Sinema ‘Ses’leniyor…

Singin’ in The Rain/Yağmurda Şarkı Söylemek

Alan Crosland, sinema sanatının bilinen ilk sesli filmi The Jazz Singer’i (Caz Şarkıcısı), 95 yıl önce çekti. Film, 6 Ekim 1927 yılında vizyona girdi. Girince de Macar estetisyen Béla Balázs’ın dediği gibi “İşte o zaman korkunç bir şey oldu: Duyulan sözlerin inanılmaz abesliği, bakış ve jestlerin insani derinliğini silip süpürdü.” Sinemanın bu ‘ses’lenme sürecini Gene Kelly ve Stanley Donen imzalı Singin’ in The Rain’de izleyebiliriz:

Görsel Kültür Tehlikede!

“Sessiz filmde gözlerin konuşmasını söze ihtiyaç duymadan anlardık. Asta Nielsen ya da Lilian Gish’in bir bakışı veya Charlie Chaplin’in yüzü, pek çok iyi yazarın sözcüklerinden daha iyi konuşurdu. Böyle oyuncuların sessiz diyalogları, filmin hikâyesi saçma bile olsa, bizi alıp götürürdü. Ne zaman ki bu büyük sessiz konuşmacılar gerçek konuşmaya başladılar, işte o zaman korkunç bir şey oldu: Duyulan sözlerinin inanılmaz abesliği, bakış ve jestlerin insani derinliğini silip süpürdü; çünkü artık bizimle konuşanlar, el ve göz diliyle konuşan büyük sanatçılar değil, senaristlerdi! Büyük bir illüzyon yok edildi.”

Biçimci film teorisyenlerinden Macar film eleştirmeni, estetisyen ve yazar Béla Balázs, görsel dilin kuruluşuna ve görsel bir dünyada anlamın üretilişine odaklandığı Sinema Kuramı adlı yapıtında (Doruk Yay. 2019; Theory of The Film, 1952) konuşmasız/sessiz filme böyle ağıt yakıyordu.

1900’lerin başlarında Amerika’da Hollywood üssü, yıldız stüdyo sistemiyle yaptığı ticari filmler devasa bir sinema endüstrisi yarattı. Ancak sinema, Avrupa’da 1920’li yıllarda ortaya çıkmaya başlayan çeşitli akımlarla birlikte sadece bir endüstri değil, aynı zamanda bir sanat olarak da görülmeye başlandı. Bu yeni sanatın anlamlandırma teknik ve yöntemleri, en azından başlangıçtaki doğal seyrinde, görüntü ve hareketti. Ekonomiden dilbilime, psikanalizden sinema felsefesine kadar çok geniş bir alana yayılan argümanların ve referansların sahibi Fransız yazar Gilles Deleuze, sinemanın somut imgelerle (görüntü) düşündüğünü, imgelerin de hareketle anlam kazandığını söyler. Bu nedenle sessiz, en azından konuşmasız sinemanın, tümüyle kendine özgü anlamlandırma olanakları olan, bağımsız bir sanat olduğu ileri sürülebilir.

Béla Balázs’ın yukarıdaki ağıtının, sinemanın görsel dilinin konuşma engeline takılmasıyla kendine özgü derinliğini ve zenginliğini yitireceği öngörüsünden kaynaklandığını anlamak zor değildir. Balázs, Lumiére Kardeşler’in görüntü kaydeden makinesi (kamera) aynı zamanda ses de kaydedebiliyor olsaydı, o zaman sinema sanatının farklı anlamlandırma olanaklarıyla farklı bir sanat türü olarak gelişebileceğini de belirtir. Ancak sesle birlikte sinemanın görüntüyle yazabileceği şiirden yoksun kalmasının yine de derin üzüntüsünü duyar.

Sinema sanatının bilinen ilk sesli filmi The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) 1927 yılında çekildi. Ailesinin aksine caz müziğine ilgi duyan ve yaşamını bunun üzerine kurmak için ailesini terk eden Jackie’yi şarkıcı Al Jolson’un canlandırdığı filmin yönetmeni Alan Crosland’dı. Sinema seyircisinde büyük patlama yaratan sesli film teknolojisi, o tarihten itibaren sinema sanatını geri dönülmez biçimde değiştirdi.

Şairler de Devrede

Ama sinemada diyaloğun, görsel kültürü gerilettiğine; bunun, evrensel bir dil olan sinema dilinin, örneğin İngiliz, Fransız, Alman veya Rus dili için terk edilmesi demek olduğuna inananların sayısı da az değildi. Bu konuşmalı filme geçiş yıllarında yapıldığı düşünülen ama yayımlanmayan, çok sonra Arts dergisinin 8-14 Ekim 1953 tarihli nüshasında ortay çıkan mülakatlarında sekiz şair, manşetten şöyle haykırıyordu: “Sesli sinemaya şüpheyle yaklaşalım!” Bu mülakatta Paul Eluard, Max Jacob, Derême, Jean Cocteau, Valéry, Desnos, Supervielle ve André Breton’un görüşleri yer alıyordu.

Mülakatta “Sesli sinema ilkesine kesinlikle karşıyım. Bir filmin genel olarak beni heyecanlandırma, duygulandırma ihtimallerini fazlasıyla kısıtlıyor gibi geliyor.” diye başladığı yanıtını şöyle sürdürüyordu André Breton: “Kulağa hitap etmese de ruha seslendiği kabul edilmiş bir dilin önüne kelime engellerinin konulmasıdır bu. (…) yanı sıra, doğal olarak, hitabet unsurlarıyla birlikte burjuva değerlerinin hizmetinde en iyi yaşayanların tümü de tekrar arzı endam ediyor: Savaşçı Poincaré, cömert Madam Chiappe (emniyet müdürünün eşi), rahipler. Çünkü ahmaklaşmayı doruğuna vardırmak için hiçbir şeyi esirgememek lazım!” Ve bütün bu öfkesine karşın gelişmeyi çaresiz kabullenir Breton: “Bu aşırı çekincelerimi belirttikten sonra, hemen şunu ekleyeyim ki sesli film galip gelecektir, yani diğer alanlarda olduğu gibi, burada da mağlup olacağız!”

Singin’ in The Rain

Bu yazımızın konusu, sinema sanatının yeni yeni “konuşmaya başladığı” bu hecelemeli ve kekelemeli sürece odaklanan bir film: Singin’ in The Rain (Yağmurda Şarkı Söylemek). Türkçeye “Yağmur Altında” biçiminde çevrilen Singin’ in The Rain, Gene Kelly ve Stanley Donen imzalı 1952 yapımı bir müzikal. Enerji dolu danslarıyla tanınan oyuncu Gene Kelly (1912-1996) ile koreograf ve yönetmen Stanley Donen’in (1924-2019) oldukça verimli bir işbirliği olan film, Amerikan Film Enstitüsü’nün (AFI) listesine göre tüm zamanların en iyi müzikali ve tüm zamanların en iyi beşinci Amerikan filmi.

Filmin teknik altyapısında oldukça deneyimli bir kadro bulunuyor: Senaryoda başarılı Hollywood müzikallerine ve Broadway gösterilerine sözler, librettolar, senaryolar yazan müzikal komedi ikilisi Betty Comden ve Adolph Green‘in yaratıcı ortaklığı var. Filmin Nacio Herb Brown’un besteleri, Arthur Freed’in sözleri, 1952 Akademi Ödülleri adayı Lennie Hayton’un müzikal yönetimiyle kanatlanıyor. Danslar, Gene Kelly’nin koreografisi, Harold Rosson’un görüntü yönetimi ve Adrienne Fazan’ın kurgusuyla görsel bir şölene dönüşüyor. Öte yandan Don Lockwood’da Gene Kelly, Cosmo Brown’da Donald O’Connor ve Kathy Selden’de Debbie Reynolds’un oyunculukları ve dans performansları görülmeye değer. Kelly’nin yağmur altında şarkı söylediği dans sekansı ise türünün birkaç iyi örneğinden biri kabul ediliyor.

Singin’ in The Rain’in, son derece popüler müzikal olduğu halde yazımıza konu olmasının nedeni, yedinci sanat sinemanın yukarıda sözünü ettiğimiz ses ve dublaj sürecinde yaşanan sorunları kadraja almasıdır. Aslında bir tür olarak müzikal de varlığını sinemanın ‘ses’lenmesine borçludur; çünkü müzikli danslı film türü, ancak bu ‘ses’lenmeden sonra; müzikli film parçalarının, opera sanatçılarının yaşam öykülerinin filme alınmasıyla seyirci önüne çıkmaya başlamıştır. Buna karşılık Amerikan müzikali, sinemanın içinde ve doğrudan doğruya sinemaya özgü müzikli, danslı film çeşidi olarak gelişmiş; Hollywood ile parlamış, Hollywood ile sönmüştür.

Cosmo, Dora, Don ve Lina

Sinemanın Yıldızları

Kurmaca dünyasında başka filmlere de metinler arası ilmekler atan Singin’ in The Rain, kendi kurgusu içinde yer alan 1920’li yılların sonlarında bir başka filmin galasıyla açılıyor: 1927 yılının en önemli olayıdır bu gala. Hollywood’un tüm yıldızları Manumental Film‘in sunduğu Soylu Haydut‘un ilk gösterimi için buradadırlar. Herkes nefesini tutmuş, Lina Lamont (Jean Hagen) ve Don Lockwood‘un (Gene Kelly) gelmesini bekliyordur.

Sessiz sinemanın büyük yıldızları coşkulu tezahüratlarla bir bir karşılanmaktadır. “İşte Cosmo Brown!(Donald O’Connor). Cosmo, Don’un en iyi arkadaşıdır, Lina ve Don’a o romantik ortamları hazırlamak için sette piyanoyla eşlik ediyordur! “Oh, evet işte onlar! Bu geceki filmin yıldızları, ekranın romantik âşıkları Don Lockwood ve Lina Lamont!” Galanın sunucusu Dora, girişte “Senin başarı hikâyen ülkede tüm gençler için ilham kaynağı.” dediği Don ve Lina ile aralarındaki aşka dair dedikodular üzerine ayaküstü sohbet eder. Lina Lamont mutlu memnun dinleyip onaylarken hep Don Lockwood konuşur. Lina filmlerindeki gibi memnuniyetini anlatan beden dili ve jestleriyle yetinir. Çılgınca alkışlar ve film başlamasa sonu gelmeyecek tezahüratlar…

Kathy ve Don

Singin’ in The Rain’in içindeki sessiz film, Hollywood geleneklerine uygun bir kurgu marifetiyle, aşkları için savaşan iki genç âşığın hikâyesini anlatmaktadır. Erkek kahramanın onca mücadelesinden sonra romantik bir müzik eşliğinde âşıklar öpüşürken film sona erer. Don ve Lina, filmin sonunda sahneye çıkıp seyircileri selamlarlar. Don konuşur, Lina konuşmaz, konuşmaya yeltendiğinde Don seyircinin anlamayacağı biçimde onu engeller. “Biz sinema oyuncuları topluluk önünde konuşmakta pek de iyi sayılmayız. Onun için minnettarlığımızı hareketle ifade edeceğiz.” Seyirciler ise Lina’nın güzelliğiyle uyumlu bir sesi olduğunu düşünmekte ve bu güzel sesi işitmek istemektedirler.

Seyirci Ses İstiyor!

Galadan sonra Don hayranlarının yoğun ilgisinden kaçarken tiyatro oyuncusu Kathy Selden (Debbie Reynolds) ile tanışır. Selden’den hoşlanan Don, ona yaklaşmak için onunla sinema konusunda sohbet etmek ister; ama Selden konuya uzak olduğunu ima eder. Sinemaya pek gitmediğini, zaten sadece bir filmi izlese, hepsini izlemiş gibi olduğunu, sinemanın çoğunluk için eğlendirici olduğunu; ama perdedeki karakterlerin kendisini etkilemediğini, çünkü “konuşmadıklarını”, rol yapmadıklarını, sadece dilsiz gösterisi yaptıklarını… söyler ve oyunculuğun yetenek, harika roller, görkemli sözcükler, Sehakespeare, İbsen… demek olduğunu da ekler. Sahne sanatının asil bir meslek olduğunu söyleyen Selden, Don Lockwood’un yaptığı işi, sinema oyunculuğunu sorgular; yaptığı sanatın bir gerçeklik taşımadığını yüzüne fırlatır: “Sen neden böyle kendini beğenmişsin? Sen sadece film şeridinin üstünde bir gölgesin. Etten kemikten değilsin.” der.

Bu diyalog, tiyatroya göre sinemanın gerçek değil, bir gölge, yani bir yansıma; “ses”siz sinemanın ise dilsiz olduğunu, bir “ses”e ihtiyacı bulunduğunu ima eder. Nihayet bu ihtiyacı, Monumental Film’in patronunu ofisinde ziyaret eden bir “deli adam” da dile getirmiştir, hem de uygulamalı olarak! Kendi görüntüsünü filme kaydettirip üstüne konuşmasını montajlayan bu “deli adam”, patronu ikna etmiş gibidir. Bu konuşmalı görüntüyü oradakilere izletir:  “Bu benim görüntüm ve konuşmaktayım. Dudaklarım ve duyulan sesin nasıl mükemmel bir ahenkle senkronize olduğuna dikkat edin. Sesim bir plağa kaydedildi. Sesli bir film bu. Teşekkürler. İyi günler.”

Seyredenler inanmazlar, patron Bay Simpson’un (Millard Mitchell) perdenin arkasında konuştuğunu zannederler. Tartışma başlar salonda.  Simpson, The Jazz Singer‘in (Caz Şarkıcısı) adlı filmin böyle sesli yapıldığını söyler. Ve Variety gazetesi manşeti atar: “İlk sesli film Caz Şarkıcısı. İlk haftanın sonunda tüm zamanların en iyisi!”

Ve Sinema Sesleniyor

Monumental’in yeni filmi Düellocu Kavalye’nin hazırlıkları sıkı bir motivasyonla sürmekteyken şirketin patronu Simpson sete gelir, heyecanla “Stop!” der. Sorunun ne olduğunu anlamak isteyen çalışanlarına, sorunun Caz Şarkıcısı olduğunu söyler: “Bu şaka değil, Caz Şarkıcısı sansasyon yarattı, halk daha fazlasını istiyor, sesli film istiyor! Bize de böyle bir heves lazım. Sesli sinemanın bir tehdit olduğunu söylemiştim, kimse dinlemedi. Düellocu Kavalye’yi sesli çekeceğiz!”  

Variety’nin manşetleri sürer: “Hollywood’da Devrim… Stüdyolar sesli filme dönüyor… Müzikal filmler piyasayı süpürüyor…”

Sessiz sinemada, seslerinin niteliği ve telaffuzlarının doğruluğu yanlışlığı asla söz konusu edilmeyen, sorgulanmayan yıldız oyuncular; seslerinin ve konuşma becerilerinin peşine düşerler. Lina ne yapsa diksiyon derslerinde başarı gösteremez. Don ve Cosmo için bir sorun yoktur: “Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi…” onlar için eğlencedir hatta.

Variety yazmaya devam eder: “Hollywood konuşmayı öğreniyor… Ünlü yıldız diksiyon dersleri alıyor…”

Sesle Gelen Sorunlar

Sesli konuşmalı yeni filmlere geçmesi, sinemanın bu yeni diline uyum sağlaması stüdyo şefinin söylediği kadar kolay olmaz tabi. Singin’ in The Rain’de yönetmen, sinemada yeni bir sanatsal dil yaratmanın gerekli olup olmadığı üzerine kafa yormaz;  onun derdi, bu dili yaratmayı olanaklı kılan teknolojiyi kullanabilmenin zorluklarını göstermekle sınırlıdır. Bu nedenle sinema sanatının yeni bir dil oluşturmasına değil, sadece konuşmayı öğrenirken heceleme ve telaffuz zorluklarına odaklanır. Bir film dili oluştururken karşılaşılan estetik kusurlardan çok, yeni teknik araçları çalıştırırken yaşanan teknik problemlere, gizlenmiş mikrofonları kullanarak kayıt yapmanın zorluklarına, teknik donanım araçlarının yarattığı ve rahat çalışmayı engelleyen kalabalığına bakar.

Gene Kelly, Donald O’Connor ve Debbie Reynolds 

Seyircinin heyecanla beklediği “Düellocu Kavalye %100 sesli” spotuyla vizyona giren filmin ilk gösteriminde tam bir rezalet yaşanır: Lina’nın takılarının sesi, omzunda izole edilmiş mikrofondan gürültüyle iletilir. İnci takıyı okşayan parmakların hareketlerinden kükreme sesleri çıkar ve film grotesk bir hâl alır. İstenmeyen sesler, verilmek istenenleri bastırır. Yelpazeyle dokunuş, copla vuruş sesi verir… Sesin doğal yapısı sesin kaynağıyla uyumlu olmayınca dram bir komediye dönüşür, seyirciler güler. Diyaloglar kötü, yersiz, sebepsizdir. Bir seyirci, bu diyalogları yazan para almış mıdır acaba diye sorar. Film kayar, eşleme bozulur, ses ve görüntü örtüşmez. Konuşmada plağın devri düşer, boğuk ve anlaşılmaz sesler çıkar… Salon boşalır. “Çok komik, Caz Şarkıcısı gibi filmler lazım!” Don Lockwood ve Lina Lamont, her gösterimde gururla öne çıkıp seyircilere teşekkür ederken bu kez utançla seyircilerden gizlenirler.

Çare, Delinin Dediği

Filmin tüm yaratıcılarına bir karamsarlık hâkim olur. Film bu haliyle gösterime giremez, çünkü kendi kariyerleri de yerlerde sürünecektir. Çare, Düellocu Kavalye’yi müzikale çevirmektir. İyi fikirdir, ama üçlü bir sorun vardır: Lina! Ne rol yapabiliyor ne şarkı söyleyebiliyor ne dans edebiliyordur. Bu noktada da çözüm dublajdır. Kathy’nin sesini kullanacaklardır. ‘Deli Adam’ın dediği yapılacak; Lina ağzını oynatacak, Kathy onun yerine konuşup şarkı söyleyecektir. Ama Kathy görünmeyecek, bu da onun kariyerini harcamak olacaktır… Kathy Selden yine de razıdır, sadece bu film için. Filmin adı da değiştirilir: Dans Eden Kavalye… Bu kez başarı kaçınılmazdır ve Don Lockwood’un o unutulmaz yağmur altında dans sekansıyla kutlanır!              

Müzikal için modern müzik gereklidir, içine modern dans da katılmalıdır. Kahraman Broadway’da dansçıdır. Bir gece sahne arkasında İki Şehrin Hikâyesi’ni okumaktadır. Bir kum torbası kafasına çarpar. Rüyasında Fransız Devrimi günlerindedir. Dönemin sanatlarını kasıp kavuran Gerçeküstücülük akımı, bir müzikali de bu kadarcık etkileyebilir tabi! Hem bu yolla modern dans figürleri yapabilir. Ama rüya sırasında yine kostümleri kullanılır. Don, tasarısını filmle yansıtır. “Broadway’a çatık kaşla gelme / Şaklabanlık yapmalısın Broadway’da…” Stüdyo Şefi, fikri filmde görmek ister, olurla emri birlikte verir: “Selden, Lina’nın diyaloglarını yeniden kaydetsin, Lina’nın bundan haberi olmasın!”

Film İçinde Film

Böylece Singin’ in The Rain filminin içinde üç farklı film ortaya çıkar ve bu üç farklı film, sinemanın teknolojik gelişmeye bağlı aşamalarını temsil eder: Bunlardan biri “sessiz film” Soylu Haydut (The Royal Rascal), diğeri “konuşmalı film” Düellocu Kavalye (The Dueling Cavalier) ve sonuncusu bir “müzikal” Dans Eden Kavalye’dir (The Dancing Cavalier). Konusu benzer bir aşk hikâyesine dayanan ve aynı oyuncuların rol aldığı bu üç film, sinema dilinin görüntüden ses ve müziğe evrildiğini, bu evrilmenin zorunluluklarını ve sorunlarını gösterir.

Unutulmaz sekans: Yağmurda dans

Sessiz film Soylu Haydut’ta oyuncuların abartılı jest, mimik ve bedenleri sinema dilinin araçlarını oluşturur; olay örgüsü bu araçlar, onlara fonda eşlik eden müzik ve başlık yazılarıyla verilir. Film, düşmanlarını bertaraf eden Philip’in sevgilisine verdiği aşk öpücüğüyle son bulur. Düellocu Kavalye sesli filmdir, olay örgüsü karakterler arasındaki diyaloglarla ilerler ve film, sessiz filmin abartılı oyunculuğundan arınmış görünmektedir. Düellocu Kavalye, konuşmalı/sesli filmin iddia ettiği gerçekçiliğine karşın, yaşanan birçok sorun nedeniyle kendi kendini gülünç duruma düşürür. Konuşmalı /sesli film bu başarısızlıktan sonra bu kez Dans Eden Kavalye olarak ve beden ile hareketin belli bir koreograf formuyla estetize edildiği müzikal filme dönüşür.

Ardışık biçimde gelişen bu üç sinematik tür, sinema dilinin gelişiminde sesin etkisine vurgu yapar. Sesin kullanımını müziğiyle, şarkıları ve diyaloglarıyla en üst seviyeye çıkaran müzikal, üstün bir başarı elde eder.

Görüntünün arkasındaki ses

Görüntü-Ses Eytişimi

Dans Eden Kavalye müzikalinin prömiyerinden sonra Don ve Lina, seyircilere teşekkür etmek için sahneye çıkarlar. Lina bu kez kendinden emin konuşmak isteyince, ses ile sesin kaynağı arasındaki uyumsuzluk seyirciyi rahatsız eder. Lina’nın şarkılarının ve diyaloglarının arkasında Kathy Selden’in sesinin olduğu anlaşılınca, Selden filmin yıldızı ilan edilir. Filmin gerçek yıldızı, seyircinin sahnede “gördüğü” değil, “ses”ine âşık olduğudur!

Film bu finaliyle, sessiz filmlerin ve onların sessiz yıldızlarının dönemimin kapandığını, sinema dilinde sesin, görüntüyle birlikte merkezi bir role sahip olduğunu ilan eder.  Yağmurda Şarkı Söylemek filminin kendisi de hikâyeye çok da bağlı olamayan danslarıyla neredeyse doğaçlama bir müzikale dönüşür; film “Günaydın”, telaffuz tekerlemesi “Moses Supposes”, “Yağmurda Şarkı Söylemek” gibi şarkılarıyla ve step ağırlıklı danslarıyla sessiz filmin silinmez biçimde üstünü çizerek gösteri sinemasının unutulmazları arasında yerini alır.

Béla Balázs’ın “konuşmasız/sessiz” sinemaya ağıtıyla başladık, onun gerçeği teslim edişiyle bitirelim: “(…) sesli film kendi ifade araçlarına bela olarak bakan bir sanattır. Bir ressamın mümkün olduğunca renk kullanmamak niyetiyle resme başlaması gibi. (…) eski tip insanların tekniğin gelişmesine olanak değil, sorun olarak yaklaşması, iradesi güçsüz sanatçı muhafazakârlığının tepkisel tavrıdır… Tekniğin evrimi, insanoğlunun üretken güçlerinin de evrimidir ve beraberinde getirdiği tehlikeler, gelişimi engellenerek giderilemez. Bu anlamsız bir ‘makine kırıcılık’ olurdu. İnsanları öldürerek, onları bekleyen acılardan kurtaramayız!” (age.) O halde renk de laboratuvar da bilgisayar da dijital olanaklar ve yapay zekâ da sinemanın anlamlandırma araçlarına sırası geldikçe sinema estetiği izin verdikçe katılacaktır, katılmıştır.

Teknolojinin olası olumsuzluklarından onu reddederek değil, yöneterek kurtulabiliriz, hayatın ve sanatın her alanında, sinema dahil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir