2021 Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı Yılı
TBMM Genel Kurulunda, mecliste grubu bulunan siyasi parti temsilcilerinin ortak imzalarının yer aldığı önergeyle, 2021 yılının “Mehmet Akif ve İstiklal Marşı Yılı” olmasını içeren düzenleme kabul edildi. 12 Mart’ta İstiklal Marşı’nın kabulünün 100. yıl dönümünde yayımladığımız “vatan türkümüzün” önemi ve edebi değerlendirmesine ilişkin makalemizi, Mehmet Akif Ersoy değerlendirmemizle sürdürüyoruz. Çünkü bu bağımsızlıkçı ve halkçı şairimizi, hamasi nutuklarla aktüel politika malzemesi yapılmaktan kurtarmamız gerekiyor.
Mücadeleci Bir Aydın
Günümüzde giderek daha çok ihtiyaç duyduğumuz değerleri elde tutmanın bir yolu da geçmişte bu değerler için mücadele etmiş, acı çekmiş aydın ve sanatçılarımızı unutmamak, unutturmamaktır.
Mehmet Akif Ersoy, 20 Aralık 1873’te doğdu ve 27 Aralık 1936’da öldü. Ancak bu kısacık cümlenin içini inançları, vatanı ve halkı uğruna verdiği onurlu bir mücadeleyle doldurdu. 2021 Mehmet Akif ve İstiklal Marşı Yılı’nı fırsat bilerek onun bağımsızlıkçı, halkçı mücadelesini ve bu mücadelede bir tüfek gibi kullandığı şiirini, hiç değilse şiirinin köşe taşlarını bir kere daha anımsamakta ve anımsatmakta yarar var.
Sanatı, sanatçıyı ve bir edebi ürünü tarihsel bağlamı içinde değerlendirmek hem onu doğru anlamak hem de nesnellik için bir zorunluluktur. Bu nedenle Mehmet Akif Ersoy’un duruşu da şiirinin öz ve biçim yapısı da içinde oluştuğu dönemin tarihsel, kültürel, siyasal, toplumsal koşullarından etkilenmiştir. Öncelikle bu koşulların kalın çizgilerle çizilmiş haritasına bakmak gerekiyor.
Mehmet Akif, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun süren duraklamasının ardından bütün kurumları ve yapılarıyla sancılı bir çöküşü yaşadığı yıllar içinde, kültürel ve siyasal olarak biçimlenir. İçte millî isyanlar, sefalet, düzensizlik ve yokluklar; dışta yenilgiler, cephelerden gelen bozgun haberleri, yitirilen topraklar ve işgaller… Neye uğradığına bir anlam veremeyen, toz duman içinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçemeyen, el yordamıyla tutunacak dal arayan bir halk…
Akif’in İslamcılığı
Umutsuzluk, karamsarlık ve kararsızlık içinde ağır bir ruh çöküntüsünü yaşayan bir milleti inançla, aşkla ve umutla donatmanın soylu mücadelesi içinde Mehmet Akif de vardır.
O, “Kur’an İslamcılığı”nın, İslam Birliği”nin savunucuları ve ilerici ve liberal İslam reformistleri olan Cemaleddin Afganî ve öğrencisi Şeyh Muhammed Abduh’un derin etkisi altındadır. Namık Kemal’in Osmanlıcılığı, Ziya Gökalp’in Türkçülüğü benimsediği gibi o da bir dünya görüşü olarak, bugünkü anlamından çok farklı olan bir İslamcılığı benimsemiştir. Onun benimsediği İslam, eleştiriye tabi bir İslam’dır:
“Bakın mücahid olan Garb’a şimdi bir kere: Havaya hükmediyor kâni olmuyor da yere, Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: ne geri! Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!” (Fatih Kürsüsünde)
Burada “Şark”tan Müslüman, “Garp”tan gayrı Müslüm toplumları anlamalıyız.
Fikret’le Yan Yana
Evet, güncel politik çekişmeler içinde Tevfik Fikret’i “Protestanlara zangoçluk etmek”le suçlar; ama onunla birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde istibdata karşı mücadele etmekten de geri kalmaz. Fikret’le “Kavmiyetçilik” fikrine aynı mesafede uzaktırlar. Hatta Akif, manzum hikâyecilikte, yoksulların yaşamını yansıtmada da sanatının ikinci dönemindeki Fikret’le beraberdir. Fikret Balıkçılar’ı, Nesrin’i, Ramazan Sadakası’nı, Hasta Çocuk’u yazar; Akif Hasta’yı, Küfe’yi, Selma’yı, Bayram’ı, Bebek’i, Köse İmam’ı, Hürriyet’i…
“Ya şu oğlan şu tostopaç afacan Ki fezâlar gelir sürûruna dar; Taşıyor sanki sığmıyor kabına... Kendisinden büyük de bayrağı var! Geçti mâzî denen o devr-i melâl, Haydi, feth et: Senindir istikbâl.” (Safahat, 1. Kitap)
Kurtuluş Savaşı yıllarında Kuvayı Milliye cephesine tereddütsüz katılır Mehmet Akif ve bir milletin yeniden var oluşunun temel şartını, yine o milletin değerlerine yaslanmakta görmekle, döneme ait olan koyu bir ihanet dalgasının dışına atar kendini. Manzumelerinde, manzumelerinin ulaşamadığı yerde hitabelerinde, vaazlarında kimi zaman bir öfke kimi zaman kabına sığmayan bir heyecan, yakıcı bir soluk, bir ses, bir çığlık olur:
“Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın!”
Yol Ayrımı
Bir yapı çöker dağılırken, yepyeni düşünceler, bambaşka seçeneklerle pırıl pırıl bir aydınlanmanın içinden laik, demokratik ve sosyal Türkiye Cumhuriyeti, kurumlarını kura kura kendi var oluşunu gerçekleştirir.
O alacakaranlıkta halkın sesi soluğu olmasını bilen, Kurtuluş Savaşı’nı, bağımsızlık idealini coşkuyla manzumeleştiren Akif, bu yeni oluşumda da temiz bir aydın kimliğiyle düşüncelerini terennüm etmeye devam eder. Savaşın son, yeni devletin ilk yıllarında milletvekili olan, Cumhuriyet’in laik yapısı içinde seçeneklerine uygulama alanı bulamayacağını anlayan Mehmet Akif Ersoy, kendi doğrularına bağlı kalacak; ama İslam birliği için çalışamayacağı bir yerde yaşamanın hayatını anlamsızlaştıracağını düşünerek 1925’te Mısır’a gidecek, Cumhuriyet’le yolunu ayıracaktır.
Mehmet Akif’in Şiiri
Vatan türkümüz İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un sanatı üzerine söylenenler, kuşkusuz onun düşünceleri üzerine söylenenlerden daha azdır. Savaşlar, yoksulluklar, değerler çatışması, yıkılma ve yeniden var olmanın tozu dumanı içinde, özellikle aydın sanatçı, elbette ki sanatına halka eğilmenin, onun derdiyle yoğrulmanın sorumluluğunu yükleyecektir. Öyle olunca “sanat ideali” değil, “halkı aydınlatma ideali” ağır basacaktır yapıtlarında.
Mehmet Akif Ersoy ileri düzeyde Arapça, Farsça ve Fransızca bilir. Geleneksel Divan şiiri terbiyesini Muallim Naci’den yenilikçi şiirimizin esintilerini de Abdülhak Hamit’ten alır. Bu arada İranlı şairler Şirazlı Hafız ve Şirazlı Sadi’nin hayranıdır. Öte yandan şiirlerinde dinî lirizm bulduğu Fransız şair La Martine’ye ve yazdığı küçük öykülerinde büyük gerçekler barındıran oğul Alexandre Dumas’a duyduğu yakınlık, onda manzum hikâyeciliğin kültürel alt yapısını oluşturur.
Genel olarak sanattan “nesnel gerçekliğin zihinsel ve imgesel olarak yeniden üretimi” gibi bir tanım anlaşıldığında, Akif’in özellikle de belli bir hikâyeyi anlattığı manzumelerinde, özgün imgeler, sanatlı söyleyişler aramak boşunadır. Çünkü o, sezdirmekten çok doğrudan anlatmayı amaçlar. Bellidir ki şiir, salt bir toplumsal bildiri niteliğine büründüğünde kendinden çok şey kaybeder. Ne var ki bu Akif’in aydın tavrının zorunlu bir sonucu olduğu kadar bilinçli bir seçimidir de. O nedenle şu dizeler bir itiraf değil, tercihtir:
“Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim, Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım: Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri; Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne san’atkârım.”
Akif’in bu tavrının kültürel, siyasal ve yazınsal altyapısı, Tanzimat’ta Divan edebiyatının bireysel duyuş ve yaşayış temalarının, Şinasi’nin önderliğinde kırılmaya başlamasıyla oluşur. “Hak, hukuk, adalet” gibi kavramlar, aydınlarımızın düşünce alanında Batı’yla olan ilişkilerinden geçerek Tanzimat şiirine yerleşmiştir. Namık Kemal’in bir sonraki adımıyla da birer kavram olmaktan çıkan “Vatan, millet, hürriyet”, artık şiirin bütünlüklü temasına yükselir. Ancak Tanzimat şairleri ne yapsalar, Divan edebiyatının yüzyıllardır kemikleşmiş biçimsel kalıplarını kıramaz, dilde yeterli sadeleşmeyi sağlayamazlar.
Fikret’in Açtığı Kanal
Bunun için Tevfik Fikret’i beklemek gerekecektir. Türkçeyi Arap edebiyatının bir ölçüsü olan aruza uydurmanın iki büyük şairinden biri olan Fikret (diğeri Akif), Divan edebiyatının Arap nazmından gelen beyit biriminin ve dizenin egemenliğini Fransız şiirinden aldığı “enjambement” (anjanbman, ulantı) ile yıkmış; dizenin bölünebilirliğini ve kırılabilirliğini sağlamıştır. Böylelikle aruz kalıplarına bağlı orkestrasyon ve ton bırakılmış, şiirin bütününde, dizelerin kuruluşlarında kelimelerin anlamlarıyla ilişkili bir ölçü oluşturularak yeni şiirimizin ses temeli atılmıştır.
Mehmet Akif’e gelince o, Fikret’in açtığı bu ses kanalından yürümüş ve edebiyatımızın manzum hikâyeciliğinde çok önemli bir damar yakalamıştır. Mülkiye İdadisinde edebiyat öğretmeni İsmail Safa’nın manzum mektuplarını taklit ederek Divan edebiyatının, tekrarlanan bir uyak örüntüsü olmayan ve bu yüzden hikâye gibi uzun anlatılara uygun olan mesnevi nazım biçimine yakınlık duymuştur. İşte Akif’in şiirsel sesi yakaladığı, ama şiirsel anlama ulaşamadığı manzum hikâyeciliği, onun bu mesnevi nazım biçimine yakınlığından ve yatkınlığından gelmektedir.
Akif’te Ses-Anlam İlişkisi
Üstelik Akif, Türk dilinin yapısına ters düşen aruz veznini konuşma diline yakın ve oldukça rahat kullanmıştır. Divan şiiri örneklerinde ağır bir dile karşın çok sık görülen aruz hatalarına onun bu yalın dilinde bile pek rastlanmaz. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine yazdığı ve zengin bir aliterasyon (aynı sessiz harfin tekrarı) yanında kusursuz bir aruz becerisiyle yüreğinden kopan acıyı sese dönüştürmeyi bildiği 4 ‘me fâ î lün’lü Bülbül, bunun güzel ve güçlü bir örneğidir:
“Tesellîden nasîbim yok, hazan ağlar bahârımda Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda”
Böylece Akif’in şiirinde ses başat bir öge konumuna yükselir. Manzumelerindeki anlam/duygu ile kullandığı ses arasında büyük bir ilişki ve uyum vardır. Hatta onda ses giderek bir anlama dönüşmüştür denebilir. Kurtuluş Savaşı’mızın acılarını, Çanakkale savunmasının kahramanlıklarını sesin bu kavramlaşan tonuyla yazmıştır:
“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?”
Bunu izleyen dizede anlam tonun üstüne çıkacak kadar genişler ve çığlık olur patlar:
“Gömelim gel seni tarihe, desem, sığmazsın!”
O halde Akif, çok çeşitli duyguların sesini bulmuş bir nâzımdır dersek, yanılmış olmayız. Özellikle manzum hikâyelerindeki temiz Türkçe, konuşma dilinin canlılığı ve kıvraklığı yabana atılır bir dil hâkimiyeti değildir. İşte Küfe’de babasını yitirmiş çocuğun hüznü ve öfkesi:
“Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden, Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye. Küfe teker meker bitâb düştü ta öteye: - Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!”
Şu dizelerden de annenin acısı duyulmuyor mu?
“-Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden, yavrum? Ağzı yok dili yok, Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: ‘Çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...’ Baban gidince demek kaldı, âdeta öksüz!”
Manzum Gerçekçilik
Öte yandan Mehmet Akif’in gözlem gücünü ve gerçekçiliğini de anmadan geçemeyiz. İnsanları, olayları ve mekânları ustalıklı öyküleme ve canlı betimlemelerle resmederek, birçok alt hikâyeyle birlikte manzumelerini örer. Bunun yanında aydın sorumluluğunun gereği, sosyal duyarlığı, halktan uzak bir estetiğe tercih ettiğini de kendisi söyler:
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim, İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim. Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”
O gerçekçiliktir ki hiçbir ayrıntıyı atlamaz; hasta Seyfi Baba’yı ziyaretinde odasına girmeye hazırlanırken ayağından lastiğini çıkardığını söylemeyi bile unutmaz:
“Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip Açıversem... İyi amma kapı zâten aralık... Gâlibâ bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık Girerim ben diyerek kendimi attım içeri, Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.”
Mehmet Akif Ersoy şiirlerini yedi kitaptan oluşan Safahat’ta topladı. 1. kitap Safahat, sosyal ve tarihsel manzumeleri; 2. Kitap Süleymaniye Kürsüsünde, olayları ele alışındaki İslami perspektifi; 3. kitap Hakkın Sesleri, Balkan Savaşları’nda ülkenin yaşadığı sıkıntılara isyanını; 4. kitap Fatih Kürsüsünde, yarı satirik, yarı didaktik eleştirilerini; 5. kitap Hatıralar, Berlin ve EI-Uksur seyahatlerini; 6. kitap Asım, aydın ve vatansever gençlik idealini; 7. kitap Gölgeler kısa ama derin ve duygulu şiirlerini içerir. Mehmet Akif, İstiklal Marşını halkın bir yaratısı olarak gördüğünden kitabına almamıştır. Daha birçok anı, söyleşi, makale ve çevirisiyle geniş bir düşünce dünyası kurmuştur.
“Akif İnanmış Adam”
İşte Nazım Hikmet’in inandıklarının tümüne inanmasa da “Akif, inanmış adam.” diye övdüğü, bir gerçeklik ve doğruluk adamı olan Mehmet Akif Ersoy budur. Geriye söylenebilecek çok az söz kalıyor. O da Mehmet Akif’in edebiyatımızdaki öneminin, manzumeyle düşünen iki büyük şairimizden biri olduğudur. Diğeri Fikret!
Mustafa Bey, ayrıntılı bir incelemeydi okuduğum. Elinize sağlık. Ben de kim olursa olsun, bu sanatçı, siyasetçi, filozof. sosyolog olabilir, zamanına göre değerlendirilmesini isterim.
Şairliğiyle ilgili belirlemenize de katılıyorum; yalnız bazı insanlar öyle misyonlar yüklenmişlerdir ki ülkenin geleceğinde de onun sorumluluğu yadsınamayacak denli büyük olmuştur.
Keşke diyorum Akif, Mısır’a gitmeseydi. Keşke Kur-an’ı o, Türkçeye çevirip Atatürk’e omuz verseydi. Dini ezberlemek yerine anlamak gerektiğini anlatsaydı.
Yani bir sürü keşkem var da lafı uzatmak istemiyorum.
Bir de Akif’le Fikret’in yolunu birleştirmek istemişsiniz, o da sizin naifliğinizden.
Ne diyelim, doğrudur her insan kendi döneminde değerlendirilmelidir. Akif’in de yanlışları olmuştur; ama bunlar onun edebiyatımıza katkısını, vatanına, milletine verdiği emeği yok saydırmaz.
Nermin öğretmenim, nazik yorumunuz ve haklı değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim.