Ulus, Egemenlik ve Çocuk

Aydınlık geleceğimizin güvencesi için çocuklarımız, ulusal bağımsızlığımız ve egemenliğimiz vaz geçilmez önemdedir. Böyle bir geleceği yeniden inşa etmek için işe, eğitim ve kültür devrimi olan Cumhuriyet’in bugün birbirinden koparılıp atılan bu üç değerini, “ulus”, “egemenlik” ve “çocuk”u tekrar bir araya getirmekle başlayabiliriz…

YÜKSELİŞ

1920’de 16 Mart günü İstanbul resmen işgal edilmişken; 2 Nisan’da Hulusi Salih Paşa kabinesi düşmüşken; 5 Nisan’da Damat Ferit Paşa bir kez daha sadrazamlığa getirilmişken; 10 Nisan’da Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Kuvayı Millîye güçlerini bir fetva ile kâfir ve liderlerini ölüme mahkûm etmiş, ama aynı gün Ankara müftüsü Rifat Börekçi 153 müftünün imzaladığı Ankara fetvasıyla Şeyhülislam’a karşılık vermiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı “caiz” kılmışken; 13 Nisan’da Büyük Millet Meclisi seçimlerine ve Ankara’da hükûmet kurulmasına karşı Damat Ferit Paşa hükûmetinin desteklediği Hilafet Ordusu Düzce’ye, 18 Nisan’da Bolu’ya, 20 Nisan’da Gerede’ye ulaşmışken; 23 Nisan’da Kuvvacılar, belirledikleri 337 milletvekilinden 137’sinin katılımıyla Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni açıyor ve meclis olağanüstü koşullarda 1. Dönem çalışmalarına başlıyordu…

1921’de 11 Ocak günü İsmet İnönü komutasında 6 gün süren 1. İnönü Muharebesi zaferle taçlanmışken; 23 Mart günü 2. İnönü Muharebesi başlamış ve on gün sürecek savaş yine İsmet Paşa komutasındaki birliklerimizin zaferi ile sonuçlanmışken; Kuvayı Millîye güçleri Fransız ordusu birliklerini 28 Mart günü Adana’nın Düziçi ve Bahçe mevkiinden, 1 Nisan günü Karaisalı’dan, 11 Nisan günü Urfa’dan söküp atmışken, o Meclis 23 Nisan’ı “Millî Bayram Addine Dair Kanun” ile Türkiye’nin ilk ulusal bayramı ilan ediyordu…

1922’de Kuvayı Millîye, 3-9 Ocak günleri Fransız ordusu birliklerini Mersin, Adana, Ceyhan, Tarsus, Osmaniye, Erzin ve Dörtyol’dan kovmuşken; Türk orduları Başkomutanı Mustafa Kemal 25 Ağustos gecesi Şuhut’tan Kocatepe’ye “Zafer Yürüyüşü”ne geçmişken; 26 Ağustos günü başlayan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin, beş gün sonra 30 Ağustos’ta kesin bir zafere ulaşmasının ardından Büyük Taarruz’a başlamışken; 27 Ağustos’ta Afyonkarahisar’dan 25 Eylül’de Lapseki’ye kadar vatan topraklarımız Yunan işgalinden birer birer sökülüp alınmışken; 11 Ekim’de Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Kurtuluş Savaşı fiilen sona ermişken 1 Kasım’da aynı Meclis saltanatı kaldırıyor; o günü Hakimiyet-i Millîye Bayramı ilan ediyor ve 2 Kasım günü Mustafa Kemal Bursa’da, Petit Parisien muhabirinin Türkiye’nin yeni yönetimiyle ilgili sorusunu, “Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi, yeni bir Türkiye doğmuştur.” biçiminde yanıtlıyordu…

Ve sonraki yılların 23 Nisan’larında Millî Bayram ile 1 Kasım Hâkimiyet-i Millîye Bayramı birlikte kutlanıyordu. Öte yandan Himaye-i Eftal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu), anne babası ve yakınları savaşta kalmış, bir daha dönememiş öksüz ve yetim çocuklar için öteden beri çalışmalar yapıyor; onlar için yardım kampanyaları düzenliyor, pullar bastırıyor, rozetler hazırlayıp satıyordu. Bir yandan da yeni devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin genç ve güçlü özünü, devrimci ve geleceğe dönük yüzünü çocuklarla ilişkilendiriyor, bu nedenle Cemiyet 1927’de 23 Nisan’ı “Çocuk Bayramı” olarak duyuruyordu…

O günden sonra bu üç kavram “ulus”, “egemenlik” ve “çocuk” herhangi bir yasayla resmiyet kazanmadan birleşti, “23 Nisan Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. 1933 yılının 23 Nisan’ından başlayarak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün, çocukları makamına kabul etmesi ve onlarla ülke sorunlarını konuşması gelenekselleşti. 1929’dan itibaren 1970’li yıllara kadar süren, bayramın da içinde olduğu 23-30 Nisan Çocuk Haftası kutlamalarına 1975’te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da bir hafta boyunca çeşitli çocuk programlarıyla katıldı. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, 1979 yılını Dünya Çocuk Yılı olarak duyurunca TRT tüm dünya çocuklarını kucaklayan Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği etkinliklerini uygulamaya koyuldu. 1980’de ise bütün illerden gelen çocukların üyesi olduğu “Çocuk Parlamentosu” kuruldu ve böylece çocuklarımızın ulusal egemenlik “eğitimi” başladı; bir yıl sonra da “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” resmiyet kazandı.

DÜŞÜŞ

1970’li yıllarda tükenmeye başlayan küresel ekonomik sistem, yeni olanaklar yaratma çabasıyla kamu kaynaklarına yöneldi. Serbest piyasa ekonomisini dayatan kapitalizm, özelleştirme politikalarıyla kamu ekonomisini talan etti. Bu acımasız sömürüye yükselen itirazlar toplumsallaşınca küresel sistem, iktidarını sandık demokrasileriyle ve ikna politikalarıyla sürdürmeye çalıştı, sürdüremediği ülkelerde darbeler yoluyla iktidarını kurdu ya da korudu. 12 Eylül 1980’de ülkemiz de bu darbelerden nasibini aldı ve Cumhuriyet’in bütün aydınlanmacı filizleri kırıldı.

Böylelikle tüm kurum ve kuruluşlarıyla halkçılığından, aydınlığından ve bağımsızlığından hızla uzaklaştırılan Cumhuriyet Türkiye’sinin Kamu İktisadi Teşekküllerinin, önce soyulup soğana çevrilerek zarar etmeleri sağlandı ve bu durumları da özelleştirme gerekçesi yapıldı; sonra devlet (kamu) kasasından tekrar kâr eder duruma getirilerek özel sektöre devredildi! 2000’e geldiğimizde, milenyumun hemen başında, sandık demokrasisi artık kitleleri daha kolay “ikna” edebiliyordu. Çünkü özelleştirme, çökertilen kamu ekonomisinin yoksullaştırdığı halkı hem iktidar adaylarının sosyal yardımlarına (sadakalarına) mecbur bırakmış hem de bu yardımları oya tahsil etmişti! Bundan sonraki hükümetler eliyle Cumhuriyet’in ekonomik kazanımlarının sömürüsüne eğitim, kültür, sosyal ve siyasi yönetim dönüşümleri de eklendi.

Kendine yakın iktidarlar marifetiyle orduya, yargıya ve devletin hemen her köşesine sızan (Yayını da ‘Sızıntı’ydı!) Nur Cemaati’nin Gülen Kolu’nun kurduğu silahlı terör örgütü, yerleştiği/yerleştirildiği devlet kurumlarından aldığı güçle ve ABD himayesinde, ulusal egemenliğimizin karargâhı ve “tecelligâhı” olmaktan adım adım uzaklaştırılmış, kuru ve cansız bir simgesine dönüşmüş olan meclise saldırdı. Halkın, yurtseverlerin karşı duruşuyla bu kez belki tam olarak başaramadı, ama Cumhuriyet’in bütün temel kurumlarında ve güvenliğinde onulmaz gedikler açtı.

16 Nisan 2017’de yapılan referandumla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi o gedikten ‘sızdı’ ve 9 Temmuz 2018’de uygulanmaya başlandı. Ulusal egemenliğimizin karargâhı Türkiye Büyük Millet Meclisi işlevsiz kılınmış oldu. Yasamanın kararnameler yoluyla çoğu, yargının cumhurbaşkanı atamalarıyla tümüne yakını ve yürütmenin atanmış bakanlar eliyle bütünü cumhurbaşkanına devredildi. Böylece ulusal egemenlik ilan edilişinin 97’nci yılında resmen, 98’inci yılında fiilen son buldu! Son bulunca da egemenliğin ulusun temsilcilerinden alınıp sarayın sahibine teslim edildiği bir rejimde bunun bayramını kutlamak gereksiz oldu. Bu nedenle karşı devrim sürecinde “Ulusal Egemenlik”i koparılıp atılan bayramdan elimizde sadece “çocuk” kaldı.

ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK

Şimdi artık 23 Nisan’ın bu son parçası “çocuk” da saldırı altındadır. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, “Başyüce” iktidarının kuramcısı, “dindar ve kindar” Necip Fazıl’ın “anti Gençliğe Hitabe”siyle değiştirilen; “And”ı dilinden, “Söylev”i elinden sökülüp alınan çocuklarımız, ÇEDES uygulamalarıyla camilerde, mezarlıklarda imamların rehberliğinde ders yapıyor; sınıflarında maket mezarlarda yatan yakınları için kurmaca ağıtlar yakıyor; Cumhuriyet’in yeminli düşmanı tarikat şeyhlerinin mezarlarını ziyaret etkinliklerine katılıyor; Sübyan mekteplerinde, Kuran kurslarında hem başları hem basiretleri bağlanıyor ve tarikat yurtlarında istismara maruz bırakılıyorlar…

Öte yandan TÜİK’in Genel Nüfus Sayımları ve Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (1950-2024) verilerine göre “eski Türkiye”de (1970’ler), 2 kişiden 1’i çocuktu. Birleşmiş Milletler örgütünün 0-17 yaş grubunu içeren tanımına göre, “yeni Türkiye”de ise (2025) 4 kişiden 1’i çocuk ve 4 çocuktan 1’i emeğin en çok sömürüldüğü ucuz işgücü çarkının içinde aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmak zorunda kalıyor… Bu yapısal sorunun sorumluları, nedenlere kafa yoracak yerde sonuçlara bakıp çocuk nüfus oranının azalmasını “savaştan daha tehlikeli” buluyor; anneleri, nasıl yapmaları gerektiğini de belirterek, daha fazla doğurmaya çağırıyorlar!

Ve çocuklarımızın bir kısmı devlet okullarında kara çarşaflar içinde ilahiler söyleyerek, bir kısmı da özel okulların “rock ritimli” eğlence programlarında bayrak sallayıp balon uçurarak, “ulus” ve “egemenlik”ten uzak “Çocuk Bayramı” kutluyorlar! Artık 23 Nisan’larda hâlâ var olduğu halde Meclis kürsüsüne çıkarılmıyor, var olmadığı için Başbakanlık koltuğuna oturtulmuyorlar. Böylelikle Cumhuriyet’in, ulusal egemenliğin çocuk üzerinden kurduğu gelecekle ilişkisi bir kere daha kesiliyor.

Peki, beri yanda 12 Eylül’ün gardırop Cumhuriyetçileri ve Atatürkçüleri ile Cumhuriyet devrimlerinin sınıf mücadelesine dayanması olanaklıymış da dayanmamış gibi “ulusal egemenlik ve çocuk”a burun kıvıran “devrimcileri”, bu tavırlarıyla yıllardır karşı devrimin inşasına harç taşımış olmadılar mı? Devletin tüm gücü ve araç gereçleriyle yapılan karşı devrim saldırısının önüne duvar örerken, çuvaldızı Cumhuriyetin devrimciliğinden rahatsız olan muhafazakârlarımıza ve kamuculuğundan hoşlanmayan liberallerimize, iğneyi de burnu havada “sol ve sosyalist”lerimize batırmamız gerekmez mi?

Batıralım öyleyse: Kapitalizmin gelişimiyle birlikte ulusların ortaya çıkışı ve güçlenmesi önemli bir tarihsel olgudur. Kapitalizm, burjuvazinin feodal monarşi ve krallıkların karşısındaki devrimci mücadelesi sürecinde kendini inşa ederken ulusal egemenlik, bu inşanın maddi ve kültürel temeli olmuştu. Çünkü kapitalist üretim tarzı, belirli bir ulusal ekonomiye dayanmak ve ulusal pazarlar üzerine kurulmak zorundaydı. Bu nedenle, ulusal bilincin ve bağımsızlığın gelişimi, kapitalizmin doğal bir sonucuydu.

Sınıf mücadelesinin başat olduğu kapitalizmin sosyolojisinde sınıfsal çelişkinin temel çelişki olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur; tıpkı emperyalizm çağında temel çelişmenin ezen-ezilen uluslar arasında olmasındaki gibi. Toplumu dönüştürmeyi sınıfsal temelde ele alan bilimsel sosyalizm, ulusal bağımsızlık mücadelelerini, sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirmek zorundadır. Ulusal bağımsızlık, eninde sonunda bir ulusal pazar, yani ekmek sorunudur. Dünyadaki gelir adaletsizliği ve eşitsizliğin bu denli derinleşmiş olması, kâr/pazar odaklı kapitalizmin, halkı doyurma iddiası ve olanağını çoktan yitirdiği; ulusal egemenlikleri, pazarı ve piyasası önünde bir engel olarak gördüğü ortadır. Bu nedenle ulusal egemenlikler, emperyalizm çağında artık kamucu politikaların, yani sosyalizmin sorunudur.

Lenin, Marksist kuramı geliştirirken ulusal sorunun önemini vurgulamış, kapitalist sistemin gelişiminin ulusal sorunu derinleştirdiğini ve sınıf mücadelesini etkilediğini ileri sürmüş; kapitalizmin genişlemesiyle birlikte, sömürgeciliğin yükseldiğini ve bu sürecin ulusal bağımsızlık mücadelelerini etkilediğini savunmuştur. Onun literatüre en önemli katkılarından biri, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesidir. Ancak bu ilke, emperyalizmin kendi pazar çıkarları için etnik topluluklar adına savunduğu bir self determinasyon değil; tersine emperyalist sömürü altında her ulusun, kendi politik kararını vermesi ve bağımsızlık hakkına sahip olması anlamındadır. Lenin, adını koyduğu “emperyalizm çağı”nda etnik ayrışmalar temelinde toplumu atomize ederek sömürü karşısında ulusu dirençsiz kılmayı kastetmiş olamazdı kuşkusuz. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, Marksist teorinin temel prensiplerinden biridir ve sınıf mücadelesiyle ilişkisi bakımından proletaryanın devrimci çıkarlarıyla uyumludur. Nihayet bu hak, Kurtuluş Savaşımızın ve Cumhuriyet devrimlerimizin de meşru zemini oldu.

Tekrar 23 Nisan ve “çocuk”a dönecek, 23 yıllık iktidarın çocuk politikaları karşısında duyarsız kalmayı başaranları bu çerçevede gözlemleyecek olursak, bu konuda kafalarının hâlâ pek net olmadığını görebiliriz: Kimi “aşkın” bir sosyalizm anlayışı kimi de “iç cephenin tahkimine zarar” vereceği şaşılığıyla emperyalizmin ulusal egemenlik düşmanlığına kör kalabilmektedir. Bu nedenle birinciler “ulusal egemenliği”, ikincilerse “çocuk”u önemsizleştirmekte; ama sonuçta her ikisi de Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ndan, milliyetleri ayakları altına almakla “ulusal”ı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle “egemenlik”i koparıp atan iktidarın Cumhuriyet karşıtlığına güç vermektedirler. Tümüyle körleşenlerse “Atatürk peygamber değil, 23 Nisan’ı Çocuk Bayramı yapması yanlıştır, ben o balonları patlatıyorum!” diyerek “ulus”, “egemenlik”, “çocuk” konseptinin “çocuk” kısmına düşmanlıklarını bile ilan edebiliyorlar!

Özetle aydınlık geleceğimizin güvencesi için çocuklarımız, ulusal bağımsızlığımız ve egemenliğimiz vaz geçilmez önemdedir. Böyle bir gelecek için işe, eğitim ve kültür devrimi olan Cumhuriyet’in birbirinden koparılıp atılan bu üç değerini, “ulus”, “egemenlik” ve “çocuk”u tekrar bir araya getirmekle başlayabiliriz.

O halde “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kutlu olsun!

“Ulus, Egemenlik ve Çocuk” için bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir