Romantizm: Edebiyatta “Fransız İhtilali”

Parlak Yıldız/Bright Star

“Yaşlı Romantik” bir paradokstur! Yoğun duygular ve duyarlıklar içinde hayat Romantiklere yaşlanma fırsatı vermez çünkü; genç yaşta çekip giderler dünyamızdan, arkalarında derin izler bırakarak John Keats gibi. Romantizmin kendisi de uzun ömürlü olamayacak kadar coşkuludur. 50 yıl kadar etkili olduktan sonra kazanımlarını edebiyat dünyasına bırakarak geri çekilmeye başlar. Klasisizmi geri dönülmez biçimde tarihten silen Romantizm, Modernizm’in karşısında aynı sonu yaşar...  

Biyografi Filmleri

Sinema sanatında tanınmış kişilerin yaşamlarını konu edinen Schindler’in Listesi’nden (Steven Spielberg, 1993) Akıl Oyunları’na (Ron Howard, 2002), Sol Ayağım’dan (Jim Sheridan, 1989) Can Dostum’a (Olivier Nakache, Eric Toledano, 2011), Çağrı’dan (Mustafa Akkad, 1976) (2019) Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu’na (Özer Feyzioğlu, Hilal Saral, 2019) kiminde belgeselin kiminde kurgunun öne çıktığı, kiminde maceranın kiminde insani bir durumun ağır bastığı birçok başarılı yapımdan söz etmek kolaydır.

Ama sanatçı biyografilerinin sinemaya kaynaklık etmesi söz konusu olunca işin rengi değişiyor. Zira o biyografiler çoğu kez bir bütün olarak değil, belli anlarıyla ve belli ölçüdeki detay kurgularla sinemasal bir değer kazanabiliyor. Konuda ilgice, bilgice zenginleşme; yoğunlaşma, derinleşme gerektiğinden ve tarihi sorumlulukla kıstırıldığından yönetmenin işi ilk paragraftaki sinemacılara göre daha zor görünüyor.

Hele biyografi bir edebiyatçıya aitse iş daha da zorlaşıyor. Zorlaşıyor zira çoğu yazar ve şairin yaşamı, kütüphanede okuyup masa başında yazarak geçtiğinden çok fazla dışsal gerilim, çatışma ve karşıtlık barındırmıyor. Bu nedenle sinemacılar için edebiyatçıların biyografileri, iyi bir kaynak mıdır diye sormadan edemiyoruz. Onların yaşamları dramatik bir kurguya elverişli değildir; ama yapıtlarını yaratma sürecine ilişkin o kadar çok içsel gerilim, çatışma ve karşıtlık malzemesi içerir ki psikolojik çözümlemelerde derinleşmeyi amaçlayan sinemacı için bulunmaz kaynaktır.

BrIght Star/Parlak Yıldız

Dilsiz bir piyanist ile onun kızını hikâyesinin merkezine alan; 66. Akademi Ödüllerinde En İyi Kadın, En İyi Yardımcı Kadın ve En İyi Özgün Senaryo Oscar heykelciklerini kaldıran Piyano (The Piano, 1993) ile ilk büyük çıkışını yapan, kısa filmografisinde daha çok otobiyografi ve roman uyarlamaları bulunan, 1954 Yeni Zelenda (Wellington) doğumlu Jane Campion, böyle bir kaynak buldu; o kaynaktan “Parlak Yıldız (Bright Star, 2009) adlı bir film çıkararak ve azımsanmayacak bir başarıya imza atarak kariyerinde uzun bir suskunluktan sonra ikinci bir çıkış yakaladı.

O kaynak, İngiliz “Romantik” (sözcüğün hem terim hem sıfat anlamıyla) şiirinin Lord Byron ve Percy Bysshe Shelley ile birlikte ikinci kuşağının ana figürlerinden, derinlikli duygulara sahip, hırçın şairi John Keats’ın 25 yıllık kısacık yaşamına dair biyografisinin son üç yılıydı. Bu üç yıl, Keast’ın hem şair “var”lığının “ol”duğu hem de şiirinin temel esin perisi olan aşkı Fanny Brawne’yle olan sarsıntılı ve etkili ilişkilerinin yaşandığı üç yıldı.

119 dakikalık yapım adını, şairin 1819’da âşık olduğu Fanny’e hitaben yazdığı ve “Parlak yıldız, sarsılmaz durabilseydim senin kadar / Semada asılı, ihtişamlı ve yalnız, kımıldamadan.” dizeleriyle başlayan  “Bright Star” adlı sonesinden alıyor. Filmin senaryosu, yapımı bir orkestra şefi inceliğinde yönettiği görülen ve filme kadın yaklaşımını katmakta oldukça istekli ve başarılı olan Jane Campion’un kaleminden çıkıyor. Dramatik örgüsü güçlü bu senaryoyu değişen mevsimlerle ve anlarla birlikte destekleyen doğanın, neredeyse başrolü paylaştığı görüntülerinin yönetimi Greig Fraser’e ait. Mark Bradshaw ise filmin dramatik yapısının hüznünü ve romantik şiirin yoğunluğunu etkili müziğiyle destekliyor.  

John Keast’ta Ben Whishaw‘ın, Fanny Brawne’de Abbie Cornish’in, izlediğimizin bir film olduğunu hissettirmeyecek denli doğal ve minimal oyunculukları gerçeklik duygusunu güçlü kılıyor. Charles Armitage Brown’da Paul Schneider ile Kerry Fox’un anne Brawne rolündeki doğal ve dengeli oyunculukları aynı duyguyu destekliyor. Küçük Brawne’ler Toots’ta Edie Martin ile Samuel’de Thomas Brodie-Sangster’in de filme egemen olan oyunculuk havasına uygun yönetildikleri söylenebilir.

Bütün bu dramatik, teknik yönetim ve oyunculuk, film otoriteleri tarafından karşılıksız bırakılmıyor tabii. Film, adaylıkları geçecek olursak, Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi’nden  (AACTA) En İyi Görüntü (Greig Fraser), En İyi Kadın Oyuncu (Abbie Cornish) En İyi Yapım ve En İyi Kostüm Tasarımı (Janet Patterson), Kadın Film Gazetecileri Birliği’nden Kadınların seçimi olan En Güzel Film EDA (Jane Campion) ve Film Eleştirmenleri Ulusal Derneği’nden En İyi Yardımcı Oyuncu (Paul Schneider) ödüllerini topluyor. Bu başarıların aynı kategorilerde başka birkaç sinema ödülleri organizasyonunda tekrarlandığını da ekleyelim.

Sanat, Edebiyat Akımları

Filmin yerli yerine oturması için kısa bir tarihsel, toplumsal, düşünsel ve sanatsal arka plana ihtiyaç var: İnsanlar, tarih içinde sözlü anlatımdan yazılı anlatıma geçince, daha güzele, daha olguna ulaşama itkisiyle duyuş ve anlatım biçimlerini var olandan daha yetkin bir duruma getirmenin yollarını arama gereksinimi duydular. Bu biçimleri en çok etkileyen gelişmeler, kuşkusuz toplum, siyasa, ekonomi ve bilim alanına aitti. Hümanizm, Rönesans ve Fransız Devrimi gibi tarihin çizgisini geri dönülmez biçimde değiştiren toplumsal hareketlilikler, sanat ve edebiyat alanında da kendisiyle uyumlu sanat ve edebiyat akımlarını tetikledi.

Avrupa’da feodal üretim ilişkilerine dayanan derebeylerin yerel otoritelerinin son bulmasıyla merkezi otorite (mutlak monarşiler) kontrolü tam anlamıyla sağlandığında, toplumsal yaşama bir istikrar ve düzen egemen oldu. Beraberinde toplumsal yapıya ve yaşayışa ait kurallar yüceldi; Aristo’nun akla, Descartes’in mantığa yaptığı vurgu önem kazandı. Esas olarak Aydınlanma Çağı’nın egemen değerlerine ait temel kavramlar olan ölçü, düzen, denge; Mantesquieu, Voltaire ve Diderot’nun yazdıklarıyla da sımsıkı güçlenmişti. Bunun sanat ve edebiyatta karşılığı Klasisizm oldu.

Romantizmin karşı çıkışı

Kuşkusuz Fransız burjuva demokratik devrimi, feodalizmin içinde yeşerip gelişen kapitalizmin belli bir ekonomik güce ulaşmasının ve dolayısıyla burjuvazinin siyasal iktidara yürümesinin bir sonucuydu. Sermaye birikimi ve ticaretin yaygınlaşmasıyla gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin önünde artık bir engel haline gelen feodal yapı, Hıristiyanlık ve ona bağlı katı ahlakçılık, kırılıp parçalanması gereken sosyal bir cendereye dönüşmüştü. Bu nedenle Rousseau, Kant, Fichte ve Schelling gibi düşünürlerin besleyip büyüttüğü “özgürlük” ve “eşitlik”, Fransız Devrimi’nin temel kavramları oldu.

Özgürlük ve eşitlik, hem ulusların hem sosyal sınıfların hem de bireylerin özgürlüğü ve eşitliği demekti. Ulusal farklılıkların ve değerlerin önem kazandığı, bireye ait farklılıkların farkına varıldığı bu dönemde, akıl ve mantığın sınırlayıcı etkisinden bağımsız olarak duygu ve hayal işe koşuldu; bireysel dinamikler harekete geçti. Bütün bunların edebiyata yansıması sözcüğün tam anlamıyla edebiyatta “Fransız İhtilali”ydi!

Klasisizmin ayırdığı komedi ve trajedi, dramda birleşti; evrensel temalar yerelleşti, ulusallaştı. Klasisizmin standartlaştırdığı anlatım yaratıcılığa yapaylaşan dil, doğal ve günlük kullanımına döndü. Bütün kişisel farklılıklarına, hatta karşıtlıklarına, aralarındaki rekabete ve birçok belirsizliklerine karşın Romantikler, bunları geniş hayal dünyalarına yaslanan yaratıcılıklarını ortaya koyarak başarabildiler. Toplumsal dinamiklerden ve sosyokültürel gelişmelerden güç alan bu değişimler, edebiyata türlü olanakla sağladı. Edebiyat, Klasisizmin katı kuralcılığı, tutuculuğu, giderek yapaylığı karşısında bu kazanımlarını, İngiltere’de Lord Byron, Shelley, Walter Scott; Almanya’da Schiller, Herder, Goethe; Fransa’da Hugo, Vigny, Musset önderliğinde elde etti. Ve kazanımlar, edebiyata ait konu, tema, biçim ve biçemi geri dönülmez şekilde değiştirdi.

Devrimlerin, köklü dönüşümlerin, toplum yaşamına biçim veren bir düşünce sistemine, yani belli bir “ideoloji”ye dayanması doğal olduğu kadar zorunludur da. Romantizm bu anlamda, tek tek “politik” tavırlı yazar ve yapıtlardan ayrı olarak “ideoloji”si olan ilk edebi akımdır. Hollanda’da İspanyollara karşı kraliçe ve ülkesi İngiltere için savaşırken ölen Philip Sidney politik; daha kapsayıcı bir özgürlük davası için 36 yaşında hayatını kaybeden ve ülkesi İngiltere’de yüz yılı aşkın bir süre adı “problem” olarak anılan Lord Byron ideolojik bir şairdi. Tıpkı bizde güncel devlet sorunlarını eserlerine konu edinen Abdülhak Hamit’in politik; “özgürlük”, “adalet”, “eşitlik” gibi Fransız Devrimi kavramlarını tema olarak alan Namık Kemal’in ideolojik tavrı ve yapıtları gibi.

John Keats ve Fanny Brawne

Ve John Keats

Kuşkusuz Romantizm, toplumsal duyarlık yanında, o toplumu oluşturan tek tek bireylerin psikolojilerine ve duygularına da önem verdi. Romantizm’in kapsama alanına giren sanatçıların, bugün artık lise edebiyat kitaplarında kalan  “Sanat sanat içindir. – Sanat toplum içindir.” tezli münazara konusunda ayrıştıklarını da biliyoruz.  Çünkü onlar sadece “neşe ve mutluluk”la değil, bunun karşıtı “hüzün ve melankoli”yle de ilgiliydiler ve esas olarak “karşıtlık”, Romantizmin en geniş anlamıyla dayandığı temeldi. Örneğin Romantizmin kilit adlarından Wordsworth, “mutluluktan şaşkına dönerken” bir başka Romantik John Keats ise bir kısmını Parlak Yıldız filminde izlediğimiz “derin bir melankoliye” batmıştı.

Keats’ın battığı hüzün ve melankoli, kuşkusuz onun tercihi değildi; ama ona bir dosta sarılır gibi sarılmasını bildi:

“Mutluluk nerede barınır? İşaretiyle
Aklımızı ilahi dostluğa, özlü dostluğa
Çağıran şeyde; ışıyana kadar biz,
Arınıncaya kadar boşluklardan. Göğün
Duru dinini izle!”
		        (Çev. Nazmi Ağıl)

Yoğun duygular ve duyarlıklar içinde her Romantik gençtir, genç kalır, yaşlanmaz! Sözcüğün hem gerçek hem mecaz anlamıyla böyledir; zira “yaşlı Romantik” bir paradokstur! Çünkü hayat onlara yaşlanma fırsatı vermez; genç yaşta çekip giderler dünyamızdan, arkalarında derin izler bırakarak. Bakın bizimkilere ve dünyanın Romantiklerine bunu görürsünüz, Keast’ta da gördüğünüz gibi! Öyle ki şairleri gibi hareketin kendisi de uzun ömürlü olamayacak kadar coşkuludur. Romantizm, 50 yıl kadar etkili olduktan sonra kazanımlarını bırakarak geri çekilmeye başlar. Klasisizmi geri dönülmez biçimde tarihten silen Romantizm, Modernizm’in karşısında aynı sonu yaşar.  

Şiir dili ve imge yaratmadaki başarısıyla tanınan John Keats’ın hayatı, hüzün dolu “romantik” bir öykü. Buraya kısa bir özet yazmak gerekirse: 31 Ekim 1795’te Londra’da dünyaya geliyor. Babası zengin bir ailenin seyisi, annesi o ailenin kızı. 9 yaşındayken babasını bir kaza, 15 yaşındayken annesini verem alıyor. Bir cerrahın yanında meslek öğrenmeye çalışırken bir yandan da edebiyatla aklını, duygularını besliyor ve Edmund Spenser etkisinde ilk şiir denemeleri yapıyor. Doktorluk izni olmasına rağmen bu alandan tamamen çekilip kendini edebiyata veriyor. Poems (1817) adlı ilk kitabını da dönemin ünlü yazarı Lehigt Hunt’a ithaf ediyor. Eleştirmenlerin ilgisini çekmeyen Poems’ten bir yıl sonra yayımladığı uzun şiiri Endymion, çok sert eleştiriler alıyor. Keats’ın zayıf, hastalıklı bünyesi ve ruhu sarsılıyor. Sağlığına kavuşmak için gittiği İskoçya’dan Londra’ya döndüğünde çok sevdiği iki erkek kardeşinden birini Amerika’ya göç etme hazırlığında, diğerini ağır hasta buluyor… (Üçüncü ve son kitabı 1820’de yayımlanıyor: Lamia, Isabella, The Eve of St. Agnes, and Other Poems)

Biyografiden Sinemaya

Bu trajik yaşam öyküsünü burada kesip Bright Star’a bağlanacak olursak, biyografinin filmde devam ettiğini görürüz. Keats, şair arkadaşı Charles Armitage Brown’un yanında büyük bir evin bir bölümünde yaşamaktadır. Şiir üzerine ortak çalışmalar ve tartışmalarla süren yaşamına bir anda, evin diğer bölümünde oturan Brawne ailesinin kendisinden beş yaş küçük kızı, moda tasarımcısı Fanny girer. John’un büyük bir aşkla bağlandığı Fanny’nin dul annesi, kızının hem evlilik için küçük hem de Keats’ın kendilerinden aşağı bir sınıftan olduğu gerekçesiyle evlenmelerine izin vermez. Dahası John, “tehlikeli” siyasi görüşlere sahiptir! Bu nedenle anne Brawne, oturup konuşmalarına gezip dolaşmalarına göz yumsa da ölçüyü ve önlemi elden bırakmaz. Üstelik John’da da verem belirtileri vardır ve John, annesi gibi kısa bir süre önce de kardeşi Tom’u aynı hastalıktan kaybetmiştir. Edebiyatçı arkadaşları bir fon oluşturup iyileşmesi umuduyla onu Roma’ya gönderirler. Ancak Parlak Yıldız şiirinde dediği gibi, ‘başını yaslayamadan sevgilisinin olgun göğsüne, kendinden geçip ölür!’ 25 yıllık kısacık ömürden geriye değeri sonradan anlaşılmış üç kitaplık bir şiir toplamı ve Frances Fanny Brawne (1800-1865) ile yaşadığı tertemiz bir aşk kalır.

“Keşke kelebek olup üç yaz günü kadar bir ömür geçirseydik!”

Fanny Brawne

Bright Star, John Keats‘ın biyografisi olduğu kadar, Fanny Brawne’nin yaşamına, onun iç dünyasına da odaklanıyor. Yönetmenin, giysi dikişine, iğne, ip ve bu ikisinin uyum içindeki dansına yaptığı detay çekimle açılan film, “Siz iki aceleci yazarın baş başa vermesinden dikişim daha değerlidir!” diye düşünen genç kızın duygu evrenini, bu evrendeki alt üst oluşları, aşkı aracılığıyla şiir dünyasının kapısını aralayışını, bu dünyada gördüğü saflığı, temizliği ve edebiyat âlemindeki kimi kıskançlıklar, kaba sabalıklar gibi lekeleri de kadraja alıyor. Ama Campion bütün bunları duygularımıza usulca dokunup orada küçük bir iz bırakan bir duyarlıkla yapıyor. Ayrılık sahnesinde küçük kız Toots’un, kurumuş bir yaprağı bahçenin dışına atarken “Sakın geri gelme. Burada sonbahara yer yok!” dediği sahne ikna edici bir örnektir sanırım. Filmde Keats’ın Fanny’e yazdığı ve onu ayakta tutan duygu dolu mektuplar ve Fanny’in aynı nitelikteki yanıtları da önemli bir yer tutuyor. “Beni, benim uğruma sevdiğine inandığım için seni daha çok seviyorum. Öyle bir kadınla tanıştım ki, gerçekten şiirle evlenilebileceğini ve bir roman ortaya çıkaracağını düşünüyorum.” diye yazar Keats. Fanny ise ondan haber alamadığı zaman ölmüş gibidir, sanki hava ciğerlerinden çekilmiştir. Kendisini terk edilmiş hisseder, yeni bir mektuba kadar: “Dünyamızın gerçek olduğunu biliyorum, tek umurumda olan bu!”

Kısacık bir mektup daha: “Sevgili Fanny, Londra’ya geldim. Umduğum kadar para kazanamadığım için utancımdan yanına uğrayamadım!” Günümüzde çoktan kaybettiğimiz bir duyarlıktır bu. Fanny kendini öldürmek ister! Bir başka mektubunda, Keşke kelebek olup üç yaz günü kadar bir ömür geçirseydik. Bu üç günü seninle öyle dolu dolu yaşardım ki 50 yıllık sıradan bir hayata kıyasla daha büyük mutluluklar sığdırırdım o kısıtlı zamana…” diye yazar John ve Fanny mektubu okuyunca odasını bir kelebek bahçesine çevirir! Ama kısa süre sonra kelebekler, umutları gibi sönüp bir bir ölerek faraşla toplanmaya başlanınca daha kötü günlerin yaklaşmakta olduğu anlaşılır. Nihayet Roma’dan kötü haber gecikmez ve Fanny’in hissetti acı attığı çığlıkta yankılanır: “Böyle acı çekmek için yaratılmış olamayız. Başka bir hayat olmalı!…” Fanny’nin “Nefes alamıyorum…” diye sevgilisinin kısacık ömrü ve yarım kalan aşkı için katıla katıla ağladığı sahne, kolay unutulacak bir katarsis deneyimi yaşatmaz izleyene.

Fanny, âşık olduğu John Keats’ın, bir kelebek ağırlığıyla bu dünyadan çekip gitmesiyle saçlarını keser, karalara bürünür; onu uzun yıllar unutamaz, yıllarca yasını tutar; ancak 13 yıl sonra tekrar evlenebilir. Bir teselli sayılır mı bilinmez; ama Fanny, John Keats’ın hayattayken bilinmeyen edebi değerinin öldükten sonra teslim edildiğine, şiirlerinin sevildiğine ve başarılı bulunduğuna tanık olabilmiştir!

Son bir not: Keats’ın ölünce mezar taşına yazılmasını istediği cümlenin şu olduğu söylenir: “Burada adı suya yazılan biri yatıyor.”

Yine de John Keats şiirlerini suya yazmamıştır, diğer tüm Romantikler gibi!

Keats’ın filme adını veren, ebedi ve edebi aşkı Fanny Brawne için yazdığı aşağıdaki soneye bu biçimi, birçok çevirisinin karşılaştırılması ve yorumlarının dikkatle okunmasından sonra tarafımdan verilmiştir. Günahı boynuma! M.P. 

Parlak Yıldız/Bright Star

Parlak yıldız, sarsılmaz durabilseydim senin kadar,
Semada asılı, ihtişamlı ve yalnız, kımıldamadan.
Ve seyredebilseydim, ebediyen kapanmayan gözlerimle
Doğanın sabırlı dervişi gibi

Sular döküp insanları arındıran rahipler gibi 
Yeryüzünün kıyılarını yıkayan dalgaları 
Ya da dağlara, fundalıklara yeni yağmış karın
Yumuşak örtüsünde dolaşabilseydim.

Hayır, yine de kararlı ve değişmeden
Başımı gömebilseydim güzel sevgilimin olgun göğsüne
Hafif iniş kalkışlarını hissetmek için durmadan

Tatlı bir huzursuzluk içinde uyanık kalabilseydim,
Şefkatli nefesini duyabilseydim 
ve yaşayabilseydim sonsuza dek ya da ölseydim kendimden geçip.

John Keats

“Romantizm: Edebiyatta “Fransız İhtilali”” için bir yorum

  1. Güzel olmuş Mustafa. Selamlar, teşekkürler.
    Not:ulaşama:ulaşma, olacak gibi;
    olanakla(r) sağladı. Olacak sanırım.
    Tekrar eline sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir