Anday’ın Şiirinde Dil Sorunsalı

Ölümünün 20. Yılı

Şiirle sadece duygulanmanın değil, düşünmenin de olanaklı olduğunu gösteren büyük şairimiz ve Cumhuriyet aydınlanmasının önemli yazarı, Melih Cevdet Anday’ı yitireli 20 yıl oldu. Onu, düşünce ve şiirimizin kuraklaşmaya başlayan ikliminde özlemle anıyoruz.

Melih Cevdet Anday, ilk şiiri Ukde’nin yayımlandığı 1936 yılında girdiği edebiyat ortamında 65 yıllık bir sürede 11 şiir, 10 roman, 7 tiyatro oyunu, 25 deneme, gezi, anı ve çeşitli türlerde yaptığı çevirilerle etkili bir kültür, düşünce merkezi oldu. Cumhuriyet’ten 8 yaş büyüktü; eğitim, kültürlenme, sosyalleşme süreci, bu büyük aydınlanma atılımının en verimli dönemiyle örtüştü. Ulusal olduğu kadar evrensel düşünüş ve bakış açısını da bu kaynaktan edinip içselleştirdi; çağdaşlaşmayı kör bir Batılılaşma değil, bir uygarlık aşaması olarak değerlendirdi.

Edebiyatın roman, oyun, deneme gibi çeşitli türlerinde önemli izler bırakan Anday’ın adı, Orhan Veli ve Oktay Rifat’la birlikte Türk şiirinde yarattıkları 7,6 şiddetindeki Garip depremi nedeniyle daha çok şiirle anılır, ama bu anma onun özellikle de denemeci yanını gölgede bırakmaz. Nihayet deneme ve şiir, düşünsellik, yaratıcılık ve yazar ve şair öznelerin özgürlükleri bakımından birbirlerine en yakın iki türdür. Belki de tek farkları üretildikleri dille olan ilişkileridir; biri dilin standart olanaklarıyla yetinir, diğeri bu olanakları aşmak, yeni ve özgün olanaklar yaratmak ister.

Bu noktada işlevsel dilbilimci Roman Jacobson’un çizdiği iletişim şemasının 6 ögesine dayanan dilin 6 işlevini sadeleştirirsek; şemanın “bağlam” ögesiyle örtüşen göndergesel işlevinin “deneme” türüyle; “kaynak” ögesiyle birleşen poetik işlevininse “şiir”le ilgili olduğu açıktır. Bilgi veren, açıklayan, betimleyen, düşünce üreten göndergesel işlevde dil, toplumsal bir uzlaşmayla oluşmuş standart olanaklarıyla kullanılır ve gönderici kaynak, iletinin alıcıya ulaşmasına odaklanır. Oysa poetik işlevde dil, şairin seçme ve birleştirme sürecinde sahip olduğu standart olanaklarla sınırlı kalmaz. Şiirsel bir anlamın ortaya çıkabilmesi, eğretilemeli, düzdeğişmeceli imgesel seçme ve birleştirmelerle bu sınır zorlanır. Şiirde dilin sorunsallaşmaya başladığı yer işte burasıdır.

Malzemesi dil olan edebi türlerden bu malzemeyi en çok değiştirip dönüştürenin şiir olduğunu söylemeye gerek yok; ama Jacobson’dan yorumlayarak söylersek, dönüştürmenin daha çok, tahkiyeye ve betimlemeye dayanan üçüncü kişili folklorik şiir ile ikinci kişiye yönelen didaktik şiirde değil; birinci kişi yönelimli lirik şiirde ortaya çıktığı açıktır. Şiir tarihini, ‘güzelleştirilmiş düzyazı olarak şiir’ ve ‘düzyazıdan yakasını kurtarmış şiir’ biçiminde iki büyük döneme ayıran Anday’ın kendi şiirini de böyle gruplandırabiliriz: Birincisi, ilk şiirinden başlayarak 1956’ya kadar 20 yıl süren, Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane ve Yanyana kitaplarını kapsayan “düzyazıyı süsleme dönemidir ki, bu dönemde başat eğilim sosyal temaların öne çıkması, eleştiri, alay ve ironinin ağır basmasıdır. Dolayısıyla Anday, bu dönem şiirinde dilin göndergesel işleviyle sınırlanır, standart dilin olanaklarıyla yetinir.

6 yıllık aradan sonra, 1962’de yayımladığı Kolları Bağlı Odysseus’la başlayan, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Tanıdık Dünya, Güneşte ve Yağmurun Altında ile birlikte 40 yıl süren “düzyazıdan bağımsızlaşma dönemi”nde Melih Cevdet, dilin poetik işlevine yoğunlaşır. Bu döneme geçerken Anday aynı zamanda sosyal olgu ve sorunlardan kültürel olgu ve sorunlara, simgeden imgeye, gözlemden düşünceye, daha önemlisi tek katmanlı eski anlamdan çok katmanlı yeni bir anlama geçmiş olur. Geçince de dilin her günkü bildirişim işlevini şiirin bir engeli olarak görmeye, gördükçe de dili sorunsallaştırmaya başlar.

“Sözle ve İşler” düzyazı şiirinde şöyle der: “Herhangi bir sözcüğün işitimsel imgesini, anlıkta ona karşılık düşen kavramla buluşmadan yakalamak ve anlamak bir tansıktır; bütün tansıklar gibi de şiirle eşdeğerdedir.” Türkiye’de modern dilbilim çalışmalarına ilgi duyan ilk aydınlarımızdan olan Melih Cevdet, konuyla ilgili bilgi ve düşünceleri deneme, hatta şiirlerinde tartışmakta bir sakınca görmez.

Göstergebilim kuramcılarından Ferdinand de Saussure’ye göre, bir dil göstergesi olan sözcüğün ses imgesi (k.u.ş) varlığın kendisini (var olan gerçek bir ‘kuş’u) değil, onun zihnimizde uyandırdığı kavramı (Platon’cası ‘kuş’ idesini, hakikatini, M. P.) işaret eder. Bu nedenle Anday’a göre sözcük ile şairin amaçladığı gerçek arasına varlığın kavramı girer; girince de şiirin gerçekle ilişkisi kesilir, sözle gerçek bir ve aynı değil, yan yanadır artık:

“Mavi tarla üstünde ak güvercin yürür,
İşte varlıkla anlam yanyana,
yıpranmamış denizde dernek.”
(Harmana Giden Böcek)

Varlık ile anlamın birbirinden ne kadar ayrı olduğu ortada: Tarla değil gök mavi, güvercin göğün üstünde değil altındadır ve uçmaz, yürür!

Öte yandan dil göstergelerinin nedensiz olması, varlığı atlayıp kavrama yönelmesi, dil yoluyla gerçeğe ulaşmanın en büyük engelidir. Oysa ses göstergeleri (ünlemler, hayvanların sesleri, notalar…), dil göstergeleri gibi çizgisel olsa bile, eklenimsiz olduğundan, türlü kombinasyonlara giremez ve nedensiz olmadığından gerçeğin kendisini işaret ederken bir engele çarpmaz. Örneğin müzikte notaların anlığımızda oluşturduğu imge, anlamın kendisidir; notayla bu imge arasına girmiş başka bir kavram (engel) yoktur. Tıpkı ses taklidi olan yansımaların (onamatope), gösterenle gösterilen arasındaki ilişkinin hem nedenli hem doğrudan olması gibi. Ama yansımaları dilden saymaz, doğaya yakın bulur Anday.

Melih Cevdet, malzemesi dil olan şiirde de göstergelerin bu biçimde saf anlama (varlığa, gerçeğe) aracısız ve engelsiz ulaşmasını ister. Sözler ve İşler’de bu yüzden “Rimbaud, yıldızların hafiften fru fru ettiklerini duymuştu: Öyleyse ne dediklerini anlamıştır.” der. “Nesnelerin üzerinde anlam rüzgârları eser. Şeyleri zaman zaman karıştırmamız bundandır. Onların adları silbaştan verilebilir.” diye devam eder.

Dil göstergeleriyle anlamları arasındaki uzaklığı, şu çok katlı çağrışımla dolu dizelerle gösterir:

“Kara bastın mı üşümeli
Üşümek bir sözcüktür, üşümeye benzer.
Gecedir diye bakmalı geceye
Tıpkısıdır gecenin, bir sessiz bir sesli.”

(Kolları Bağlı Odysseus)

“Üşümek” üşümenin kendisi değil, onun adı olan bir sözcüktür, ona benzer sadece; “gece” sözcüğüne de gece diye değil, “gece” sözcüğü diye bakmalıdır, “g-e-c-e” sözcüğünün seslerinin/harflerinin aynısıdır, ‘bir sessiz bir sesli’…

“Anlıksal birliğin simgeleriydi

Gülkurusu, altın ve tirşe

Sirinksin yediveren sesi,

Aselbent, buhur kokuları içinde

Ölmüşüm orda bir aralık,

Unutuverdim konuştuğum dili,

Ama ağacın kendisiydi,

Kavramı değildi görünen artık.”

(Zaman mı Geçti Yine?)

İlk dörtlüğün ikinci dizesinde sayılan varlıkların görme duyusuyla algılanan “renklerinin”, üçüncüde yedi kamıştan oluşan sirinks flütünün işitme duyusuyla algılanan “sesinin” ve son dizedeki aselbent ağacının parfüm üretilen reçinenin koklama duyusuyla algılanan “kokusunun”, ses göstergelerinde olduğu gibi, zihinde kendilerinden başka bir kavramsal imge oluşturması olanaklı olamadığından, bu duyuları karşılayan simgeler (göstergeler, sözcükler) birliğin, aynılığın simgeleri olarak değerlendirilir. Son dörtlükte, “ölmüşüm” eylemiyle yaşarken bildiği dili unutarak mekân ve zaman değişikliğe uğratılmış; yine dilin unutulmasıyla gösterenin ortadan kalkması sonucu varlık (“ağaç”) kavramından koparılmış ve “kendisi” kılınmıştır.

Melih Cevdet’in sorunsallaştırdığı bir başka öge de “söz”dür. Sözü, hareketin taklidi sayan Anday, Tunç Okan’ın Otobüs filmini değerlendirdiği yazısında, sinemanın büyük kuramcısı Macar estetisyen Béla Balazs gibi sessiz sinemanın, konuşmalı sinemaya üstünlüğüne övgüler yazar: “Çünkü anlatım aracı olarak ‘söz’ün yetersizliği her gün biraz daha iyi anlaşılıyor… Matematik alacaktır sözün yerini. Dünyamız konuşmasız bir dünya olacaktır… daha iyi olur böyle bir dünya. Hayvanlara, bitkilere benzeriz.” der (Otobüs, Cumhuriyet, 10. 02. 1978).

Görülüyor ki Anday da Tahsin Yücel’in Yalan adlı romanında Yunus Aksu ve Yusuf Aksu’nun André Martinet’in “dilin çift eklemliliği kuramına karşılık aradıkları, tıpkı kuşların ötüşü gibi eklenimsiz, ilksel, doğal, yalansız, evrensel bir dili işaret etmektedir!

Dildeki arayış hep yalına, hep doğala doğru, Melih Cevdet Anday’da da!

“Anday’ın Şiirinde Dil Sorunsalı” için bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir