Yabancı dil “istila”sıyla dillerin kirlenmesinde asıl sorun, yabancı dil öğretimiyle ilgilidir. Eğitim öğretim kurumlarında yabancı dil öğretiminin yaşı gittikçe aşağı çekilmekte ve anadilinin kavramları ile ses imgelerini eşleştirme sürecini henüz tamamlamamış çocuğun, zihninde duygusal çağrışımlarıyla var olan kavramları maruz kaldığı yabancı dilin ses imgeleriyle eşleştirmesi, kendi kültürüne yabancılaşmak gibi çok önemli bir soruna yol açabilir, açmaktadır. Bu durumda kirlenen dil değil, insanın kendisidir ki yıkamakla arınmaz!
“Türkçemizin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelenden beter. Dil kirlenmesi, dil yanlışları, iletişim tıkanıklıkları üzerine yazdığım yazılara gelen okur tepkilerinden, çevremdeki aydın dostlarla söyleşilerimizden, bu yakınmalarımı paylaşanların hiç de az olmadığını anlıyorum. Ne var ki ‘varak-ı mihr ü vefayı’ bad-ı sabadan gayrı okuyan dinleyen yok. Yanlışların, kirliliğin yayılması engellenebilmek şöyle dursun, yaygınlaşma yazılı ve görsel basın tarafından adeta şevkle desteklenmekte.”
Yazı Bahçesinden (Bütün Yazıları, Kırmızı Kedi yay.) adlı eserinin “Kirlenen, Eriyen, Çürüyen Dilimiz!” başlıklı yazısında, kendisi gibi dil konusundaki duyarlığı yüksek birçok yazarımızın ortak olduğu kaygı ve kuşkuları böyle dile getiriyor eleştirmen Füsun Akatlı. Yazarlarımızın dilimizin ‘kirlenmesi, erimesi ve çürümesi’ne ilişkin korkuları, ‘yazılı ve görsel basın’daki yazım, anlatım ve konuşma yanlışlıklarının artmasıyla sınırlı kalmıyor; yabancı dillerin giderek dilimizi ‘istila etmesi’yle iyice genişliyor.
Ne var ki ulusal-kültürel duyarlığın yüksekliği ve dilin doğasını eksik anlamaktan kaynaklanan korku, çabucak karamsarlığa dönüşebilmekte, bu karamsarlık aynı hızla yayılıp onarılmaz bir umutsuzluğa neden olmaktadır. Oysa bu yazarlarımızın çoğu, ne zaman dilden söz açan bir yazı yazacak olsalar, söze doğru bir ‘dil-canlı organizma’ analojisiyle başlıyor, böylelikle dili doğal bir olgu saydıklarını ortaya koymuş oluyorlar. O halde ‘canlı bir organizma’nın, gelişip değişme sürecinin belli anlarında beliren yüzündeki sivilcelerde, derisindeki lekelerde kaygı duyulacak bir şey olmamalıdır. Ancak dili, salt toplumsal işlevi üzerinden tanımlar, onun yapılandırılabilen bir olgu olduğunu da kabul edersek, o zaman kendi beğenilerimize göre bu sivilcelerden ve lekelerden korkar, ‘kirlendiğini, eridiğini ve çürüdüğünü’ söyleyebiliriz.
Doğal bir olgu olan dilde ortaya çıkabilecek değişme, bilimsel ve nesnel olarak gözlemlenebilir, ölçülebilir, doğrulanıp yanlışlanabilir bir durumdur; tıpkı soluduğumuz havayı oluşturan gazların ölçülebilirliği gibi. Değişmeyen oranda üç çeşit gazdan oluşan havada yaklaşık %21 oksijen, %78 azot, %1 argon ve değişen çok az ölçüde diğer gazlar bulunur. Çeşitli koşullarda karbon monoksit, azot dioksit, kükürt dioksit, ozon, partikül madde, kurşun gibi kirleticiler, havayı kirletir, kalitesini bozabilir; ama bunlar havanın karışımında kalıcı değildirler ve onun yapısındaki gaz oranlarını değiştirmezler.
Oysa öznel değerlere dayanılarak tanımlanan ‘kirlenme, erime ve çürüme’; gözlemlenebilir, niceliksel olarak bilimsel/nesnel ölçülerle belirlenebilir değildir. Kaldı ki dillerin belli bir coğrafyada, belli bir zaman kesitinde saptanan biçimleri, onların olmuş/donmuş biçimleri de değildir. Türkiye Türkçesi, Orhun Yazıtları’nın Türkçesinden de Azerbaycan Türkçesinden de çok farklıdır kuşkusuz; ama hangisi kirli ve çürüktür? Bozulmuş ve kirlenmiş olan, erken dönem Shakespeare İngilizcesi mi, şimdiki İngiliz İngilizcesi mi, yoksa Amerikan İngilizcesi midir?
Ulusal ve ölçünlü dile ilişkin bu korkunun üç temel kaynağı olduğu söylenebilir: Dilbilgisinde bozulma, sözvarlığında daralma ve yabancı dillerin olumsuz etkisi. Bu kaygı ve kuşkuların, önemli ölçüde, imparatorluklar sonrası kurulan ulus temelli devletlerin, toplumu belli bir ulusal bilince taşıma ve varoluşlarını sürdürme olanağını güçlendirme dürtüsünden kök aldığı, ancak bu dürtünün/duyarlığın sömürgeciliğin egemen olduğu bir çağda yeni liberal ve postmodern kültürle zayıflayabileceği olasılığına dayandığı söylenebilir.
Konuyla ilgili korkuya aynı dili konuşan insanların birbirlerini anlayamayacakları, zayıflayan bir dille bilim yapılamayacağı, edebiyat üretilemeyeceği gibi kaygıları da ekleyebiliriz. Ancak evrimsel gelişimi içinde, uygun koşullarda hangi nedenle kendini var etmiş olursa olsun, insanın dil olanağını toplumsallaşma, organizasyon gibi nedenlerle gerekli olan iletişim için kullandığı açıktır. Eğer dil olanağı olmasaydı, bu gereksinimler için başka bir çözüm üretmek kaçınılmaz olacaktı; çünkü öncelikli olan dil değil iletişimdir. O nedenle insanın, iletişim için en kullanışlı yol olan dilden kolayca vazgeçmesi düşünülemez.
Dildeki bozulma ve zayıflamanın düşün, bilim ve edebiyat yapmayı engelleyeceği kaygısında ise durumun tam tersi geçerlidir. Yani insanın, dili zayıf olduğu için felsefe, bilim ve edebiyat yapamıyor değil; tersine felsefe, bilim ve edebiyat yapamadığı için dili “kirleniyor, eriyor, çürüyor”dur. Belli bir travma yaşamış ya da ya da başka nedenlerle dil yetisi zarar görmüş bir kişi, karmaşık kavramları ilişkilendirmekte ve ayrıntılı düşünceleri düzenlemekte zorluk çeker. Bu nedenle daha az düşündüğünden daha az sözcükle yetinir. Düşünsel sığası dar olan kişilerin çoğunlukta olduğu toplumlar, daha az üretken ve dolayısıyla dili daha zayıftır. Örneğin toplum, dilinde karşılığı olabilecek bir sözcük yok diye belli bir nesne ya da kavramı üretmekten vaz geçmez; tersine o kavram ve nesneyi üretemedikçe onu karşılayacak sözcüğü de türetemeyecektir. Demek ki buradaki sorun dilsel değil, toplumsal/kültürel, hatta ekonomiktir.
Öte yandan ölçünlü dilden sapmaların, en fazla konuşma ve yazma alanında olduğundan, bunun da daha çok yabancı dillerin etkisiyle ortaya çıktığından yakınılmaktadır. “İstilacı” yabancı dillerin etkisiyle ortaya çıkan sorun, daha çok ulusal dile başka dillerden sözcük ithal etmek biçiminde tanımlanmaktadır. Bir dil birimi olan sözcük, Saussure’e göre iki parçanın eşleşmesinden oluşur: Ses imgesi ve anlam. Bu eşleşmenin toplumsal bir uzlaşmaya dayandığı ve bir nedenselliğe aldırmadan gerçekleştiği modern dilbilimin kabulüdür. Yani “buz” sözcüğünün ses imgesi “b-u-z” ile bu imgenin eşleştiği anlam “Donarak katı duruma gelmiş su” arasında bir nedensellik ilişkisi aranmaz.
Dilimizde yeni kavramları yeni ses imgeleriyle eşleştirmenin birkaç yolu var. Bunlardan biri, “buz-luk” örneğindeki gibi kök ve gövdelerden yapım ekleriyle yeni ses imgesi/sözcük türetmektir. Diğer bir yol, ses imgelerinin “buzdolabı” tamlamasında olduğu gibi birleştirilmesidir. “Ostim” örneğindeki gibi kısaltmaların yeni ses imgeleri olarak yaygınlaşma eğiliminde olduğu da görülmektedir. Bu olanakların dilde mayalanıp yaygın kullanıma girmediği durumda, “ice” örneğindeki gibi, kavram başka bir dile ait ses imgesiyle geçici olarak eşleştirilebilir. “Tıklamak”, “arayüz”, “AVM/aveme”, “word” sırasıyla bu dört türetmenin başka örnekleridir.
İtiraz dördüncü yoladır kuşkusuz, yani yabancı dillerden sözcük ithaline. “İthalat” üretimle, teknoloji ve kültür üretimiyle ilişkili olduğundan, daha ileri bir teknoloji ve daha güçlü bir kültür üretinceye kadar sürecektir. Kaldı ki kavramların yabancı ses imgeleriyle (sözcük) eşleşmesi, dilsel bir sorun olmadığı gibi, dilin kuralarını ve yapısını da bozmaz. “Genel ağ” kabul görüp yaygınlaşıncaya dek “internet” demeyi ve yazmayı sürdüreceğiz ne yazık ki.
Yabancı dil “istila”sıyla dillerin kirlenmesinde asıl sorun, yabancı dil öğretimiyle ilgilidir. Eğitim öğretim kurumlarında yabancı dil öğretiminin yaşı gittikçe aşağı çekilmekte ve anadilinin kavramları ile ses imgelerini eşleştirme sürecini henüz tamamlamamış çocuğun, zihninde duygusal çağrışımlarıyla var olan kavramları maruz kaldığı yabancı dilin ses imgeleriyle eşleştirmesi, kendi kültürüne yabancılaşmak gibi çok önemli bir soruna yol açabilir, açmaktadır.
Bu durumda kirlenen dil değil, insanın kendisidir ki yıkamakla arınmaz!
Sağ olasın Mustafa Hocam Selamlar.