kaygıları ve onunla tanktan toptan, ölümden kırımdan uzak, deniz kenarında yaşadıkları çıkarsız aşk ve duygu yüklü anılarını hücre arkadaşıyla paylaşırken anlarız. Onun bu duygu yoğunluğuyla sorgu polisi karşısındaki soğukkanlılığının yarattığı çatışma filme son derce etkili bir psikolojik derinlik katar. Kamera bu derinliği baş ve yüz plan çekimleriyle destekler.
Sorgu “Beyaz Gül” üzerinde derinleşmeye başlar. Bu andan itibaren sorgucu Sophie ve sorgulanan Robert Mohr üzerinden Hitler faşizmidir: “Lanet olası demokraside ben sadece terzilik eğitimi aldım, Nazi yönetimi olmasaydı hâlâ bir köy jandarmasıydım! Alman askerlerimiz Avrupa’yı zenginlerin iktidarından ve Bolşeviklerden kurtarıyor ve büyük, özgür Almanya için savaşıyor.” diyerek savunmaya geçen Polis Mohr’dur.
Sophie sorguyu sürdürür: “Yabancılar Hitlere direnmeden teslim olduk diye bizi sorumlu tutacaklar… Nazilerin özgürlük ve şeref adına tüm Avrupa’da gerçekleştirdiği katliamlar… Şayet Alman gençliği en kısa zamanda Hitler’i düşürmezse, Alman kimliği her zaman lanetle… Yahudi bir öğretmenimiz vardı, herkese onun yüzüne tükürülmesi emredildi… 1941’de Münih’te kaybolan binlercesi gibi… Nazilerin, zihinsel özürlü çocukları gaz ve zehirle imha ettiklerini öğrendiğimde nasıl dehşete kapıl… bakımevindeki çocukların kamyonlarla alındıklarını anlattı… cennete gidiyorlar, demiş bakıcılar… şarkı söyleyerek binmişler kamyona diğer çocuklar… Ben… bunun için mi yanlış eğitilmiş oluyorum… Acıların ne tür olgunluklara yol açtığını gör… Her yaşam değerlidir…”
Mohr sağlı sollu aldığı fikir yumruklarına daha fazla dayanamaz, kuyruğuna basılmış it gibi havlayarak masadan fırlar. Derin bir sessizlik, Sophie’nin Nazilere verdiği dersin altını çizer: “Pişman değilim, sonuçlarına katlanmak istiyorum!”
Nazilerin Mahkeme Tiyatrosu
Sophie hemen ertesi gün “Vatana ihanet, orduyu bölmeye teşebbüs ve düşmana destek” suçlamasıyla tamamı rütbeli subaylardan oluşan ve başında Roland Freisler’in (André Hennicke) bulunduğu “Halk Mahkemesi”ne çıkarılır.
Mahkeme salonu bir tiyatro sahnesi gibidir; çünkü burada bir tiyatro oynanacaktır. Rothemund, filmi zayıflatmak pahasına mahkemeyi ve Başkanı karikatürize eder. Sanki Faşist otokrasinin, devletin bütün baskı aracı organlarıyla yurttaş bireyi nasıl nesneleştirdiğini etkili bir biçimde anlatmanın diğer bütün yolları yetersiz kalacak gibi davranır. Başkan, alnının damarı çatlarcasına bağırıp hakaret eder sanıklara: “Şerefsiz köpek, hâlâ mahkememiz önünde Führer’e hakaret etme cüretini gösteriyorsunuz! Kapat çeneni! Götürün!” İşte mahkeme bu kadar! Son sözleri alınır. Probst: “Çocuklarım adına hayatım için yalvarıyorum…” Hans: “Yüksek mahkemenizden rica ediyorum, Probst’ı affedin, onun yerine beni cezalandırın…” Sophie: “Yakında bizim durduğumuz yerde siz duruyor olacaksınız…” Karar: “…nedeniyle ölüm cezasına çarptırılmasına…” Sophie haykırır: “Terörünüz yakında sona erecek!” Hans daha sakin: “Bugün siz bizi idam ediyorsunuz, yarın sıra sizde olacak!”
Aynı gün hapishanede Papaz, giyotine götürülmeden az önce Sophie’yi kutsar: “Kimse arkadaşları için canını verenden daha çok sevgi bulamaz!” Görevli, ağabeyi ve Probst ile bir sigara içmelerine izin verir. Üçü sigarayı paylaşırlar, sarılırlar. Önce Sophie gider ve giderken söylediği “Güneş hala parlıyor! Ne üzücü, böylesine güzel bir gün, böyle bir güneş ve ben gitmek zorundayım!” sözleri sarsıcıdır. Giyotine gidinceye kadar gün ışığını içercesine yüzünü güneşe verir… Giyotine yatırılır. Bıçak düşer, perde kararır. “Yaşasın özgürlük!” Bu Hans’ın sesidir. Perde hâlâ bir ölüm kadar karanlıktır. Bıçak üçüncü kez düşer…
Bıçağın her düşüşü bilincimizde bir ateş yakar: İlki, faşizm kanlı bir bıçaktır; ikincisi, üniversite sadece üniversite değildir; üçüncüsü, üniversite öğrencisi halkına ve geleceğe karşı sorumludur!
Sağ olasın Mustafa Hocam.
Her ne kadar yazının başında günümüz Türkiye’siyle ilgi kurmak gibi bir düşüncede olunmadığı belirtilse de yaşanan olayların benzerliği, halka sunum biçimleri ve sonuçları (şimdilik bizde giyotin eksik) o kadar örtüşüyor ki içinde yaşıyorsun adeta. Güzel yazı, sağ olasın Üstad.
Usta kalem, duygu yüklü ve etkili anlatım…