Günlük iletişimimizde sık söyleyip duyduğumuz ifadelerden biri: “Anlatabiliyor muyum?” Türevleri “Anlıyor musun?”, “Bilmem anlatabildim mi?”, “Yanlış anladın!”, “Çok anlaşılmazsın!”, “O kadar güzel ki, anlatamam!”… Dil dışı diğer iletişim olanaklarını dışta tutarak söylersek, insanların iletişim, bildirişim ve paylaşım gereksinimlerini karşılayacak, bütün bulanıklığına ve yetersizliklerine karşın hâlâ en kullanışlı araç dildir.
Anlama ve anlatma konusunda sadece biz ve iletişim kurduğumuz dil mi zafiyet içinde? Hayır, bu konuda sanatçılarla ilgili anekdot çok. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yeğenine öğretmeni, şairin bir şiirini açıklama ödevi verdiğini, Dağlarca’nın da yardım olsun diye kendi şiirini açıklayıverince, çocuğun sınıfta kaldığını duymuşsunuzdur; ya da tablosunun alt kenarında “Balık” yazan Picasso’nun, resim sergisini gezen ve “Bu nasıl balık Bay Picasso?” diye soran bir ziyaretçiyi “Balık görmek istiyorsan, sokağın başındaki balıkçı tezgahlarına git!” diye azarladığını veya “Bu konçerto neyi anlatıyor, açıklar mısınız?” diye soran dinleyiciyi, ünlü bir müzisyenin aynı parçayı bir kere daha çalarak yanıtladığını…
Neyse, konumuz sanatın anlamlandırma olanakları ve sanat eserlerinin anlamı değil. Sanat söz konusu olunca, onun diliyle alımlayıcısı arasındaki ilişkinin iletişim ve bilidirişimin ötesine geçtiğini, hatta sanatçının bunu, yani düz anlamı aşarak anlam katmanları yaratmayı, bir varlık nedeni olarak bile isteye ortaya koyduğunu biliyor ve kabul ediyoruz. Ama Cumhuriyet dönemi şiirinin geleneksel tüm edebî değerlerine başkaldıran asi şairi Orhan Veli, “Anlatamıyorum” adlı şiirine her ne kadar latince “daha fazla romantizm” anlamına gelen “moro romantico” alt başlığını eklese de şiir dilinin gündelik yaşam pratiği ve bildirişim işlevi içindeki kullanımından uzaklaşamadığı, tersine ona ulaşmayı amaçladığı sır değil.
Anlatamıyorum
(Moro Romantico)
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Burada “kifayetsiz kelimeler”le, dile ve bireyin “anlatamadığı” öznel deneyimlerinin başkalarına aktarılmasına dair kimi olanaksızlıklar var. Dil Yazıları’nın bu bölümünün konusu işte bu dile dair olanaksızlıklar. Orhan Veli haklı; duygu, düşünce ve deneyim, içsel ve öznel bir alan. Bu nedenle şiirinde işaret ettiği bu içsel ve öznel deneyimi okura transfer edememesi, yani “anlatamaması” son derece doğal.
Bir insanın duygu, düşünce ve deneyimlerini bir başkasına bütünüyle, tam istediği nicelik ve nitelikte anlatamaması da bir başkasının bu anlatılmak isteneni aynı tümlük ve nitelikte anlayamaması da dilin ve anlamın doğasına ilişkin bir sorun. Martin Heidegger, “Yüzmenin ne demek olduğunu, asla yüzmek üzerine yazılmış bir makale ile öğrenemeyiz; yüzmenin anlamını, bize ancak bir nehre atlamak söyleyebilir.” derken haklı.
Bunun gibi öznel ve bilinç alanına ait deneyimler felsefede, psikolojide “qualia” terimiyle adlandırılıyor. Terim, belli bir durum için ‘ne tür’ anlamında sorulan Latince ‘qualis’ten geliyor. Sadece kişisel olarak duyumsayıp yaşadığımız, başka birine olduğu gibi iletemediğimiz deneyimler bunlar: Şu satırları okurken hissettikleriniz, az önce içtiğiniz kahvenin tadı, odanın penceresini açtığınızda yüzünüze yalayan havanın tazeliği ve serinliği, gökyüzünde gördüğünüz yer yer gri bulutların lekelediği engin mavi, bahçedeki şu ağacın yemyeşil yaprakları arasında şakıyan kuşların işittiğiniz sesleri, kaybettiğiniz bir dostunuzun cenazesinden dönerken tutulduğunuz yağmurun sizde uyandırdığı yalnızlık hissi… Bunların tümü ve durmadan deneyimlediğiniz çok daha fazlası, duyu ve algıların sizde yarattığı içsel, sadece size özgü hallerini bütünüyle bir başkasıyla asla paylaşamayacağınız, daima size ait kalacak olan, sizin ‘qualia’nız!
Aynı biçimde siz de başkasının ‘qualia’sına onun ulaştığı gibi tümüyle ulaşamayacaksınız, hep bir şeyler eksik kalacak. İnsanların ağrılarının, acılarının, neşelerinin; görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama duyularıyla edindikleri deneyimlerin tüm bilgilerine en ince ayrıntısına kadar sahip olsanız da onları yaşamadıkça, o ‘qualia’ların niteliklerine dil aracılığıyla asla sahip olmayacaksınız. Bunlardan birini deneyimlediğinizde ise artık o, sizin ‘qualia’nız olacak ve örneğin Orhan Veli’nin “anlatamıyorum” dediğine asla ulaşamayacaksınız. Arada her zaman bir “açıklama boşluğu” kalacak!
İnsanoğlu bu “boşluğu” doldurmak umuduyla binlerce yıl önce dil denen aracı yarattı; onunla nice sözler söyledi, nice öyküler anlattı, nice şiirler yazdı… ama o “boşluk” yine de kapanmadı. Kapanmadı, kapanmıyor diye de hiç kimse dilini kullanmaktan vaz geçmedi; çünkü paylaşmak, birbirimizle iletişim kurmak zorundayız; soylu yalnızlığımıza zaman zaman gereksinim duysak bile bu dünyada gece gündüz tek başımıza yaşayamayız. Bu tekilliği çoğulluğa doğru aşmaya, bunu da dilimizle yapmaya koşuluyuz. Bu nedenle dil, bir bakıma olanaksızlığın bir olanağı olarak elimizde çok değerli bir araç olarak var olmaya devam ediyor. Bu nedenle eğretilemeler, aktarmalar, benzetmeler, ilişkilendirmeler yoluyla onun anlamlandırma olanaklarını genişletiyor; şiirler, öyküler ve türlü anlatımlarla onu güçlendiriyor, zenginleştiriyoruz.
Peki, giderek genişleyen ve güçlenen dil olanağımız, bir gün gelip de kendimize ait özel bir durumun deneyimini, yani “qualia”mızın niteliğini kusursuz bir biçimde başkasına transfer edebilmemizi sağlayacak mı? Bu sorunun yanıtı ne yazık ki dilin ve anlamın doğası gereği olumlu değildir. Değildir çünkü dil, sesleri/harfleriyle, sözleri/sözcükleriyle imgeseldir. İmgeler imledikleri şeyin kendileri değil, onların temsilleri, işaretleri, gösterenleridir ve dil de bir gösterenler dizgesidir. Örneğin “s” harfi, “sssss” sesinin kendisi değil, onu işaret eden bir imgedir; “ses” sözcüğünün, bir sesi yoktur, ama bu sözcük tüm ‘ses’lerin ortak gösterenidir. “Seni seviyorum.” tümcesinde de durum aynıdır; o tümce anlatım birimi olarak sevme deneyimimin kendisi değil, onu işaret etmekte kullandığımız bir temsil, bir imge, bir görünüştür.
Dilin bu niteliği, gerçek-imge, öz-görünüş ikiliğinin bir tarafında yer alması, onun görüngüsel, yani fenemolojik bir dizge olduğunu gösterir. Bu nedenle dil, gerçekliğin kendisi olmadığı gibi, onu tüm boyutlarıyla betimlemekte de yeterli değildir. Bu durum, dilin kendi yapısıyla ilgili olduğu kadar, “anlam”ın doğasıyla da ilgilidir.
Sözcüklerin etimolojisi bazen önemli bir yol göstericidir. “Anlam” sözcüğünün köküne doğru bir yolculuk, bizi “anlam”ın anlamına güvenle ulaştırabilir: “-ım” ekinin öncesi “anla-” eylemidir ve bu eylem “idrak etmek” demektir; çünkü “-la” yapım ekiyle ” akıl, hafıza” demek olan “an(g)” kökünden türemiştir. Güncel sözlükte “Bir kelimeden, bir sözden, bir davranış veya olgudan anlaşılan şey, bunların hatırlattığı düşünce veya nesne, mana, fehva, valör; bir önermenin, bir tasarının, bir düşüncenin veya eserin anlatmak istediği” (TDK, 2005:100) biçiminde tanımlanan “anlam”, terim olarak “bir dilsel ifadenin göndermede bulunduğu şey dışında sahip olduğu iletişimsel içerik” biçiminde tanımlanır (Atakan Altınörs, Dil Felsefesi Sözlüğü, 2000).
Dil felsefesinin başlıca sorunu olan anlamın, yani ‘iletişimsel içerik’in ne olduğunu belirlemeye çalışan belli başlı dört kuram var: İlki büyük ölçüde John Locke’nin görüşlerine dayanan “zihinci” kuramdır ve bir sözcüğün anlamını, onun zihinde canlandırdığı “ide”de arar. Frege, Russell, birinci döneminde Wittgenstein ve mantıkçı pozitivistlerin “göndergeci” yaklaşımı ise, anlamı önermeler düzeyinde ele alıp anlamlar ile göndergeler arasında olgusal bir gönderme bağı kurar. Tümcenin anlamını, alıcıda yarattığı eylem olarak ifade eden Blomfield ve Stevenson gibi düşünürlerin görüşleri de “davranışçı” yaklaşım olarak bilinir. Nihayet Austin, Grice ve ikinci döneminde Wittgenstein gibi düşünürler anlamı, sözün kullanıldığı ortam/bağlamda aramak gerektiğini söyleyerek anlam sorununa pragmatik bir yaklaşım önerirler.
Ancak Anglo-Sakson dünyada gelişen analitik felsefenin bu düşünürleri, düşüncenin sadece dil yoluyla analiz edilebileceğini ileri sürdüler ve bu nedenle “anlam sorunu”na kafa yordular. Gündelik dili, düşünce aktarmada “yetersiz ve bulanık” bulan mantıkçı göndergecilerden Frege, Russell ve daha sonra ilk döneminde Wittgenstein dilin bu “yetersizliğini ve bulanıklığını” gidermek; nesnel, olgusal bir dil oluşturmak için çalıştılar. Ama geldikleri noktada, bırakın gündelik dilin bu arızalarını onarmayı; onu tümüyle mantık içinde temellendirerek daha büyük bir çıkmazın içine soktular. Çünkü dili, sosyal, tarihsel ve kültürel bağlamından kopararak mantığın kapalı yapısı içine hapsettiler; onu gündelik yaşamdan beslenme olanaklarından yoksun bıraktılar. Kusursuz bir dilin peşinden giderek kısır bir dile vardılar!
Öte yandan Lyotard’ın “meta anlatılara bir şüphe meselesi” dediği postmodernizmin dil ve anlama yaklaşımı içinde Jacques Derrida, anlamın göstergeler dizgeside ortaya çıktığını kabul eder. Ona göre, bir metin veya sözcüğün anlamı, onların bağlamlarıyla olan ilişkileriyle belirlenir. Bir sözcüğün anlamı, diğer sözcüklerle olan ilişkisinden doğar ve her sözcük, anlamı için alımlayıcıyı bir başka sözcüğe gönderir. Metnin anlamı da içinde bulunduğu dil sistemi ve kültürel bağlamıyla ilişkilidir. Ona göre anlamın oluşma süreci “diferens/diferans” ilkesine, yani sözcüklerin karşıtlığı ve farklılığına bağlı olarak işler. Bu ilişkiler ve bağlamlar sürekli olarak kaygan ve değişken olduğundan, bir metnin sabit ve nihai bir anlamı olamaz.
Bir başka postmodernist Gilles Deleuze de anlamı, aşkın, sabit, mutlak bir öz kabul eden Platon ve Hegel’e karşı onun dinamik, tarihsel ve toplumsal olarak kurulan değişken doğasına dikkat çeker. Anlamın yaratıcı bir süreç olduğunu vurgulayan Deleuze, onun düşünsel düzlemlerdeki ifadelerin etkileşimi ve birleşimiyle ortaya çıktığını ileri sürer. Anlamın karmaşıklığını ve çokluğunu vurgulayan düşünür, onun aşkın, mutlak, sabit, zaman üstü olduğunu söylemenin, zamansal olan yaşama dünyası içindeki farklılıklara baskı ve şiddet uygulamak olduğunu belirtir.
Dil dışı diğer iletişim olanaklarını dışta tutarak toparlayacak olursak, insanların iletişim, bildirişim ve paylaşım gereksinimlerini karşılayacak, bütün bulanıklığına ve yetersizliklerine karşın hâlâ en kullanışlı araç dildir. Değilse “anlatamadığı” halde Orhan Veli’nin Moro Romantico’su nasıl oluyor da Berlin Şiir Evi tarafından hazırlanan “Lyrikline” adlı şiir portalının verilerine göre, 2019 yılında İsviçreli şair Hermann Hesse’nin “Stufen”inden sonra sitede en çok okunan ikinci şiir oluyor ve de şimdiye kadar en az 10 kez besteleniyor?
Dil “anlatamamakla” da mı anlam inşa edebiliyor yoksa?
Yine çok ilginç bir konu. Bunu okumakta yetinmeyip üzerinde konuşmak istediğimi farkediyorum, bir söyleşi konusu olmalı bu yazdıklarınız.