Nakıp Ali, 1897 Gaziantep doğumlu, Kurtuluş Savaşı’nda Antep savunmasının “Bombacı Ali”si. Gaziantep’in Alleben akarsuyundan sonra ikinci simgesi. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 1924’te, elektriğin bile olmadığı Antep’te ilk sinema salonunu kurdu ve şehre ilk filmi getirdi. Onu Ülkü Tamer anılarından öykülerine, Başar Sabuncu ve Memduh Ün de sinemaya taşıdı. Ben onların yalancısıyım!
Şehre gelen film
“Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”
Modernleşme ve kentleşme sürecinin bir ürünü olan sinemadan başka hiçbir sanatın, şehir yaşamı ve kültürüyle onun kadar içi içe olduğunu iddia edemeyiz. Kentin, Lumiére Kardeşlerin ilk sinema görüntülerinden başlayarak günümüze kadar çekilen birçok filme mekân olduğunu; sinemanın da üretildiği bu mekânın kültürüne ve sosyolojisine, hiçbir kültür araştırmacısının ve sosyoloğun es geçemeyeceği bir etkide bulunduğunu söyleyebiliriz.
Kemal Burkay’ın yukarıdaki dizelerinde ‘şehre gelen film’in kent kültürü üzerinde bireyden başlayarak topluma doğru dalga dalga yarattığı bahar ikliminin etkilerini duyumsayabiliyoruz. Bu etkinin izini edebiyatta sürmeye devam edecek olursak, Füruzan’ın, 1960’lardaki İstanbul’un sinema dünyasının içinde geçen öyküsüyle Benim Sinemalarım’ı unutmamamız gerekir. Kırsal kökenli bir ailenin aklını sinemayla bozmuş kızı Nesibe, yaşadıkları yoksulluğu ve bu yoksullukla gelen ahlaki ikiyüzlülüğü, sinemanın sunduğu özneleşme olanağıyla aşmak ister. Füruzan’ın İstanbul’u çözme, anlama merakının yansıdığı öykülerinden biri olan ve atlamalı bir kurguyla sondan başlayan Benim Sinemalarım, Nesibe’nin parçalanmış benliğiyle iç çatışmaları eşliğinde şaşaalı bir yaşamı yanında hüzün dolu bir İstanbul panoraması çizer. Bu panoramada, sinemanın şehir kültürünü nasıl etkilediğini ve bireylerin hayatlarına nasıl dokunduğunu görürüz.

Prodüksiyondan projektöre
Burkay’ın dizelerindeki film şehre hangi yollardan geçerek nasıl gelir, anımsamakta yarar var: Sinema filmi, tiyatro, opera, bale gibi kolektif bir çalışmanın ürünüdür ve hem bilimin hem de sanatın çeşitli dallarının bir arada bulunmasını ve birlikte uyum içinde işlemesini zorunlu kılar. Üretim sürecinin ilk adımı olan geliştirme aşmasında yönetmen, senarist ve konsept sanatçısı bir fikri alır, öyküye, öyküyü alır senaryoya, senaryoyu alır resimli taslağa dönüştürür. Taslağın finansal gereksinimlerine göre bir yapımcıya ihtiyaç olup olmadığına karar verilir; varsa bir yapımcı bulunacak, yoksa “bağımsız” olarak devam edilecektir…
Yapım (prodüksiyon) öncesinde yapım amiri, sanat yönetmeni, dekorcu, kostümcü birlikte ayrıntılı bir hazırlık süreci yürütürler. Yapım aşamasında görüntü yönetmeni, yönetmen yardımcıları, oyuncular, kameramanlar, ışıkçılar, sesçiler, set işçileri, stüdyo şefi, yönetmenin organizasyonunda filmin planlanan sahnelerini çeker. Yapım sonrasında ise kurgucu, görsel efektçi, ses efektçisi, müzik bestecisi filmin çekilen sahnelerini kurgular, görüntü ve ses efektleriyle hazır ya da film için özel bestelenmiş müziği ekler; filmi böylelikle dağıtıma hazır hale getirir.
Dağıtım ve gösterim aşamasında dağıtım şirketi, sinema işletmecileriyle filmin gösterimini planlar, kopyalarını hazırlar. Günlük dilde kısaca “sinemacı” dediğimiz sinema işletmecisi, tanıtımcı ve makinistin de içinde yer aldığı “sinema ekibi”, filmin izleyiciye kavuştuğu son halkada görev yapar. Yapımın üretim, dağıtım ve gösteriminde sanattan bilime ve ekonomiye kadar genişleyen bu ortaklık, seyir aşamasında da devam eder. Film izlemek için özel bir mekânda bir araya gelen seyirciler aynı havayı soluyarak ve etkili bir duygudaşlık içinde filmi izler ve kendileri için de yaşadıkları kent için de “iklim değişir”!
Sinemanın dönüp kendine baktığı meta filmler, genellikle yapım süreçlerine odaklanır. Bu nedenle hikâyeleri yönetmen, oyuncu, yapımcı, yani filmin kendisiyle, belki biraz da seyirciyle sınırlı kalır. Oysa bir film geliştirme ve yapım aşamalarından dağıtım ve gösterim aşamalarına kadar farklı görevleri yerine getiren sanatçı ve teknik elemanlar tarafından üretilmektedir. Kolektif bir çalışmanın ürünü olan filmlerin üretim aşamalarından herhangi birinde meydana gelebilecek olası bir aksama, yapıtın izleyiciye ulaşmasını kesintiye uğratır. Sanatsal gerçekleşme boyutunun yapım aşamasında yoğunlaşması, sürecin diğer aşamalarını önemsiz kılmaz; ama yine de kendine dönüp bakan meta filmler, örneğin gösterim aşamasının önemli aktörleri olan “sinemacıları” pek görmezler.
Gösterim aşamasının emekçileri
Sinema salonu sahibi ya da işletmecisinin, yani sinemacının önemli ölçüde tanıtım ve beğeniye bağlı olduğu için risklerle dolu işinde yapması gereken, yüzde oranıyla çalıştığından zarar etme olasılığına karşı önlem almak; seyirciyi sinemaya getirecek film bulmak, salonun günlük işlerini yapacak çalışanları organize etmek; seyirciye odaklanabileceği, duygudaşlık kurabileceği bir seyir ortamı hazırlamak; olası olumsuzlukları en kısa sürede gidermektir. Özellikle küçük kentlerde ikinci vizyon filmlerinin tanıtımlarını organize etmek, seyirciyi bu filmlere ikna etmenin yollarını bulmak, toplumda sinemaya karşı ilgi uyandırmak ve kırsal kesimlerde sinema yoluyla seyirciyi eğitmek gibi toplumsal sorumluluklar da sinema işletmecilerinin omuzlarındadır.
Ne var ki sinema tarihi yazımında olduğu gibi meta sinema da kendine bakarken filme ve yönetmene odaklandığından, filmin seyirciyle temasının sağlandığı bu son noktada çalışanları çoğu kez ihmal eder; filmi seyirciyle buluşturan gösterim aşamasının emekçilerini, sinema işletmecilerini, makinistleri ve sinemanın diğer çalışanlarını önemsemez. Oysa filmlerin setten sinemaya yolculuğunun sonunda alıcısı/alımlayıcısıyla en fazla yüz yüze gelen sinemanın bu emekçileridir ve onların seyirciyle bu temasları, sanatın birçok dalı için hikâye üretme potansiyeli taşır. Nihayet günümüze doğru bu eğilim kırılmakta ve sinema inceleme, araştırma alanının konuları genişlerken yönetmenler de işletmecilerin, gösterimcilerin işleri ve seyirciyle olan ilişkilerinde filmlere malzeme olabilecek derinlikte pek çok öykünün, insani yönsemenin gizli olduğunun farkına varmış görünmektedir.

Sinema Bir Mucizedir
Bizim de ana hikâyesinin merkezinde ülkemizin değerli “sinemacı”sı, Gaziantepli halk adamı Nakıp Ali’nin bulunduğu bir filmi, “Sinema Bir Mucizedir”i yazı konusu yapmaktaki muradımız, bu farkındalığı desteklemek, sinema araştırması yazımında ve sinemayı merkeze alan filmlerin yapımında bir eksikliğe işaret etmektir.
Sinema Bir Mucizedir, Antep’in ilk sinema işletmecisi olan İstiklal Savaşı gazisi Nakıp Ali’yi ve onun şehirde verdiği sinema mücadelesini konu alan 2005 yapımı bir Türk filmi. Yönetmen koltuğunda Tunç Başaran ve Memduh Ün gibi iki ustanın oturduğu (Memduh Ün’ün çekimlerin altıncı haftasında rahatsızlanması nedeniyle Tunç Başaran’ın tamamladığı) filmin müziğinde, film müziklerinin vazgeçilmez sanatçısı Cahit Berkay, görüntü yönetiminde Ertunç Şenkay var. Yapımcılığını da Memduh Ün’ün üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda ise Kadir İnanır’dan konuk oyuncu Fatma Girik’e Yeşilçam sinemasının önemli isimleri yer alıyor.
Senaryo yazarı ve öykücü Onat Kutlar’a ithaf edilen Sinema Bir Mucizedir filminin hikâyesi, Türk dilinin büyük şairi Ülkü Tamer’in 1991’de Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı kazanan Alleben Öyküleri’nden, en çok da Macı Hüseyin adlı öyküden Tunç Başaran’ın hazırladığı film hikâyesine dayanıyor; yönetmenler ve Suna Dölek senaryoyu bu hikâyeden kuruyorlar. Ülkü Tamer’in, çocukluk yıllarının Antep’ini konuşma dilinin kesik kesikliği, renkliliği, sıcaklığı ve içtenliğiyle anlattığı içe dokunan, adını da Antep’in içinden kenti ikiye bölerek akan ve şehrin simgesi olmuş Alleben akarsuyundan alan öyküleri için Fethi Naci, “Mucizelerle olağanın sarmaş dolaş olduğu hikâyeler…” demişti.
Filmde sinemamızın usta yönetmenleri, yaşamın olağanlığını sinemanın mucizeler yaratma olanağıyla değerlendirmek için çırpındıklarını çok belli ediyorlar. O kadar ki çoğu kez yaşamın olağanlığının, sinemanın abartılmış olanakları içinde yok olup gittiğine tanık oluyoruz ve keşke olağanın tansıkla kabul edilebilir bir dengesi kurulabilseydi, diyoruz.

Halk adamı Nakıp Ali
Nakıp Ali (Soyadı kanunundan sonraki nüfus adıyla Mehmet Ali Nakıboğlu, halk ağzında Nakip Ali, lakabıyla Macı Hüseyin), 1897 Gaziantep doğumlu, Kurtuluş Savaşı’nda Antep savunmasının “Bombacı Ali”si. Gaziantep’in Alleben akarsuyundan sonra ikinci simgesi. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 1924’te, elektriğin bile olmadığı Antep’te ilk sinema salonunu kurdu ve şehre ilk filmi getirdi.
Nakıp Ali, konuşmasız filmlerin yabancı dillerdeki altyazılarını gösterim sırasında anında tercüme ettirerek, seyirciler arasında hediye çekilişleri düzenleyerek, seans aralarında konserler verdirerek, okul ödevlerini tamamlayan öğrencileri sinemaya biletsiz kabul ederek kentin sosyal ve kültürel yapısının değişiminde önemli rol oyandı. Halkla kurduğu sıcak ilişkilerle, yardımseverliğiyle, haksızlıklara tahammülsüzlüğüyle, açık sözlülüğü ve korkusuzluğuyla Nakıp Ali, benzer değerleri önemseyen halkın izleyebileceği film senaryosu için bulunmaz bir karakterdi. İşte o karakteri önce hemşerisi şair Ülkü Tamer buldu ve öyküleştirdi; sonra Sinema Bir Mucizedir filminin yönetmenlerinden Tunç Başaran onu Alleben Öyküleri’nde buldu ve filmleştirdi. Filmin yapımcı ve yönetmenlerinin Nakıp Ali’ye gösterdikleri bu saygı duruşu, övgüyü peşin peşin hak ediyor.
Toplum üzerinde ve kendi çocukluğunda böylesi etkili bir halk adamını, Macı Hüseyin adlı öyküsünde neredeyse bir masal kahramanının hiç de yadırganmayan gerçekliğiyle anlatan Ülkü Tamer de bu hak edişte ortaktır kuşkusuz. Sinemayı oğluna teslim edip hacca giden Nakıp Ali’nin, Macı Hüseyin oluşuna gelince… Ülkü Tamer’in kaleminden okuyalım:

“Eve varınca kapıyı açan büyük oğluna, ‘Bu geceden sonra sinema yine benim.’ dedi.
Oğlu Hüseyin’in elini öptü.
‘Sen Hacı oldun, baba’ dedi. ‘Artık sinemacılık etmen yakışık alır mı?’
‘Hacılığım batsın,’ dedi Hüseyin. ‘Sen şimdi, dolmuşa bin, Adana’ya var, ne kadar göbekli film bulursan topla getir.’
Karısını bile görmeden sinemaya gitti sonra. Kapıya, afişlerin önüne oturdu. Makinisti yollayıp bir şişe rakı aldırdı bakkaldan.
O günden sonra Hüseyin’e Hacı Macı Hüseyin demeye başladılar. Zamanla ‘Hacı’ düştü, Hüseyin’in adı Macı Hüseyin kaldı...”
Nakıp Ali “Macı” olur ama halka sinemayı benimsetmek, sinema kültürünü yaymak için, hacı filmi bile getirtir sinemasına ve bu filmi 7 kere izleyen tam hacı, 3 kere izleyen yarım hacı olur söylentisi yayılınca, 2 kere seyredip parası biten ve “Bari yarım hacı olayım evladım, iki kere izledim param kalmadı!” diyen yaşlı kadını, “Gir bacım… istersen dört kere daha gel, tam hacı ol. Para mara istemez!” diye yanıtlar. Bir yandan da okuma yazma öğrenmeyi teşvik etmek için “Sinemam öğrencilere bedava. Büyükler de gece okuluna yazılıp müdürden kâğıt getirirlerse onlara da bedava!” dediğini aktarır Nakıp Ali’nin Ülkü Tamer ve “Koca koca adamlar, sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp okuma yazma öğrenmişler. Böylesine bir okuma yazma seferberliğinin komutanıydı Nakıp Ali!” diye de ekler.
Türkiye’de ilk SİNEMATEK’in İstanbul’da değil Gaziantep’te kurulduğunu anlatır Ülkü Tamer anılarında; adı Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği. “Sevgili Orhan Barlas’la Anteplilere güzel filmler izlettirelim diye bu derneği kurmuştuk… Nakıp Ali’ye gittik. ‘Hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sinemam sizin. Ne zaman isterseniz kullanın.’ dedi. Derneğimizin açılış gecesi geldi çattı… Vali’nin önerisiyle, Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yapacaktı filmden önce. Müdür sahneye çıktı. İçkiliydi. ‘Sayın Vali’nin Hanımı, Sayın Savcı, Sayın Hanımı…’ diye söze başladı. Sonra, ‘Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider.’ dedi, indi. Donakalmıştık. Birdenbire Nakıp Ali fırladı sahneye. ‘Ben,’ dedi, bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bişi var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler.” Carol Reed’in “Adalar Sürgünü” adlı filmi, Nakıp Ali’nin sinema üzerine bu etkili dersinden sonra yoğun alkışlarla başlar.

Sosyal arka plan
Birçok alt hikâyeler ve çatışmalar barındıran Sinema Bir Mucizedir filminin ana hikâyesi ve çatışması, modernitenin bir temsili olarak sinemanın, bir doğu kentinde geleneksel yaşamın ve antidomakratik yönetimin bürokratik sert duvarına çarpmasından doğar. En alttaki çatışma, 1950 genel seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin iktidarı CHP’den almasıyla Cumhuriyet devriminin karşı devrimle çatışması olarak şekillenir. Bu tarihsel olgu üzerinde sinemanın temsil ettiği moderniteyle muhafazakârlık arasındaki çelişki ve çatışmaları da izleriz: Türkçe ezanın Arapçaya çevrilmesi; Meclis kararı olmadan Amerika lehine Kore’ye asker gönderilmesi; muhalif aydınlar, Cumhuriyetçi memurlar ve siyasiler üzerinde görülmedik baskıların uygulanması; yandaş gazete sahiplerine devlet olanaklarıyla maddi avantajlar yaratılması; sanat yapıtlarına ve sanatçılara uygulanan akıl almaz sansür… Bütün bunların, Cumhuriyet aydınlanmasının değerlerini benimsemiş, içselleştirmiş bireyiyle karşı karşıya gelmesi, filmin gereğinden fazla dallanıp budaklanan öyküsüne bir yandan da dinamizm kazandırıyor.
Film, böyle bir sosyal arka planda, sinemacı Nakıp Ali’nin (Kadir İnanır) yakın arkadaşının kendisine emanet ettiği sinema düşkünü 11 yaşındaki oğlu Ümit’le (Batuhan Levent) dostluğunu öne çıkarıyor. Sinema, sinemacı Nakıp Ali için günlük yaşamının sosyal ve ekonomik faaliyetinin bir gerçekliğiyken, Ümit için yarattığı büyülü ve mucizevi dünya ile bütün güçlüklerin üstesinden geliveren starların olanaklı kıldığı düşselliktir.
Nakıp Ali, filmin seyirciye ulaştığı son halkada kritik görev yapan sinema işletmecilerinin bir temsili olarak sinema emekçileriyle ilgilenen yönetmenlerin ilgi duyabileceği özelliklere sahip hazır bir film karakteridir; üstelik gerçek ve gerçekçidir de. Küçük Ümit de sinema tutkusu ve film yıldızlarından kurduğu mucize dolu düşselliği, yaşça kendisinden büyük komşu kızına aşkıyla, sinemacı Nakıp Amca’sına bağlılığıyla bir filme ana karakter olabilecek denli zengin bir kişiliktir.
Ümit’in Nakıp Amca’sı, DP yandaşlarının ülkenin bağımsızlığına ve halka karşı olan düşünceleri, eylemleri karşısında kaya gibi sert; ama acıklı bir finalle bitecek filmi makaslayacak ve onu esas oğlanla kızın öpüştüğü yerde, mutlu sonda bitirecek denli yufka yüreklidir. Demokrat Parti’nin Kore’ye asker göndermekle milliyetçilik taslayan çıkarcı yandaşlarına kalbinin üstünde, iç cebinde taşıdığı istiklal madalyasını çıkarıp gözlerine sokarak ABD lehine askeri cepheye sürmenin milliyetçilik olmadığı dersini öfkeden deliye dönmüş biçimde bağıra bağıra verecek kadar yurtsever; sinema biletine zam istediğinde, belediyenin “Sinemaya kalorifer yaptırırsan, koltukları marokenle kaplatırsan olur!” pazarlığını, Başkan’ın makamını tek başına basarak “Ulan pazarda biber, kendine kalorifer mi taktırdı da 8 kuruştan 10 kuruşa çıktı? Patlıcan kendisini marokenle mi kaplattı da 12 kuruştan 20 kuruşa çıktı?” diye azarlayacak kadar da cesur ve hazırcevaptır!
Demokrat Parti’nin iktidara gelir gelmez toplumsal bir değişimi haber veren girişimleri; Adı Halkın Sesi olan gazetesini, seçimden sonra Demokrat Ülkü’ye çeviren gazete sahibi, yakın arkadaşının emaneti ve mürettibinin Gülümser’e (Cemre Duru) aşkı ve izlediği filmin intihar eden baş rol oyuncusundan etkilendiği başarısız intihar girişimi; üç bar şarkıcısı kız ve onların zengin, yakışıklı erkek hayalleri…
Nakıp Ali’nin 30 yıl önce tanıştığı, ama askerden döndükten sonra izine rastlayamadığı İstanbullu sevgilisi Sacide’nin (Fatma Girik) ünlü bir tiyatro oyuncusu olarak William Shakespeare’nin Arap’ın İntikamı adlı oyununu sergileyen bir kumpanyayla Gaziantep’e gelmesi; tiyatro oyununun gerçek yaşamla iç içe geçen sisli bir gerçekçilikle Sacide-Nakıp aşkının ve bu aşkın çıkmazının teatral sunumu; Nakıp ile Ümit’in film aldıkları Adana’dan dönerken geçirdikleri trafik kazasıyla açıklığa kavuşan Ümit’in pijamalı, yalınayak yağmurda koşması…

Yazık olmuş Nakıp Ali’ye
Yönetmenlerin bu ve benzeri daha birçok karakter ile olayı belli bir seçmeye tabi tutarak bir film disiplini içinde sinemaya aktarmaları, filmin başarısında önemli bir adım olabilirdi. Ama filmin yarısında hastalanıp çekimleri Tunç Başaran’a devreden Memduh Ün’ün sinema estetiği konusunda ortağıyla pek uyumlu olamadıkları anlaşılıyor. Sanki hadi senin dediğin de olsun benimki de dercesine her olay ve her karakteri bir torbanın içine telaşla doldurdukları görülüyor.
Bu yetmezmiş gibi olur olmaz sahnelere komik bir öge eklemek, abartılmış karşıtlıklardan gülünçlükler yaratmak gayretleri, dozunu dizginleyemedikleri mizah anlayışları ile ana tema ve mesajda gösterdikleri kararsızlık, hikâyenin mitsel tarafını önemli ölçüde zedeliyorlar. Sinema sanatının “büyülü fener” metaforuna özgü ögelerin içine hesapsızca karıştırılan yontulmamış, çıplak gerçekçi ögeler, seyirciyi sallantıda bırakmaktan başka hikâyenin bütün sinemasal malzemesine zarar veriyor. Öyle olunca film, kendisi içinde kendini yitirip gözden kayboluyor. Belli ki yönetmenlerin gerçekçilik anlayışlarında uyuşması olanaksız farklılıklar bulunuyor.
Demokrat Parti iktidara geldikten sonra gazetesinin “Halkın Sesi” olan adını “Demokrat Ülkü” olarak değiştirip kırmızı majüskülle yazdığı halde, ilerleyen bir sekansta patronun, gazetenin dizgi hataları nedeniyle dizgiciyi azarlarken önüne “Halkın Sesi” gazetesini fırlatıp atmasının da kolay bağışlanır bir devamlılık kusuru olmadığını belirtip daha fazla uzatmayalım.
Filmin, esas olarak çok daha önceden Tunç Başaran tarafından tasarlandığına, Memduh Ün’ün projeyi beğenip yapımcılığını üstlenerek yönetimine ortak olduğuna, ama çekimlerin başlamasından 6 hafta sonra hastalanıp filmi asıl sahibinin tamamladığına bakılırsa; yukarıda saydığımız bizce yapımın rahatsız edici yanlarından önemli ölçüde Başaran sorumludur. Ama Ün’ün Başaran’a jenerikten teşekkür ederek bu sorumluluğu paylaştığını da unutmayalım.
Gerçekten yönetmenlerin, bu kadar güçlü bir kadro ile bir değil birkaç film çıkarılabilecek denli bereketli bir konu ve sinemasal sermayeyi sorumsuz mirasyedi gibi harcaması akla sığmıyor; Türk sinemasının öncülerinden önemli bir değeri, öncülük ettiği sinemaya taşımaları takdir edilse bile…
*Armut dibine düşmedi!
Ali’nin çocuklarından, Naksan Holding’in sahibi Şıh Mehmet Nakıboğlu ve çocukları FETÖ’nün para kasası olma iddiasıyla “Silahlı terör örgütü yönetme, terörizmin finansmanı, suç gelirlerinin önlenmesi, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerini aklama ve vergi usul kanunlarına muhalefet” suçundan yargılandı, birçok holding çalışanı ile birlikte suçlu bulundu. Nakıp Ali, vatan savunmasında canını dişine taktı, DP’nin amansız muhalifiydi; çocukları DP’nin mirasçısı AKP’yle sarmaş dolaş, Fethullah Gülen’in ABD beslemesi, şeriatçı terör örgütüyle birlikte! Armut dibine düşmeyince, Nakıp Ali’nin mezarında kemikleri sızlamıştır kuşkusuz!