Eğitimin İki Yüzü

MONA LISA SMILE

Ortaokul mezunu öğrencilerin liselere yerleştirilmeleri yapılırken ve lise mezunu öğrenciler üniversite tercihlerinin sonuçlarını heyecan içinde beklerken, eğitimin sahip olduğu mevcut sistemi sürdürme gücü ile var olanı dönüştürme enerjisinin “Mona Lisa Gülüşü”yle bir kere daha düşünülmesine vesile olmak istedim!

Wellesley Kız Kolejİ

“Kocanız kariyerinde önemli bir aşamada. Terfi için mücadele ediyor. İki rakibi var: Smith ve Jones. Avantaj sağlamak için kocanızın patronunu ve eşini 19.00’da akşam yemeğine davet etmeye karar verdiniz. Yemeği dikkatli bir biçimde planladınız, masayı hazırladınız ve bir bebek bakıcısı tuttunuz. Sonra sürpriiiiz… Saat 18.15 ve kocanız arıyor: Patronun isteği üzerine Smith, Jones ve eşlerinin de davet edildiğini söylüyor. Wellesley kızı olduğunuz için soğukkanlı davranıp patronun sizi de sınadığınızı anlıyorsunuz.”

Gösterişli yemek takımının özenli ve düzenli bir biçimde yerleştirildiği, oldukça büyük bir yemek masasının etrafında, aynı kalıptan çıkmışçasına standart güzellikte, fıkır fıkır kızlar; ellerinde not defterleri, kimi ciddi kimi alaycı, Konuşma Nezaket ve Davranış dersi öğretmenini dinliyorlar. Bu bir sınav, çünkü yukarıdaki hikâye bir soruya bağlanıyor: “Ya sonra?” Öğretmen bütün ciddiyetiyle uyarıyor: “Birkaç yıl sonra tek sorumluluğunuz kocanıza ve çocuklarınıza bakmak olacak. Hepiniz burada kolayca ‘A’ alabilirsiniz. En önemli not onun verdiği nottur, benimki değil!”

Burası, Amerika’nın en muhafazakâr okullarından biri olan, müfredatı ancak 1960’larda modernleştirilen, eski Başkan’ın eşi Hillary Clinton, Amerika’nın ilk kadın Dışişleri Bakanı Madeline Albright, duayen televizyon habercisi Diane Sawyer gibi ünlülerin de rahle-i-tedrisinden geçtiği Wellesley Kız Koleji ve yıl 1953.

1950’ler ABD’sİ

Yani ABD’nin 300 000 can kaybıyla ucuz atlattığı, ama savaş ekonomisini ve teknolojisini görülmemiş ölçüde güçlendirerek çıktığı, toplamda 60-65 milyon insanın öldüğü 2. Dünya Savaşı’ndan 8 yıl sonra. İki dünya savaşı arasında yaşanan ekonomik buhranların, işsizliklerin sona erdiği “Savaş Kuşağı” diye de adlandırılan Sessiz Neslin, otoriteye sadık, karar vermekte sorunlu en genç üyelerinin ders gördüğü zaman ve mekân.

Babaları savaştayken anneleri toplum ve çalışma yaşamının içinde olan bu jenerasyon, savaştan sonra kadın ve erkeğin geleneksel rollerine ve konumlarına çekildiği bir zamanda Wellesley gibi muhafazakâr okullarda eğitimin, erkek egemen kültürü yeniden tesis eden ve sistemin sürdürülebilirliğini mümkün kılan gücüyle eğitiliyor ve “en başarılı öğrencilerini evli kadınlar oluşturuyor”du! Ama bütün bunlar “görünüşte” böyleydi. Savaştan sonra kocaları işyerlerine dönen kadınlar, tekrar mutfağın yolunu tutarken artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kadınların toplumsal rollerinde etkili değişiklikler meydana gelmişti bir kere. Öte yandan savaşın olumsuz etkilerinin silindiği ABD, hâlâ yıkıntılarla boğuşan “eski Avrupa” karşısında yepyeni bir imkân gibi duruyor; renklenen Hollywood’uyla dünyaya tüketim kültürünü ve “rüya”sını pazarlıyordu.

Dört Düğün Bir Cenaze (1994 BAFTA En İyi Yönetmen ödülü), Harry Potter ve Ateş Kadehi (Satürn En İyi Yönetmen Adayı), Kolera Günlerinde Aşk, Edebiyat ve Patates Turtası Derneği gibi yapımlarıyla tanıdığımız; 1960’ta TV şovlarıyla başladığı kariyerine 1980’den sonra sinemayla devam eden ve edebiyat uyarlamalarıyla öne çıkan İngiliz yönetmen Mike Newell, 2003 yapımı Mona Lisa Smile’de (Mona Lisa Gülüşü), böyle bir sosyal ve bireysel yaşam içinde kızların gerçekten mutlu olup olmadıklarını sorguluyor, Amerikan toplumunun değer yargılarını eleştiriyor.

Bu eleştiride geçen yüzyılın ortalarında etkili olmaya başlayan, Amerika ve Avrupa’da erkeklerle eşit haklara sahip olma talebiyle ortaya çıkan, içinde barındırdığı farklı anlayışlardan güç alan “erken feminist” hareketin etkisini teslim etmek gerekiyor. Bu etki, Kaliforniya’dan Massachusetts’teki Wellesley Kız Koleji’ne gelen ve eğitimin devrimci, dönüştürücü gücünü temsil eden Sanat Tarihi Öğretmeni Katherine Watson’da ( Julia Roberts) cisimleşiyor.

Eğİtİmİn Dİyalektİğİ

Ülkenin en başarılı öğrencilerinin kendilerine sağlanan olanaklardan doğru ve etkili bir biçimde yararlanabilecekleri düşüncesiyle geldiği bu kasabada Watson’un tanık olduğu ilk gerçeklik, burada insanların saygınlığı para ile ölçtükleri oluyor. Sabahları Fizik ve Fransız Edebiyatı dersleriyle başlayan günlük planın, öğleden sonra ‘kocanızın patronuna çay ikram etme kuralları’ dersiyle devam ettiği Wellesley’de Watson, ders programına dâhil her şeyi ezber etmiş, ama onun dışında en küçük bir değişiklikte tökezleyen öğrencilerle karşılaşıyor:

     -Bu ne?

     -Carcass Souitine, 1925.

     -Programda yok ama.

     –Evet, yok… İyi mi peki?… Rengin ötesine bakın… Zihinlerinizi yeni bir fikre açın!

Ne var ki onlar, zihinsel konforlarını terk etmeye hiç de niyetli görünmüyorlar! Bu sadece ailelerinden öyle görmüş, kocalarına iyi hizmet edebilecek ve tek güçleri bakımlı bedenleri ve kadınsılıkları olan genç kızlarda mı böyle? Hayır, İşte okulun deneyimli hocası Prof. Bill Dunbar’ın (Dominic West) Watson’a abanan erkek egemen ideolojisi:

     -İlerici olduğunu söylüyorlar…

     -İleri düşünüşlü diyelim… Burada ne çok etiket var: Doğru aile, doğru okul, doğru sanat, doğru düşünce tarzı…

     -İnsan kendi adına düşünme zahmetinden kurtuluyor… Dinle, burada işleri kendi yöntemleriyle yürütüyorlar. Onlarla çalışmanın bir yolunu bulmalısın. Hepimiz bunu yapmak zorunda kaldık.

Eğitim, bir yanıyla egemen kültür ve ideolojiyi, dolayısıyla mevcut sistemi sürdürme gücünü ortaya koyuyor. Bunu, Bill Dunbar ve diğerleri temsil ediyor. Öteki yanıyla da var olanı dönüştürme enerjisi taşıyor. Bu, okçunun elindeki gerilmiş yayda birikmiş olan potansiyel enerjidir. Yayı ancak Katherine Watson gibi öncü öğretmenler bırakıp potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye, insanı ve toplumu da ileriye doğru dönüştürebilirler. Eğitimin o yanı, var olan toplumsal durumun sürdürülmesinde iktidarın elinde bir terbiye kırbacı; bu yanı ise çağın ulaştığı düzeye toplumu götürecek bir bilgi ve kültür üretecidir. 

Genç kızları canlandıran oyuncuların nitelikli oyunlarıyla, sinema tarihinin en yüksek ücretli oyuncusu Oscar’lı Julia Roberts’in gölgesinden sıyrıldıkları ve başarılı bir performans sergiledikleri film, ‘eğitimin özgürleştirici gücü’ teması nedeniyle benzeştiği Ölü Ozanlar Derneği’nin karşısında etkili diyalogları, güçlü yan karakterleri, detaylara yüklediği sosyal göndermelerle dolu sahneleriyle belli bir sinemasal değere ulaşmayı başarıyor.

Senaristler Lawrence Konner ve Mark Rosenthal, hemen her oyuncu için bir alt hikâye yazarak filmin inandırıcılığını güçlendiriyorlar: Betty Warren (Kristin Dunst) okul gazetesinin editörüdür. Okulu bırakıyor ve evleniyor; çünkü annesi onun için iyi bir yaşam planlamıştır. Bu tür planları geçersiz kılmak için okul yönetimini, mezunlarını ve velileri karşısına almaktan çekinmeyen Sanat Tarihi Öğretmeni Watson’u geç de olsa anlıyor ve kendisini saran ambalajı yırtıyor.

Joan Brandwyn (Julia Stiles) Watson’un, ‘evliliği okulla birlikte başarabilirsin’ teşvikiyle başvurduğu ve kabul edildiği Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden, saat beşte yemeği kocasının önüne koyamayacağı kaygısıyla vazgeçiyor. Kocasının kendisini aldattığı Giselle Levy (Maggie Gyllenhaal) birden çok erkekle ilişki kuruyor. “Kişiye göre”yle toplumsal değerlerin çelişebileceğini ve bu çelişkinin acı çekmeden aşılamayacağını anlıyor. Yaşamını özgüven eksikliği içinde allak bullak yaşayan Connie Baker (Ginnifer Goodwin), Watson’un etkisiyle büyük bir değişim yaşıyor ve gerçeği görmeyi başarıyor.

Mona Lisa Gülüşü

İşte bu kızlarından biri, kendisini aldatan kocasından boşanmak için mahkemeye başvuruyor. Aldığı Wellesley terbiyesiyle evliliğini sürdürmek için çırpınıp hayatına yön çizen annesine, kitaptaki Mona Lisa röprodüksiyonunu gösteriyor:  

      -Şuna bak anne!

      -Spencer deneyecek, çok üzgün, onu aramalısın.

      -Gülümsüyor. Mutlu mu?

      -Önemli olan kimseye anlatmamak. Mutlu görünüyor.

      -Ne önemi var ki?

      -Kirli çamaşırlarını herkesin önünde yıkayamazsın.

      –Sana bir şey diyeyim anne: Her şey göründüğü gibi değildir!

Film adını, ana düşüncenin vurgulandığı bu sahneden alıyor. Vurgu aracı olan Mona Lisa tablosu da temayı sırtında taşıyan bir Sanat Tarihi öğretmeninin eksen olduğu film için çok doğru bir tercih.

Mona Lisa, Rönesans ressamlarından, mimarlık, mühendislik, matematik, anatomi, heykel ve müzikte buluşlara, eserlere imza atmış, dahi Leonardo da Vinci’nin 1503’te başlayıp 1517’de tamamladığı düşünülen, tahta pano üzerine yaptığı yağlı boya bir portredir. Kimin model alındığı üzerinde henüz fikir birliğine varılamamış olan eserin asıl gizemi gülüşündedir.

Bu gülüş, izleyicinin bakış açısına göre ya mutlu, samimi ya da hüzünlü, yapmacık olarak algılanıyor. Ressamın bu etkiyi, dudakları ve ağız çevresini belirgin çizgilerle betimlemeyerek yarattığı görülüyor. Hayatın ve düşüncenin temel dinamiği olan bu diyalektik karşıtlığı, ressamın tabloya bilinçli yansıttığı anlaşılıyor.

Filmin final sahnesinde Rachel Portman’ın bestesi “Her Kızın Kalbi” eşliğinde Katherine Watson, kasabadan ayrılırken Betty, sunuş yazısıyla kitabını tamamlamaktadır: “Gittiği için ona dönek, amaçsız, gezgin dendiğini duydum. Fakat her gezen amaçsız değildir, özellikle de gerçeği geleneklerin, tanımların ve görünüşün arkasında arayanlar için! Seni asla unutmayacağım…

Watson’un yüzünde hüzünlü bir tebessüm, tıpkı Mona Lisa’nın gülüşündeki diyalektik!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir