Dil Edinimi ve Ana Dili Eğitimi

Millî Eğitim Bakanlığı ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin verilerine göre, liselere geçiş sınavlarında ortaokul son sınıf öğrencileri ve yükseköğretim kurumları merkezî sınavlarında lise son sınıf öğrencileri Türkçe sorularının yüzde ellisini doğru yanıtlayamadıklarından Türkçeden sınıfta kalıyor! Yine de ana dili eğitiminde çocuklarımız Victor, Genie ve Helen’den iyi durumdalar!

Yıl 1797, Fransa’nın Aveyron bölgesinde Lacaune adlı bir köyün yakınlarında, üzerinde giysi olmayan, toz toprak içinde, 9 yaşlarında bir erkek çocuk görülüyor. Yabani davranışlarıyla köylülerin ilgisini çeken bu tuhaf çocuk kimseyle konuşmuyor ve köyden kaçıp gidiyor. Bir yıl kadar sonra aynı bölgede aynı çocuk, yine ortaya çıkıyor; onu yakalayan köylülerce evlerine götürülüyor, yıkanıp giydiriliyor ve kendisine yemek veriliyor. Bu kez de tek sözcük konuşmayan bu çocuk, bir hafta sonra yine kaçıyor. Fakat sonra zaman zaman, özellikle aç kaldığında köye geliyor, köylülere yaklaşıyor, karnı doyunca ormana dönüyor.

İki yıl sonra soğuk bir kış günü bir kere daha köylülerce yakalanan, sadece anlaşılmaz sesler çıkarabilen, iki eli ve iki ayağı üzerinde yürüyebilen çocuğun artık ormana dönmesine izin verilmiyor. Bakımını köylülerin sağladığı bu çocuktan haberdar olan Napolyon’un kardeşi Lucien Bonaparte, onu köylülerden alıp uzmanlara teslim ediyor. 12 yaşlarında olduğu düşünülen çocuğa Victor adı veriliyor. Bakımına ve eğitimine Doktor Jean-Marc-Gaspard Itard tarafından başlanan Victor, hayvanlara özgü davranışlar sergiliyor ve yemek, uyumak dışında bir şey yapmıyor; dikkatini herhangi bir şey üzerinde yoğunlaştıramıyor. Yanı başında patlayan silahın sesine aldırmıyor, ama bazı hayvanların seslerine anında tepki veriyor.

Victor ve François Truffaut

Victor, 5 yıl süren eğitimi boyunca sadece birkaç sözcüğü duyduğunda anlayabilir duruma geliyor; fakat konuşmayı hiçbir zaman başaramıyor. Victor’un yaşadıkları ayrıntılı bir biçimde belgelenmediğinden dil kapasitesinin gelişmeme ve konuşamama nedeni tam olarak bilinemiyor.

Şimdi 1970’te Los Angeles’te sosyal izolasyon, ihmal ve taciz kurbanı “Vahşi Çocuk Genie”yleyiz. 1957 doğumlu Genie, henüz 20 aylıkken akıl hastası babası tarafından bir odaya kilitleniyor. Eli kolu bağlı, hayatta kalabilecek kadar ihtiyacı karşılanarak bu odada yaklaşık 12 yıl yaşıyor. 12 yıl boyunca her türlü etkileşim ve iletişimden uzak yaşayan Genie, babasının uyguladığı bu tecridi annesiyle birlikte kırıp kaçıyor ve sosyal hizmetler kurumuna sığınıyorlar.

Tecritte konuşması yasaklanmış, en küçük bir ses çıkardığında babasının şiddetine maruz kalmış olan Genie, insan içine çıktığında hiç konuşmuyor. Psikologlar, dilbilimciler derhal büyük bir ilgiyle Genie’ye odaklanıyorlar. Dört yıl süren bir eğitimin sonunda ona bir sözcük testi uyguluyorlar; 17 yaşındaki Genie, sözcük düzeyinde sadece 5 yaşındaki bir çocuğun birikimine ulaşabiliyor. Gramer kurallarını anlamakta ve sözcükleri bu kurallara uygun ilişkilendirmekte, sözdiziminde (sentaks) zorluk çekiyor. Öğrendiği sözcüklerle düzgün cümleler kuramıyor, anlatmak istediğiyle kurduğu cümle farklı oluyor. Örneğin “Ben yemek yedim.” cümlesini, “Yemek beni yedi.” biçiminde kuruyor. Anlambilim (semantik) ve sözcük bilgisinde görece ilerlese de dil yeterliliği yaşıtlarının çok altında bulunuyor. Yaşadığı zorluklar, olumsuzluklar ve dile maruz kalmaktan yoksunluğu nedeniyle dil yetisi sınırlı kalıyor.

Genie

Bu kez Alabama’dayız ve yıl 1880. Helen Keller, varlıklı ve mutlu bir anne babanın sağlıklı bir bebeği olarak dünyaya geliyor. Fakat sevgi ve ilgi dolu bir bebekliğinin 19. ayında, ağır bir ateşli hastalık geçiriyor. Bu hastalıktan geriye göremeyen, işitemeyen ve tabii konuşamayan bir Helen kalıyor. O mutlu, sevimli, şen şakrak, cıvıl cıvıl bebek; sessiz, konuşmasız, kapkaranlık dünyasında mutsuz, huzursuz ve hırçın bir çocuğa dönüşüyor. Çocuklarının bu durumuyla kahrolan anne babanın çare için çalmadığı kapı kalmıyor.

Helen yedi yaşındayken çalınan o kapılardan birini Anne Mansfield Sullivan açıyor ve bu, o talihsiz çocuğun hayatında bir dönüm noktası oluyor. Kendisi de 16 yaşındayken geçirdiği bir ameliyatla az da olsa görmeye başlayan Sullivan, önce durumu nedeniyle iyice hırçınlaşan Helen’in ancak sıkı bir disiplin içinde eğitilebileceği konusunda Keller’leri ikna ediyor.

Eğitim, dokunduğu nesnelerin adlarını avucuna Anne Sullivan’ın parmağıyla yazarak Helen’in nesnelerle onların adları arasında bir ilişki kurmasını sağlamaya çalışmakla başlıyor. Helen, bu özel yöntemle, yani avucuna yazılmasıyla çok özel bir “işitme” yetisi kazanıyor. Bu oldukça zorlu eğitim sürecinde sıra konuşmaya geliyor, ama nasıl? Bir gün bahçede Sullivan, Helen’in bir eline tulumbadan su akıtırken avucunun içine de parmak ucuyla “su” yazıyor ve aynı anda diğer elini dudaklarına götürerek “su” sözcüğünü söylüyor. Helen, Sullivan’ın dudaklarındaki kıpırtı, avucuna yazılan ad ve parmaklarının arasından akan su arasında bir ilişki kuruyor. Nesnelerin yazılabilen ve söylenebilen adları olduğunu fark ediyor.

Fark edince de arkası çorap söküğü gibi geliyor. Birkaç gün içinde yüzden fazla sözcük öğrenmekle kalmıyor; ardından hızla Braille alfabesini ve bu alfabeyle okuma yazmayı başarıyor. 24 yaşında Radcliffe Üniversitesi’ni başarıyla bitiriyor, kitaplar yazıyor, konferanslar veriyor…

Helen Keller

Victor, Genie, Helen ve belki daha bilmediğimiz nicesi… Hepsi kurgulanmış hikâyelerin değil, yaşanmış hayatların kahramanları. Yaşadıkları bunca engellerle kendi hayatları zora girerken, insanoğlunun hâlâ bilinmezlerle dolu dil yetisini ve dil edinme süreçlerini yaşadıkları deneyimlerle adım adım aydınlatıyorlar. Victor’un dil edinememe sürecini Fransız Yeni Dalga’sının 400 Darbe ile eğitim temasında duyarlılığını kanıtlamış yönetmeni François Truffaut’nun senaryosunu Jean Gruault’la yazıp kendisinin de oynadığı 1970 yapımı Vahşi Çocuk’a (The Wild Child); Genie’nin dil edinme sürecinin, Daryl Haney’in senaryosunu yazdığı, Harry Bromley Davenport’un yönettiği 2001 ABD yapımı Kuşlar Artık Şarkı Söylemiyor’a (Mockingbird Don’t Sing); Helen Keller’in yarattığı mucizenin de senaryosunu Helen Keller ile William Gibson’ın yazdığı, Arthur Penn’in yönettiği, 1962 ABD yapımı Mucize İşçi (Karanlığın İçinden, The Miracle Worker) filmine konu olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Doğuyoruz, sonra hayvanlara, nesnelere, doğaya ve insanlara ait birçok sesler duyuyoruz. Sonra bir biçimde hangi seslerin insanlara ait olduğunu ve bunlardan hangilerinin sözcük olduğunu, hangilerinin olmadığını, aralıklarının nasıl belirleneceğini, bu sözcüklerin nasıl söyleneceğini, hangi sırayla dizileceğini, bütün bunların bir kuralı olduğunu seziyor ve o kuralın ne olduğunu öğreniyoruz. Daha ilginci, bu öğrendiklerimizi herhangi bir dil eğitimi almadan kullanmaya başlıyoruz. Bu bir mucize değil de nedir? İşte o dil edinme mucizenin nasıl gerçekleştiğini araştırıyor dilbilimciler.

Toparlayarak özetlersek üç şey söylüyorlar: Etkileşimci Kuram, biyolojik ve toplumsal etmenlerin birbirlerini etkilemesine bağlıyor bu süreci. Toplumsal Etkileşimci Kuram olarak da bilinen bu tezin en önemli savunucusu Rus Sovyet psikolog Lev Vygotsky, çocukların başkalarıyla iletişim kurma isteği duyduğunu ve bu isteğin onları çevreleriyle iletişim kurmayı öğrenmeye ittiğini söylüyor. Öğrenmeci Kuram ise çocukların dili pekiştirme yoluyla edindiklerini ileri sürüyor. Onlara göre örneğin çocuk “anne” sözcüğüne yakın sesler çıkardığında, anne sevgiyle çocuğunu kucaklıyor ve çocuk bunu çıkardığı o sesin ödülü olarak sürdürüyor. Ancak bu kuram çocuğun, söylenmesi ödüle dönüşmeyen sözcükleri nasıl öğrendiğini ve cümle kurabildiğini açıklamıyor.

Sorunu “Evrensel Dilbilgisi”yle açıklayan Noam Chomsky’nin Doğuştancı Kuramı ise dil edinme ve kullanma yetimizi doğuştan sahip olduğumuz bir aygıta bağlıyor. Dillerimizi uyarandan bağımsız, yaratıcı, sınırsız ve tutarlı sıfatlarıyla niteleyen Chomsky’e göre bütün diller, aynı temel ögelerden oluşuyor; her dilde adlar ve eylemler var, her dilde kurulan cümlelerde özneler ve yüklemler var, diyor. Doğuştancı Kuram, dil edinme süreciyle ilgili “kritik dönem”e vurguda bulunuyor; doğumdan sekiz dokuz yaşa kadar olan dönemde çocuğun dil öğrenme yeteneğinin çok güçlü olduğunu, bundan sonra dil edinmenin çok daha zorlaştığını ileri sürüyor.

Chomsky’nin belirttiği bu “kritik dönem”e Alman dilbilimci ve sinirbilimci Eric Heinz Lenneberg odaklanıyor. Lenneberg, türlerin belirli bir zamanda belirli bir özelliği öğrenmelerinin evrensel olduğunu ve bunun kültür tarihinin bir ürünü olmadığını, belirli bir programa ve aşamaya tekabül ettiğini söylüyor. Flensburg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Elin Fredsted, Bu kritik dönemin sadece anadilin öğrenilmesiyle değil ikinci bir yabancı dilin edinilmesi için de geçerli olduğunu savunuyor. Buna beynin sinirsel gelişiminin belli bir olgu için (burada dil) bir tür zamansal pencere açtığını ve yeniden kapadığını ileri sürüyor. Dil edinmenin öğrencinin yaşı, öğrenim koşulları, dile maruz kalma yoğunluğu, isteklendirme, bilişsel gelişim, birinci dil ve hedef dil arasındaki mesafe gibi bir dizi başka etmenlerle bağlantılı olduğunu söylüyor. Ama yine de yaş etmenine özel bir rol atfetmekten geri durmuyor. (Fredsted, 2014)

Gören, duyan ve konuşan Genie’nin dil edinememe sürecini “kritik dönem” ile açıklayabilen Doğuştancılık Kuramı’nın göremeyen, duyamayan ve dolayısıyla konuşamayan Helen Keller’in yarattığı mucizeyi açıklamakta yetersiz kaldığı görülüyor.

Öyle anlaşılıyor ki, kararlı, ısrarlı, disiplinli ve programlı bir eğitimin gerçekleştiremeyeceği “mucize” yok! Yok ama “Türkiye’de Öğrenme Yoksulluğu Raporu”na göre 10 yaşına kadar çocuklarda kısa bir metni okuyamayan ve anlayamayanların oranı %15, ilköğretim çağında okul dışında olan çocuk oranı ise %5. Bu veriler ülkemizdeki öğrenme yoksulluğunun göstergeleri.

Öte yandan Millî Eğitim Bakanlığı ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin verilerine göre liselere geçiş ve yükseköğretim kurumları merkezî sınavlarında ortaokul son sınıf öğrencilerinin son üç yılda 20 soruluk Türkçe testinde net ortalaması 9,54; lise son sınıf öğrencilerinin Temel Yeterlik Testlerinden 40 soruluk Türkçe testinde 18,81. Yani her iki grup da Türkçe sorularının yüzde ellisini doğru yanıtlayamadıklarından Türkçeden sınıfta kalıyor!

Yine de ana dili eğitiminde çocuklarımız Victor, Genie ve Helen’den iyi durumdalar çok şükür!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir