Herhangi bir “şey”in anlamı, açtıkça yayılan bir yapıya sahiptir. O yapıda her parça, kendisinin yokluğunda eksik kalan bir anlamı tamamlar. Gramer sadece dile ait bir kurallar bütünü değil; yaşamın ve “şey”lerin yapısını kuran bir iskelettir. Anlam kurmak o iskelet üzerine bir yapıyı inşa etmekse; anlamak, o yapıyı sökmektir!
“Olmayacak şey bİr İnsanın bİr İnsanı anlaması”
Attila İlhan, ilk baskısı fırtınalı 1968’in Haziran’ında yapılan Yasak Sevişmek adlı kitabında, işgal altındaki İzmir’in acı veren gürültüsünün, hüzünlü bir kent sakinin iç sesine karıştığı beş bölümlük “Bir Özge Muammer Bey” şiirini şöyle anlatır “meraklısı için”:
“Nasıl ‘Hasköy Bahriye Kahvesi’ benim içimde bir tarafıyla babamın anısına bağlanıyorsa, ‘Bir Özge Muammer Bey’ de öyle çocukluk yıllarımdan başlayarak, annemden dinlediklerime bağlanır. Annem, Yunan işgalini İzmir’de yaşamıştır, çocukluğumuz boyunca ondan şehrin işgal altındaki yaşantısıyla ilgili bir sürü şey dinlemiştik, ben hem bunları işgal gerçeğinin acılığıyla ortaya koymak istedim, hem de Muammer Bey’in iç serüveniyle ‘dünyanın bir kavga, kavganınsa bir büyük yaşamak’ olduğunu!”
Ve o şiirin üçüncü bölümünde, gözdesi Karantinalı Despina, İzmir’in işgal edilmesinden sonra, Yunan subayı Albay Zafiru’yla ‘aldatıverir’, İspilandit Palas’ta Bir Özge Muammer Bey’i. Kara Kız kantosuyla depremler yaratan, çapkın gülüşlü, yürekler yakan Despina, bu seçimiyle kederli Muammer Bey’i İzmir Körfezi’nin hüzünlü sularına döker, yalnızlığıyla birlikte:
“(…)
işgal altüst etti nasıl da izmir’de her şeyi
öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi
körfez’de parıldayan yunan zırhlılarına karşı
miralay zafiru’yla ispilandit palas’ta sevişmeyi
gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması
havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı
demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması”
Dİlİn doğası ve anlam
Bizi bu Dil Yazısı’nda asıl ilgilendirense, demlendikçe yalnızlığı aydınlanan Muammer Bey’in “bir insanın bir insanı anlaması”nın “olmayacak şey” olduğunu, ne kadar “anla”dığıdır! Muammer Bey’in Karantinalı Despina’yı anlamasının ya da Despina’nın Muammer Bey’in anlam dünyasına sokulmasının, biri bilincin öznel niteliğine, diğeri dilin doğasına ait iki engeli vardır çünkü.
Dile ait engel şudur: Dil, bir öz veya bir deneyimin kendisi değil, görünüşüdür; duyumsadığımız özü, yaşadığımız deneyimi aktarmak için kullandığımız bir görünüştür bu. O nedenle dil bir özü, deneyim ya da gerçekliği göstermekte ve aktarmakta eksik kalmaya koşuludur. Çünkü dil imgeseldir ve imge, bir “şey” değil, o “şeyin temsili”dir; “e” görünüşünün “eee” sesi değil, o sesin temsili; “elma” sözcüğünün de “elma meyvesi” değil, o meyvenin temsili olması gibi. Bu nedenle gösteren dilsel öge ile gösterilen içerik arasında birebir örtüşme olanaksızdır, anlam kaybı kaçınılmazdır.
Hele “sevgi” gibi bir imgenin ortalığa saçtığı çağrışım bolluğu düşünülürse, sadece Muammer Bey’i değil, her seveni bir anlam denizine atmaya yeter de artar bile! O anlam denizinde insan, boğulmamak için, olası “yorum”lardan birine tutunmak zorunda kalır; zira can havliyle yaşama tutunmaya, birbirimizle iletişim kurmaya, birbirimizi anlamaya koşuluyuz. Felsefe tarihinin belki de en etkili sözü olan Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat, yaşamaya değmez!” demesi gibi, insanın anlamlandıramadığı hayatta anlamsız kalarak yaşaması olanaklı değildir!
“Anlam”ın ve “anlama”nın, bilincin öznel niteliğine ait engelini ise, “anla-” sözcüğünü kısa bir etimolojik eşelemeyle ortay çıkarabiliriz: “Anla-“, Oğuzca, olasılıkla “ayıraç, ayrım” demek olan “an” eş kökünden “-la” ekiyle türemiş; “ayırt etmek, akıl (ang) erdirmek, kavramak, anımsamak” kavramlarını çağıran bir eylemdir. Eylemin bilinçle ilişkisi çok açık, bilinçse doğası gereği öznel bir niteliktir. Felsefede ve psikolojide “qualia” denilen probleme göre, kendimizi bütünüyle dışımızdaki bir varlığın yerine koyamayız, onu bire bir anlayamayız. Çünkü bir “şey”i anlama sürecimize eşlik eden öznel bir nitelik hep vardır ve bu, bize ait yaşantılar sayesinde o “şey”i ancak yorumlayabiliriz demektir. Yorumlamak, olası anlamlardan birini seçmek; seçmekse diğerlerini dışarıda bırakmayı gerektirir. İşte birini veya bir şeyi tam olarak anlamamızın, dilin imgesel olmasından sonra ikinci engeli!
Daha önceki yazılarımızda dilin doğasına ilişkin bu ve buna benzer tartışmalara yer vermiştik. Bu kez konuyu anlam felsefesi bağlamında, Jacques Derrida’nın “metin” kavramı üzerinden düşünmeye çalışıyoruz. Öncelikle, yeni bir yazıbilimi öneren Gramatoloji’nin yazarı Derrida’nın, “söz”ün “yazı”ya tarihsel önceliği düşüncesine karşı çıktığını, Batı’nın ve geleneksek felsefenin sözmerkezciliğini (logosantrizm) yapısöküme uğrattığını belirtelim.
Derrida’da yazı ve metİn
Jacques Derrida’nın (1930–2004) da içinde bulunduğu, Bilimde kuşkucu; varoluş, varlık, eleştirel teori, dil ve metin analizci; edebiyat, sanat ve kültürün daha özel sorunlarına odaklı; anlam arayışı içinde yorumlamacı ve yeniden yapılandırmacı Kıta filozoflarının dil konusundaki tavırları, edebiyat eleştirmeni ve dilbilimci tavrıdır. Onlar, dile fenomenolojik bir yaklaşım içindedirler; dili bireyin deneyimlerini şekillendiren ve ifade eden bir araç olarak ele alırlar. Onlara göre dil, bireyin dünya ile kurduğu ilişkinin bir parçasıdır. Dilsel anlamın katmanlı doğasını öne çıkaran Kıta felsefecileri, bu anlamın açık ve kesin olmadığını, aksine sürekli bir yorumlama ve yeniden yaratma sürecine tabi olduğunu savunurlar. Dilin güç ilişkilerini nasıl yansıttığına ve kültürel normları nasıl etkilediğine odaklanan bu düşünürler, dilsel anlamı ifade etmek için sadece mantık ve analizi değil, aynı zamanda sanat ve edebiyatın yaratıcı kullanımını da değerli bulurlar.
Derrida, Batı’nın karşıtlıklara dayalı idealizmine, sözmerkezciliğine (logocentrism) karşı konumlanmış, önemli düşünürlerden biri. Geleneksel felsefe sözü, Batı’nın da sahiplendiği biçimde, mutlak bir egemenlik aracı olarak merkezîleştirir. Platon da tıpkı idealar kuramındaki gibi, bu kez sözü zihinsel deneyimlerimizin temsilleri, yazıyı da bu temsillerin ikinci dereceden basit bir taklidi saymış ve Phaedros diyaloğunda, sözün karşısında yazıyı mahkûm etmiştir.
Derrida, Gramatoloji’de ‘yazı’nın söze önceliğini vurgularken, Jean-Jacques Rousseau’nun Dillerin Kökeni Üzerine Deneme’sinden yaptığı şu alıntıya dayanır: “Bu üç yazma tarzı, insanların uluslar olarak toplanabileceği üç farklı durumu yeterince doğru bir şekilde karşılamaktadır: Nesnelerin tasviri vahşi halklara, sözcüklerin ve önermelerin işaretleri barbar halklara, alfabe ise uygarlaşmış halklara uygun düşer.” (Can Yay. 2022) Derrida, söz karşısında geri itilen yazıya itibarını kazandırdıktan sonra yazıyı/metni, tüm doğa varlıklarının görünüşlerine, olay ve durumların yapısal özelliklerine kadar genişletir.
Artık yazmak, duygu düşünce ve durumu, sözel bir ifade olmaktan kurtarıp görsel bir işarete aktarmak değil; okumak, dinlemek, bakmak süreçlerine konu olan “şey”in yapısını sökmektir. O “şey” bir kitap da olabilir, bir film, bir şarkı, bir olay, bir tören, herhangi bir görünüş de… Onun metin kavramı, yelpazesinin genişliği bakımından Michel Foucault’un “söylem” kavramına benzetilebilir. Bu durumda özneyi çevreleyen ve onun anlam dünyasını kuran her şey metindir. Her durum ve varlığı “yazı”nın işaretleri olan harfler gibi gören Derrida, bu nedenle “metin” kavramını olabildiğince ve alabildiğince açar ve “Metin dışında bir şey yoktur.” der.
Anlamın ötelenmesİ ve fark
Türkçeye “yapısökümü”, “yapıbozumu” biçiminde çevrilen “dekonstrüksiyon” yöntemiyle ele alır dil konusunu Jacques Derrida. Dilin, çatışmasız ve bir denge içinde bulunan karşıtlıklarla dolu yapısına dikkat çeker; her kelimenin anlamının diğer kelimelerle bağlantılı olduğunu ve anlamın belirlenmiş bir sabit olmadığını, bir ağ içinde sürekli ötelendiğini ileri sürer. Örneğin metnin ilk cümlesi en fazla anlamı dışarıda bırakan ifadedir. Metin ilerledikçe bu anlam açılır; ama yine de bu açılmanın belirlenmiş bir sınırı, sabitlenmiş bir merkezi yoktur.
Derrida, geleneksel felsefede anlamın tanımlanmış tekliği ve mutlaklığı karşısında, kat kat açılan sürekliliğini, Fransızca “différEnce” (fark) sözcüğünden uydurduğu “différAnce” sözcüğü ile kavramlaştırır. Bu terimle anlatmak istediği, bir şeyi başka bir şeyden ayıran ve aynı zamanda kendisi yapan kimliktir. Bu kimlik o şeyi, başka şeylerden farklılaştırarak var eder. Bu var etme, zıtlıkların çatışmayla birinin diğerini ortadan kaldırması biçiminde değil; aralarındaki dengeyi koruyarak birbirlerini dışta bırakmalarıyla olanaklıdır. Çünkü şeyler var olmak için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Dünyada tek bir çeşit “ağaç” olsaydı, ayrıca bir “çınar” göstergesine gerek olmazdı. “Çınar” göstergesi, ancak “söğüt”, “kavak”, “ladin”… göstergelerinin varlığıyla ve/ama onları dışta bırakarak var olabilir.
Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri’nde gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin uzlaşıma dayandığını, dilin birbirini dışlayan göstergelerden oluşan kapalı bir sistem olduğunu söylemişti. Gilles Deleuze ve Jacques Derida gibi Kıtacılar ise dili kapalı bir sistem olarak görmezler; yapısalcı yöntemi bu kapalı dizgesiyle dilin hayatla ilişkisini kesmesinden dolayı reddederler. Onlara göre göstergeler, her zaman başka anlam bağlantıları kurarlar, hiçbir zaman kapatılamazlar; başı, sonu, merkezi, sınırları yoktur ve denetlenemezler; çünkü anlamın sınırları dilin tarihselliği içerisinde sürekli olarak yer değiştirir. Onların bu “postmodernist belirsizlik” tutumları, anlamsal belirsizliği de gereğinden fazla abartmalarına varır.
Bİr Özge Muammer Bey
“Bir Özge Muammer Bey” tamlaması, birçok anlamı dışarıda bırakır. Şiiri Attila İlhan’ın yazdığını, şairin Yasak Sevişmek adlı kitabında yer aldığını, temasının nafile bir aşk olduğunu… Bunları yazdıkça/söyledikçe tamlamanın alamı kat kat açılmaktadır ve bu açılma bitecek gibi değildir. Attila İlhan bu açılmayı, şiir kitaplarının sonuna koyduğu “Meraklısı İçin Notlar”da yayınevi izin verse ve teknik engeller olmasa, daha da yazardı ama yine de bitiremezdi!
Bu arada, “Bir insanın bir insanı anlaması”nı “olmayacak şey” diye nitelendiren, kırık bir aşk hikâyesinin kahramanı “bİr özge Muammer Bey”e dönecek olursak; o, İzmir’in zengin ailelerinden biriydi, evliydi, çocukları ve işgalden önce kendisini “sınırsız bir mutlulukla” uyutan Karantinalı Despina gibi bir gözdesi vardı. İzmir’in kurtuluşunda Mustafa Kemal’i Göztepe’deki köşklerinde ağırlayan ve sonra da onunla evlenen eşi Latife Hanım, işte bu Uşakîzâde Muammer Bey ile Adeviye Hanım’ın kızıydı. Anlamı az daha açalım: Söz konusu şiir, Timur Selçuk tarafından bestelendi…
Görüyorsunuz yazdıkça anlam kat kat açılıyor; o halde yazmaya, yani anlam açmaya devam…