Sanatta üst anlatı, kendi gizlerini ifşa etmekten çekinmeyen saf ve doğrucu çocuktur, kurgusuz ve dolaysız! Kısacık sürelerde çok uzun hikâyeler anlatan kısa meta filmler de kamerayı kendilerine çevirip bir üst anlatı kurduklarında, içlerini dökerek seyirciye “Ne olur beni anlayın!” der gibidirler…
ÜST ANLATI
René Magritte’ye ait, bir pipo resmi ve altında “Bu bir pipo değildir.” (Ceci n’est pas une pipe) cümlesi bulunan tablo, temsilin doğasını sorguluyor. Pirandello’nun Altı Kişi Yazarını Arıyor oyununda, sahnede oynayan karakterler, aslında kendi yazarlarını arayan karakterlerdir. Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı romanı, okurun roman okuma eylemini romanın konusu hâline getiriyor… Bunlar, sanatın kendi doğasına dönüp kendisini sorguladığı örnekler.

Bunlara “üst anlatı” (metafiction) deniyor. Sanatta üst anlatı, bir yapıtın kendi anlatı süreçlerini farkında olunacak biçimde açığa çıkarması, anlatının anlatı oluşunu konu edinmesi veya sanatın kendisini sorgulaması anlamına geliyor. Bu yolla bir yapıt, yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmıyor; “hikâye anlatmanın doğasını” da tartışmaya açıyor.
Üst anlatı yapıtları, anlatının kurmaca olduğunu gizlemiyor, bilakis bunu görünür kılıyor. Kendisine gönderme yaparak yapım sürecine atıfta bulunuyor ve giderek kurmaca ile gerçek arasındaki sınırı bulanıklaştırıyor.
Sinemada, sinemanın kendi üretim sürecini, anlatı biçimlerini ya da sinema dilini konu edinen bu tür üst anlatı örneklerine sık rastlıyoruz. Meta film, yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda “film olmayı”, “çekilmeyi”, “seyredilmeyi” de gösteriyor. Başka deyişle meta film, kendisine ayna tutuyor. Federico Fellini’nin, yönetmenin yaratma kabızlığını, film çekimi süreci üzerinden anlatan Sekiz Buçuk (1963), Spike Jonze’nin, senaristin, kendisi hakkında yazmaya çalıştığı senaryoyu konu edinen Adaptation (2002), Abbas Kiyarüstmi’nin, kendini ünlü sinema yönetmeni Muhsin Makhmalbaf olarak tanıtan karakteri konu alan Yakın Plan (1990), akla geliveren örnekler.
AZ, ÇOKTUR!
Üst anlatı, tüm sanatlara uzanan geniş bir alan. Bu yazıysa konuyu meta kısa filmlerle sınırlıyor, hatta meta kısa film antolojileriyle! Başlayabiliriz…
Sahne adı “PES”i soyadının ilk üç harfinden alan Amerikalı animatör ve film yapımcısı Adam Pesapane’nin stop-motion animasyon teknikleriyle yaptığı kısa filmi Fresh Guacamole (2012); en çok izlenen ve Oscar’a aday gösterilen en kısa film unvanına sahip, 1 dakika 40 saniye; tabii iyi kurgulanmış ve çekilmiş tek karelik herhangi bir sanat fotoğrafını saymazsak! Fresh Guacamole; PES’in ilki “Western Spaghetti”, üçüncüsü “Submarine Sandwich” olan Yemek Üçlemesi’nin (Food Film Trilogy) ikinci filmi.
Film; avokado yerine el bombası, soğan yerine zar, domates yerine kırmızı oyun taşı, tuz yerine misket ve limon yerine el yapımı bir patlayıcı kullanılarak bir Meksika mezesi olan “fresh guacamole”nin yapımını metaforik bir dille anlatıyor. Bir mutfak aktivitesini adeta bir silah montajı veya kumar masasına dönüştüren film, izleyiciyi hem yaratıcılığa hem de gündelik eylemlerin altında yatan şiddet, risk veya tüketim kültürü gibi temaları sorgulamaya davet ediyor.
Bu kadar kısa bir sürede bu kadar çok temayı bir araya getiren kısa filmler bunu genellikle metaforik anlatımla sağlıyorlar. Filmin uzun metrajına roman diyecek olursak, sanırım kısasına öykü demek bile uzun gelecek, en yakın benzetmeyle özdeyiş veya aforizma uygun olacak. Sanatsal ifadenin sınırlarını zorlayarak “Az, çoktur” felsefesini benimseyen kısa film, genellikle 40 dakikadan daha kısa süren bir tür. Kısa filmler, genellikle belirli bir konuyu veya duyguyu ifade etmeye odaklanan, yoğun ve etkileyici bir hikâyeyi kısa bir zaman diliminde anlatan eserlerdir ve genellikle tek bir tema, karakter veya olay etrafında şekillenirler.
Bu tür filmler, daha çok bağımsız film yapımcıları, genç yönetmenler veya bireysel çalışmalar yapan sanatçılar tarafından üretilmekte; genellikle sınırlı bütçelerle ve yaratıcı çözümlerle çekilmektedir. Kısa filmlerde yenilikçi teknikler, farklı kamera açıları veya daha soyut anlatımlar öne çıkıyor; izleyicilerde kalıcı izler bırakan etkili finaller kurgulanıyor. Yenilikçiliklerini sergilemek isteyen film yapımcıları için bir platform sağlayan kısa filmler, genellikle bu sanata yeni başlayanlar için bir başlangıç olarak değerlendiriliyor. Aynı zamanda festivallerde ve çeşitli platformlarda gösterilerek daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluşabiliyorlar.

KISA meta FİLM ANTOLOJİLERİ
Öte yandan “meta” terimi, kendisi hakkında bir şeyi, kendisi üzerine olanı ifade ediyor. Meta sinema ürünü olan filmler, genellikle film yapım süreci, film endüstrisi, film türleri veya film yapımının kendisi gibi konuları ele alıyor, kendi yapaylığını öne çıkarıyor. İşte yukarıda örnekleyip tanımlamaya çalıştığımız kısa filmler, üst anlatı biçiminde meta film türünde kurgulanarak bir araya gelince “Kısa Meta Film Antolojileri” ortaya çıkıyor.
Bunlardan biri, Venedik Film Festivali’nin 70. yıldönümü nedeniyle 2013’te gerçekleştirilen Venezia 70 Future Reloaded (Venedik 70 Gelecek Yeniden Yüklendi). Bu, dünyanın dört bir yanından, her biri son yirmi yılda en az bir kez Venedik Film Festivaline katılmış 70 yönetmenin 60-90 saniyelik kısa filmleriyle katıldığı bir yapım. Yönetmenler, öznel bakış açılarıyla sinema sanatının geleceğine dair düşüncelerini ortaya koyuyorlar. Ancak bu kadar çok katılım, kısaların daha da kısalmasına ve anlatımların iyice simgeleşerek anlaşılmasının zorlaşmasına neden oluyor.
70 kısa filmlik bu toplamda aklımızda kalan Bernardo Bertolucci’nin engellilerin yaşadığı sorunlara dikkat çeken Kırmızı Ayakkabılar’ı, Peter Ho-sun Chan’ın Gelecek Onların Gözlerindeydi “belgesel”i, Jan Cvitkovic’in Ben Çocuktum’u, Milcho Manchevski’nin Perşembe’si, Samuel Maoz’un Son’u, Athina Rachel Tsangari’nin Yüzyılda 24 Kare’si, Pablo Trapero’nun Sinema Her Şey Bitti’si, Krzysztof Zanussi ve Walter Salles’in isimsizleri… Bir de tema hakkında gerçekçi ve net bir ana fikir veren İran Yeni Dalgası’nın önemli ismi Abbas Kiyarüstemi’nin, Lumiere’nin bahçe sulayan yaşlı adam filmini selamlayan ve sinemanın geleceğine ilişkin dijitalleşme göndermesinde bulunan kısası.
Buraya belki bizden katıldığı için eklenmesi gereken bir isim daha var: Semih Kaplanoğlu. Daha çok Yumurta, Süt, Bal üçlemesiyle tanıdığımız Kaplanoğlu, Venezia 70 Future Reloaded’e 90 saniyelik Devran ile katılıyor. Karanlık bir görüntüde sabit kamera çekiminde, bir ağacın etrafında ateşböceklerini yağmur, gök gürültüsü ve kurbağa sesleri eşliğinde izliyoruz. Kaplanoğlu’nun sözünü ettiğimiz üçlemesinin tasavvufi alt izleği Devran’da üste çıkıyor; yağmur, gök gürültüsü, kurbağa sesi ve ateşböceği simgeleri aracılığıyla ney sesinin eşliğinde bizi tasavvufun rahmet, görkem, nefes ve nuruna çağırıyor. Zaten “devran” da mutasavvıfın ya da dervişlerin dönerek zikretmeleri değil midir?

Bir başka meta sinema antolojisi de Lumiere et Compagnie’ydi (Lumiere ve Ortakları). Louis ve Auguste Lumiere, Kinematograf (Sinematograf) adını verdikleri cihazın 1895’te patentini almış; aynı yılın 28 Aralık’ında biletli, halka açık ilk film gösterimini gerçekleştirerek sinema sanatını başlatmışlardı. Antoloji, 100 yıl sonra 1995’te bu başlangıcın anısına 40 yönetmenin, Lumiére kardeşlerin elden geçirilmiş bir kamerasıyla çektiği kısa filmlerden, bu filmlerin çekim belgesellerinden ve yönetmenlerin neden film çektiklerine, sinemaya, kısa filme dair sorulara verdikleri yanıtlardan oluşuyor. Toplam 88 dakikalık bu Fransa, İspanya, İsveç ortak yapımı kurgu ve belgesel karışımı antolojinin öyküsünü Philippe Poulet, senaryosunu Patrice Leconte yazmış; Sarah Moon yönetmiş.
Roger Ikhlef ile Timothy Miller’in son derece karışık, içeriğe oturmamış bir kurguya sahip Lumiere et Compagnie’deki kısa filmlerin çekimi üç kurala göre yapılmış: Birincisi, filmin uzunluğu 52 saniyeyi geçemez; ikincisi eşzamanlı sesler kullanılamaz ve üçüncüsü, yönetmenin sadece üç çekim hakkı vardır. Antolojide yönetmenler aynı zamanda şu sorulara yanıt veriyorlar: “Neden film çekiyorsunuz?”, “Sinemanın ölümsüz olduğunu düşünüyor musun?”, “Neden Lumiére kamerasıyla film çekmeyi kabul ettiniz?”, “Filmin hangi karesi birdenbire aklınıza geldi?”… Bu sorulara verilen ufuk açıcı yanıtların yanında, yanıt bile denemeyecek laflar da edilmiyor değil; tıpkı kısa filmlerde zekâ dolu, yaratıcı örneklerin yanında hayal kırıklığı yaratanların da bulunduğu gibi.
Yine de İranlı sinemacı Abbas Kiyarüstemi’nin bıraktığı boşluklarla katmanlı anlamlar yaratan, tavada yumurtanın pişme süresi kadarlık kısası; Theodoros Angelopoulos’un Homeros’tan çektiği Odysseia’sı; Çinli yönetmen Zhang Yimou’nun 52 saniyede gelenekten bugüne kültürel sıçraması; David Lynch’in kızın ölümüyle ilgili son derece soyut, sürreal anlatımı; Michael Haneke’nin Türkiye ile ilgili bir karenin de göze çarptığı sıra dışı çalışması; Spike Lee’nin küçük bir çocukla gerçekleştirdiği aile vurgusu ve antolojinin yönetmeni Sarah Moon’un, sinemanın kâşifleriyle bugünkü ustalarını buluşturduğu parçalar anılmaya değer yapıtlardı.
HERKESİN KENDİ SİNEMASI
Sinemanın dönüp kendine baktığı kısa filmler toplamının amacına uygun, derli toplu ve bizce en başarılısı, “Yönetmenlerin Sineması” daha uygun bir ad olacakken Chacun Son Cinema (Tam adı:’Herkesin Kendi Sineması ya da Işıkların Sönüp Filmin Başlamasının Heyecanı’) biçiminde adlandırılan ve alt başlığı “Büyük Ekranda Bir Aşk İlanı” olan, Fransa yapımı komedi/dram antolojisidir, diyebiliriz. Fransa’nın Cannes kentinde her yıl mayıs ayında yapılan uluslararası Cannes Film Festivali’nin 2007’de 60. yılı onuruna 5 kıtayı ve 25 ülkeyi temsil eden 35 yönetmenin çektiği 3’er dakikalık 33 kısa film toplamı olan 119 dakikalık “Herkesin Kendi Sineması” Gilles Jacob tarafından tasarlanıp üretilmiş ve Federico Fellini’ye ithaf edilmiş.

“Küçük şeyleri bile doğru düzgün yapmaktan acizken, neden her şeyi kocaman yapmak istediğimizi merak ederdi.” Jenerik cümlesiyleaçılan antolojinin ilk kısası Fransız fotoğrafçı, foto muhabiri ve belgesel film yapımcısı Raymond Depardon’a ait. Yönetmen Açık Hava Sineması adlı filminde dünyanın bütünüyle bir sinema sahnesi olduğunu vurguluyor.
Japon yönetmen ve senarist Takhesi Kithano ‘Güzel Bir Gün’de sık sık arıza yapıp kesilen filmi yalnız başına izleyen bir işçiyi gösterirken, Yunan sanat sinemasının öncü ismi Théo Angelopoulos ‘Üç Dakika’da yaşlıca bir kadının sevdiği erkeğe duygularını anlatıyor. Rus yönetmen Andréi Kontchalovskyise ‘Karanlıkta’ filminde sinema salonunda iki gencin sevişmesine aldırmayan sinemanın gişe görevlisi yaşlı kadının gişeyi kapatıp Fellini’nin ‘Sekiz Buçuk’ adlı filmini yalnız başına izlemesiyle sinema tutkusu ile sinema dışılığın çelişkisinin altını çiziyor.
İtalyan yönetmen Nanni Moretti, ‘Bir İzleyicinin Günlüğü’nde izlediği filmlerle ilgili detay bilgiler veriyor; Tayvan Yeni Dalga’sının öncülerinden Hou Hsiao Hsien ‘Elektirkli Prenses Sineması’nda sinema sanatını salt eğlence aracı kılmayı eleştiriyor. Belçikalı yönetmen, yapımcı ve senarist kardeşler Jean-Pierre ve Luc Dardenne, ‘Karanlık’ta, duygu yoğunluğu ve gözyaşları içinde film izleyen genç kadının çantasını çalmaya çalışan hırsızın elini tutup sevgi ve bağlılıkla yüzüne sürüp öpmesiyle sinemanın özdeşleştirici etkisine dikkat çekiyor.
Amerikalı ressam ve yönetmen David Lynch, ‘Absurda’da makas metaforuyla soyut ve sürreal anlatım eşliğinde sinemaya sansürü eleştiriyor. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu ise ‘Anna’da, duygusal bir filmi gözyaşları içinde izleyen, gözleri görmeyen genç kadının sinema çıkışında sevgilisine “Film siyah-beyaz mıydı?” diye sormasıyla duygu dünyamızı alt üst ediyor. Çin sinemasında Beşinci Kuşak Grubu’nun temsilcisi olan Zhang Yimou, ‘Sinema Gecesi’nde köye gelen gezici sinemayla film izlemeyi deneyimleyen çocukları ve köylü kadınları anlatıyor. İsrailli yönetmen, yazar, mimar Amos Gitai “Haifa’nın Dibbouk’u” adlı filminde ‘Varşova 1936-70 Yıl Sonra Haifa’ filmini izlerken hava saldırısına uğrayan sinema seyircilerini; Yeni Zelenda’nın Oscar ödüllü yönetmeni Jane Campion ise ‘Böcek’te tiyatroda hademenin, dans eden insan boyutunda bir böcekle savaşını görüntülüyor.
REALİZMİN HER TONU
Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan İki Film Birden’de filmin içindeki filmin içindeki filmle paralel kurgular oluştururken; Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki, ‘Dökümhane’de bu kez farklı bir paralellikle öğle tatilindeki işçilere, Lumiere’in öğle tatilindeki işçileri anlatan sessiz filminin keyfini çıkarttırıyor! Fransız Olivier Assayas ‘Nüksetme’ adlı kısasında çaldığı çantadaki telefona cevap veren aptalı anlatırken; Tayvanlı Tsai Ming-liang ise ‘Bu Bir Rüya’da kendisini sinemaya götüren anneannesini anımsıyor. Mısırlı yönetmen Yusuf Şahin, kariyerinin 47. yılında Yaşam Boyu Başarı Ödülü alıyor ve gençlere tavsiyede bulunuyor: “47 yıl bekledim, biraz daha bekleyin, inanın beklemeye değer!” Psikolojik, sosyal ve siyasal çatışmaların Danimarkalı yönetmeni Lars von Trier ‘Meslekler’de, filminin galasında çenesi düşük bir iş insanının kafasını çekiçle parçalayarak oradakileri ve tabii bizi dehşete düşürüyor.
Sürrealist filmleriyle tanınan Şilili İspanyol yönetmen Rauol Ruiz ‘Hediye’de, kör bir adam sinema salonunda yeğenine Kazablanka filmini bir köyde gösterdiğini anlattığını anlatırken; Cezayir asıllı Fransız yönetmen Claude Lelouch, ‘Bulvardaki Sinema’da Fred Astaire’in 1935 Amerikan yapımı müzikal komedisinin yönetmenin ailesini yıllar boyunca nasıl etkilediğine dair bir film gösteriyor. Amerikalı Gus Van Sant’ın ‘İlk Öpücük’ kısasında genç bir makinist gösterimdeki filmde oynayan kıza âşık olup filme dalıyor. Polonyalı yönetmen Roman Polanski’nin ‘Erotik Sinema’sında Emmanuelle filmini izleyen çift, bir izleyicinin mastürbasyonundan rahatsız oluyor; ama durum hiç de sanıldığı gibi değildir! Akademi ödüllü Amerikalı yönetmen Michael Cimino’nun ‘Tercüme Gerekmez’inde Godard taklitçisi bir yönetmen Kübalı bir grup için bir müzik videosu hazırlıyor. Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in ‘Dünyadaki Son Yahudinin Dünyadaki Son Sinemada İntiharı’nda, bu intiharın toplumsal etkileri, sıradan bir medya gevezeliğiyle anlatılıyor.

Bir başka Çinli sinemacı Wong Kar-Wai, ‘Onu Sana Vermek İçin 9000 Kilometre Yolculuk Yaptım’da bize meyve yerken sevgilisini düşünen adamı “yarım” gösteriyor. Antolojilerin yaratıcı yönetmeni, İranlı fotoğraf sanatçısı, şair ve yönetmen Abbas Kiyarüstemi, ‘Romeo’m Nerede’de, o sıralarda çekmekte olduğu uzun metraj ve sinema ile izleyicisi üzerine deneysel bir yapım olan ‘Şirin’ filminden bir kesiti Romeo ve Julyet’e uyarlıyor. Yine bir Danimarkalı yönetmen Bille August’un ‘Son Buluşma Şovu’nda tepkisel seyircilerle tartışan bir film yönetmeni ve sevgilisi ırkçı eleştiriye maruz kalıyor. Rum kökenli Filistinli yönetmen Elya Süleyman, ‘Garip’te Filistinli yönetmenin bir film festivalindeki rahatsızlığı ve tedirginliğini dile getiriyor. Burjuva eleştirisi filmleriyle dikkat çeken Portekizli yönetmen Manoel Cândido Pinto de Oliveira, Tek Buluşma’da Kruşçev ile 23. Papa John arasındaki bir toplantıyı anlatan sessiz bir filmi konu ediniyor.
Altın Ayı ödüllü Brezilyalı yönetmen Walter Salles, ‘Cannes’ten 5.557 Mil Uzakta’da iki Brezilyalı şarkıcının Cannes Film Festivali’ni ziyaret etmekle ilgili komik şarkılarını dinlettiriyor izleyiciye. Yeni Alman Sineması’nın tanınmış yönetmeni Wim Wenders ise ‘Barışta Savaş’ filminde Kongo’da yerlilerin, Ridley Scott’un yönettiği savaş filmi ‘Kara Şahin Düştü’yü izlemelerini konu ediniyor. Başka bir Çinli yönetmen de Chen Kaige; ‘Zhanxiou Kasabası’ adlı kısasında Charlie Chaplin izlemek için elektriğini bisiklet dinamosuyla sağladıkları projektör kuran çocuklar yer alıyor. Sosyal konulu filmleriyle tanınan İngiliz bağımsız yönetmeni Ken Loach’ın ‘Mutlu Son’unda, bir baba ve oğul gişenin önündeki bilet kuyruğunda filmler hakkında tartışıyorlar ve sonunda futbol izlemeye karar veriyorlar! Epilog ise tam bir mutlu son…
Uzun filmin kısası, sinema hayattır!
Emeginizden dolayı teşekkür ederiz.