Yaşamda rekabeti, eğitimde yarışmayı, toplumsal ilişkilerde sınıfsallığı ve ayrımcılığı meşru gören kapitalizmin ürettiği sonuçları, sistem içinde ortadan kaldırabilmeyi ummak, boş bir hayal olmakla birlikte; bütün suçu sisteme yıkıp elini kolunu bağlayarak oturup beklemek de en başta sorumlu ve duyarlı eğitimciler için var olma nedeninin inkârıdır.
OLGULAR VE BULGULAR
29 Mayıs 2025 tarihli Cumhuriyet gazetesi, “Güç arayışı çocuklara sıçradı” başlıklı haberinde FurteBright Group araştırma şirketinin “akran zorbalığı” hakkında yaptığı araştırmanın sonuçlarını duyurdu. Aralık 2024-Ocak 2025 tarihleri arasında 12 ilde yapılan araştırmaya göre, her 4 çocuktan 3’ü akran zorbalığına maruz kalıyor ve bu zorbalıkların %95’i okullarda yaşanıyor.
Haberde %74’ü sözlü, 61’i fiziksel, 51’i ilişkisel, 43’ü eşyalara zarar verme, 17’si parasal, 12’si siber, 8’i ırkçı ve 6’sı cinsel türde gerçekleşen akran zorbalığına zemin hazırlayan dinamikler şöyle sıralanıyor: Ebeveynlik yaklaşımlarının değişimi, öğretmen-öğrenci güç dengesinin bozulması, öğretmenlerin yaşam ve iş standartlarının düşmesi, eğitim sistemindeki aksaklıklar ve yargıya duyulan derin güvensizlik…
Siber zorbalığın gelişme potansiyelinin dikkat çektiği araştırmada, bireysel zorbalığın siber ortamda kolektif zorbalığa dönüştüğüne vurgu yapılıyor. Zorbalığa başvuran çocuğun ailesinin, durumu görmezden gelme oranını %55 olarak açıklayan araştırma şirketinin kurucu ortağı Başak Abdula, verilerin yüksek sesli bir uyarı sinyali olduğu ama tam ortamızda bulunan bu ağır taşı hep birlikte kaldırabileceğimiz uyarısında bulunuyor…
Ancak bizce araştırma verilerinin, toplumda yaşanan asimetrik güç ilişkisinden doğan zorbalığın, çocuk ve ergen dünyasındaki tezahürü olduğu biçiminde yorumlanması son derece isabetli olacaktır.
OLGUDAN KURGUYA
Sorun yeterince anlaşıldıysa, şimdi konuyu olgular zemininden kurgular zeminine aktarabiliriz. Zira olgu ile kurgu arasındaki mesafe şaşırtıcı derecede kısadır; hatta olguyu süzmesi ve daha anlaşılır duruma dönüştürmesi nedeniyle kurguyu bir adım önde bile düşünebiliriz. Netflix’in dört bölümlük mini dizisi Adolescence’den (Ergenlik, 2025) söz ediyoruz. Yaratıcıları, diziyle ilgi açıklamalarında “Genç bir çocuğun, bir kızı bıçakladığı bir olay vardı. Bu bizi şok etti. ‘Neler oluyor? Bir çocuk neden bir kızı öldürmek ister? Buradaki tetikleyici nedir?’ dedik. Sonra tekrar oldu, tekrar oldu, tekrar oldu… Buna dikkat çekmek ve ‘Neden böyle oluyor? Nereye geldik biz?’ diye sormak istedik.” diyorlar.
Gerçi, çocuk ve erken genç dizilerini, filmlerini, eşcinsellik ve pedofili konusunda adeta rıza üretircesine “11 yaşındaki Amy, twerk yapan bir dans grubuna hayran kalır. Onlara katılmak umuduyla dişiliğini keşfetmeye başlayarak aile geleneklerine meydan okur.” biçimindeki tanıtımlarına tanık olduğumuz, Amerikan teknoloji ve medya hizmetleri sağlayıcısı, yapım şirketi Netflix’in “Adolescence” adlı dizisini duyunca, “Eyvah!” demekten kendimizi alamadık. Neyse ki bu defa korktuğumuz başımıza gelmedi ve eli ayağı düzgün dört bölümlük bir mini diziyle karşılaştık.
Jack Thorne ve Stephen Graham gibi iki sanatçının yarattığı ve “Boiling Point” ile sinema dünyasında ilgi uyandıran Philip Barantini’nin yönettiği dört bölümlük mini dizi “Adolescence”’ın, izlenme oranına bakınca ülkemizde de geniş ilgi gördüğü anlaşılıyor. Barantini, “Boiling Point” deneyiminden getirdiği tek çekim uzmanlığını televizyon dünyasına taşıyan öncü bir yönetmen. Her bölümü dört haftalık yoğun çalışma dönemleriyle tek çekimde gerçekleştirme başarısı, teknik bir gösteriş değil, hikâyenin duygusal yoğunluğunu artıran bilinçli bir estetik tercih olarak değerlendirilebilir. Yönetmenin “Kamera asla göz kırpmaz” felsefesi, izleyiciyi karakterlerin duygusal durumlarına filmin atmosferine daha derin dahil eder.
Oyun yazarı Jack Thorne, Harry Potter ve Lanetli Çocuk adlı tiyatro oyunu ve His Dark Materials adlı televizyon programı ile tanınıyor. Yapımlarda toplumsal adaletsizlikleri, sistemin birey üzerindeki baskısını ve göz ardı edilenlerin hikayelerini ustalıkla işleyen bir yazar. Stephen Graham ise sadece güçlü oyunculuğuyla değil (“This is England”, “Boiling Point”), aynı zamanda yapımcı ve yaratıcı olarak da gerçekçi, cesur ve çoğu zaman rahatsız edici konulara eğilen bir isim. İkili, “Adolescence”ın senaryosunda, sansasyonel suç draması tuzaklarından kaçınarak, karakterler için karmaşık ve zengin iç dünyalar yaratıyor. Diyalogların doğallığı ve karakterlerin psikolojik derinliği, klişe “kötü aile” anlatımlarından uzak durarak gerçek hayatın karmaşıklığını yansıtıyor. Dizinin gençlik, suç, masumiyet temalarında sistem eleştirisine yönelmesi yönünde sinyaller içermesi, takipçilerinde haklı olarak sistem eleştirisi beklentisi oluşturuyor. Karakterlerin iç dünyalarını yansıtmaya koşulmuş kamera hareketleri, gerilim anlarında hızlanan tempoyu duygusal sahnelerde düşüren görüntü yönetmeni Matthew Lewis’in hakkını da teslim etmek gerekir. Tek çekim formatında doğal ses ortamı, vıcık vıcık bir melodrama dönüşmesin diye müziğin minimal ölçüde kullanımı, soğuk tonlardan oluşan renk paleti… dramın duygusal etkisini güçlendiriyor.
“Adolescence”, 13 yaşındaki Jamie Miller’ın (Owen Cooper) sınıf arkadaşı Katie Leonard’ı (Emilia Holliday) öldürmekle suçlanmasının ardından gelişen olayları konu alıyor. Dizi, Jamie’nin bir terör örgütü lideri muamelesiyle bir şafak operasyonuyla tutuklanması ve ailesinin polis sorgu odasına alınmasından, Jamie ile Katie’nin birlikte okuduğu okula ve daha sonra duruşma için beklediği kapalı eğitim merkezine kadar olan süreçteki hikâyesine odaklanıyor. Her bölümü uzun takip plan (plan-sekans) tekniğiyle çekilen dizi, izleyiciyi olayların orta yerine yerleştirerek gerilimi ve duygusal yoğunluğu artırıyor; hikâyenin gerçekçilik ve yoğunluğunu öne çıkaran dikkat çekici bir anlatım tarzı ortaya koyuyor. Yoğun bir prova sürecini gerekli kılan ve her bölümü 10’ar kez çekilen uzun planlar hem izleyicinin karakterlerin duygusal yoğunluğunu hissetmelerine hem de oyuncuların, gerilimi yaşayarak canlandırdıkları karakterle özdeşleşmelerine olanak sağlıyor.
Yaratılmasında önemli katkısı olan Stephen Graham’ın, Jamie’nin babası Eddie rolünde etkileyici bir performans sergilediği “Adolescence”, Jamie Miller karakterinde çok sayıda aday arasından seçilen 13 yaşındaki Owen Cooper’ın da çıkış performansı. Her iki oyuncu ve br bütün olarak dizi, eleştirmenlerden olumlu değerlendirmeler almış. Dizi, rahatsız edici ve düşündürücü bir yapım olarak, günümüz gençliğinin karşılaştığı sorunlara ve bunların olası vahim sonuçlarına dikkat çekiyor. Suç, aile, toplum ve ergenlik temalarında eğitimciler için de önemli veriler ortay koyuyor.
ADOLESCENCE: SOSYAL VE KÜLTÜREL ÇÖKÜŞ
Ergenlik dönemi, kimlik oluşumu ve sosyal etkileşimlerin yoğunlaştığı bir dönem. Bu dönemde sıkça görülen “ergen egosantrizmi”, gençlerde kendilerini merkeze koyma eğilimleri geliştirip onları radikal düşüncelere daha açık hale getirebiliyor. Bu benmerkezci duygular, çevrelerinin de etkisiyle genç ergenlerin kimi aşırı davranışlarına neden olabiliyor. Bu dönemlerinde, kendileriyle akranları arasında meydana gelen karşılıklı etki demek olan “akran bulaşması”na maruz kalarak arkadaş çevrelerinde olumsuz düşünce ve eylemlere yönelebiliyorlar. Ergen grupları, bu etkiler altında, sosyal medya öncesinde mahalle ve okullarda çeteleşme biçiminde ortaya çıkarken çağımızda dijital mekânlarda kendilerine özgü geliştirdikleri dil ve iletişim sistemleriyle fiziksel olarak bir araya gelmeksizin de topluluklar oluşturabiliyor.
Gençlerin yaşadığı psikolojik sorunlara, akran baskısına, sosyal medya etkisine ve kimlik arayışlarına odaklanan “Adolescence”, Jamie’nin hikayesi üzerinden gençlerin karşılaştığı zorluklar ve bunların trajik sonuçlarını irdeliyor. Genç erkeklerin internet ortamında radikalleşmesinin olası sonuçlarına dair “umutsuz” bir uyarı niteliği taşıyor. Umutsuz bir uyarı, çünkü dizi yazar, yönetmen ve yaratıcılarının kamer arkasına dair röportajlarda liberal bir özgüvenle söyledikleri gibi sosyal eleştiriye yönelmekten çok, “durumu arz”la yetindikleri görülüyor. Arzla yetinince de üzerinde çokça durdukları psikolojik sonuçların hangi sosyolojik nedenlerden kaynaklandığını görmemiz ve bilmemiz olanaksız hale geliyor. Gelince de sorumluluğun büyüğü, neredeyse okula bile değil, aileye yıkılıyor; babanın son sahnedeki yıkımı da buna işaret ediyor.
Dizinin, çocukluk masumiyetinin kaybı, toplumsal şiddetin kökleri, aile dinamikleri, adalet sistemi, sosyal medya ve iletişim temalarına yaklaşımı, basit suçlama veya çözüm sunma yerine, karmaşık sorunları çoklu bir perspektifle sergilemek biçiminde ortaya çıkarken sorunların arka planını karanlıkta bırakarak, nedenleri sosyal medya fenomenlerinin ergenlere olumsuz etkileriyle sınırlamak ister gibidir. Nihayet dedektif çavuşunun, olan bitenin nedeni olarak Amerikalı İngiliz kick boksçu, sosyal medya fenomeni Andre Tate’nin adını pislikle anması, bunu düşünmemize neden oluyor. Evet, Tate, kurduğu gizli grupla erkeklere yönelik, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin tepesindeki “erkeksi” erkekler olarak bilinen “alfa erkek” yaşam tarzını teşvik etmesiyle biliniyor. Bu yönde içerikler üreten internet girişimcisi, “toksik erkeklik kahramanı” o, kadınlara yönelik aşağılayıcı ve cinsiyetçi söylemleri nedeniyle büyük tepki çekiyor. Kadınların evde olması gerektiğini ve erkeğin malı olduklarını ifade ediyor. Bu haliyle bizim, üniversitelerde fetvalar veren tarikatçı profesörlerimize çok benziyor; Tate’nin benzerliği bununla da kalmıyor! O şimdi tecavüz, organize suç örgütü kurma, reşit olmayanları istismar etme ve kara para aklama gibi ciddi suçlamalar nedeniyle Romanya’da tutuklu bulunuyor.
Adolescence’ye dönecek olursak, dizi, gençlik psikolojisi, aile dinamikleri ve dijital çağın etkileri üzerine güncel bir bakış ortaya koymak amacıyla; ortalama 55’er dakikalık bölümlerinin her birinde “5N 1K soruları” soruyor: Birinci bölümde “Ne oldu?” sorusunun yanıtını “cinayet”le vererek izleyiciye “Bu sizin çok yakınınızda gerçekleşti, gerçekleşiyor, görmüyor musunuz?” şoku denyimletiyor. İkinci bölümde “Nasıl oldu?” sorusunun peşinde gençlerin dijital mekânının üzerlerindeki etkilerini araştırıyor. Yüz planları ve diyaloglarla süren üçüncü bölüm “Neden oldu?” sorusuyla derin bir sorgulamaya girişiyor. Son bölüm olayın Jamie’nin ailesi, özellikle anne babası üzerindeki etkisine yönelerek, yaratıcılarının da yanıtlamak istemedik, sadece sorular sorduk demelerine uygun, yanıtı havada kalan “Suçlu kim?” sorusunu soruyor.
Birinci bölüm, Jamie’nin tutuklanması ve ilk sorgusunu anlatıyor. Polis, Jamie Miller’ı gözaltına alıyor ve sınıf arkadaşı Katie Leonard’ı öldürmekle suçluyor. Jamie’yi adeta bir yetişkin suçlu gibi kapıları kırarak karga tulumba tutuklayan polisin bu tavrı, kurumun “çocuk” ile “suçlu” ayrımını göz ardı eden bürokratik soğukluğunu gösteriyor. Sanığa yaşı ve psikolojik durumu hesaba katılmadan sistemin standart şablonlarına göre davranılmasıyla çocuğun yasal haklarının okunarak koruma mekanizması kapsamına alınması, düzenin adli sistemindeki çatlaklarına ve toplumsal yapının gençlik ile suç arasında bağı kanıksadığına işaret ediyor. İlk sorgu sürecinde Jamie, suçlamaları reddederken, polisl sosyal medya hesaplarındaki cinsiyetçi yorumları ve Katie ile olan ilişkisini açığa çıkarmaya çalışıyor. Eddie, oğlunun masumiyetine inanıyor ve “yetişkin müşahit” sıfatıyla sorgusuna katılıyor.
Bu bölümde polis, dedektif, avukat ve baba figürleri, Jamie’nin karşısına birer “ayna” olarak çıkıyor: Polis, sistemin duygusuz, ifadesiz yüzünü; Dedektif Bascombe (Ashley Walters), iktidarın potansiyel olarak sorgulayıcı, istismar edici ve stratejik yanını; avukat, yasal prosedürün soğuk koruyuculuğunu; baba ise, ailenin sevgi dolu ama yetersiz duygusal desteğini temsil ediyor. Bu farklı yaklaşımlar, Jamie’nin sadece bir suçlamayla değil, aynı zamanda toplumsal otoritenin biçimleriyle karşı karşıya olduğunu gerçeğini ortaya koyuyor. Bölümün can yakan etkisini, Eddie Miller’ın bir babanın inkâr, öfke, çaresizlik ve koruma içgüdüsü ile gerçeklerle yüzleşme arasındaki çelişkiyi dramatik şekilde sergilemesi yaratıyor.
EĞİTİMİN KÖR NOKTALARI
İkinci bölüm, Jamie’nin okul ortamına odaklanarak, akran şiddeti üzerinde eğitim sisteminin rolünü sorguluyor. Bu bölümde polis dedektifleri Bascombe ve Frank (Faye Marsay), Jamie’nin okulunu ziyaret ederek olayla ilgili daha fazla bilgi toplamayı ve suç aleti bıçağı bulmayı umuyorlar. Katie’nin yakın arkadaşı Jade ve Jamie’nin arkadaşı Ryan ile yapılan görüşmelerde, Jamie’nin okulda dışlandığı ve Katie tarafından “incel” olarak etiketlendiği ortaya çıkıyor. Ryan, Jamie’ye cinayet sırasında kullanılan bıçağı verdiğini itiraf ediyor ve suç ortaklığı şüphesiyle tutuklanıyor.
İkinci bölüm, Jamie’nin okul ortamını mercek altına alarak, Katie Leonard cinayetinin eğitim bağlamını açığa çıkarıyor. Bu bölümde Dedektif Bascombe ve yardımcısı okulda yürüttükleri soruşturma kapsamında öğrenciler, öğretmenler ve okul yöneticileriyle konuşuyorlar. Bu temaslar sayesinde cinayetin yalnızca bireysel ilişki sorunu değil, aynı zamanda kolektif bir ihmalkârlık ve sosyal yapı sorunu olduğu daha bir anlam kazanıyor. Öğrenciler arasında alaycılığa büründürülmüş (sarkastik) şiddetin, cinsiyetçi etiketlemenin ve bastırılmış nefretin yaygın olduğu, ancak bunların “şaka” adı altında normalleştirildiği görülüyor.
Öğretmenlerin, akranlar arasındaki şiddet sorunlarını tamamen bir disiplin sorunu olarak ele aldığı, konuya yaklaşımlarının “görmeme” ve “bilmeme” üzerine yapılandırıldığı, gözlenen rahatsız edici davranışların sistematik şekilde raporlanıp izlenmediği ve gerekli rehberlik hizmetlerinin verilmediği anlaşılıyor. Rehber öğretmenin açıklaması, eğitim kurumlarının bireyin psikolojik gelişimini izleme sorumluluğunu sadece “açık tehdit” durumlarında devreye soktuğunu gösteriyor. Okul Müdürü, suçu dışsallaştırarak kurumsal sorumluluktan kaçınıyor. “Dosyada görünmüyor” türünden ifadeler, dijital sistemlerin insani sezginin yerine konulduğu bir eğitim bürokrasisine işaret ediyor. Bütün bunlar, okulun bir topluluk değil, bir “veri sistemi” gibi çalıştığını ima ediyor… Ve dedektif çavuşu haklı olarak soruyor: “Okullar niye böyle kokuyor; kusmuk, lahana, mastürbasyon karışımı? Burada bıçak bulur muyuz sence?” Bu kokunun okullara sistemden bulaştığı açık değil mi?
İkinci bölümde ortaya çıkan bir başka trajik hal ise dedektif ile aynı okulun öğrencisi olan oğlu Adam arasındaki mesafe. Bu mesafe, ebeveyn-çocuk arasındaki bariyeri anlama çabası ile sorunun hangi boyutta olduğunu gösteren bir paradoks oluşturuyor. Suç aletini bulma umuduyla okula gelen dedektif, bıçağı bulamıyor ama gerçek “suç aletine”, yani bir parçası olduğu sisteme tosluyor! Yine de oğlu Adam’ın (Amari Bacchus), ona ergenleri anlama konusunda son derece değerli bir rehber sunması, sorunun çözümünün onu yaratanda değil, ona maruz kalanda olduğunu gösteriyor. Bu rehbere bakan Dedektif Bascombe, orada Jamie’yi suça iten sosyal gerçekleri değil ama hem suçu ve suçluyu anlayabileceği hem de bilmediği için oğluyla kuramadığı iletişimin dilini buluyor. Çünkü Adam ona dijital kültür ve ergen jargonuna dair anlamlandıramadığı bazı kodları deşifre ediyor.
DİJİTAL ERKEKLİK KÜLTÜRÜNÜN DİLİ
Nedir bu kodlar? Biri, dizinin temel kavramlarından olan “incel”dir. Bu, kendini cinsellikten mahrum kalmış hisseden erkeklerin oluşturduğu çevrim içi toksik topluluktur. Üyeleri, tıpkı Tate gibi kadınlardan nefret ediyorlar ama aynı zamanda onlara saplantılıdırlar. Bu, dedektife Jamie’nin Katie’ye karşı hem nefret hem arzu arasında sıkışmış duygusal durumunu anlamada önemli bir anahtar veriyor. “Redpilled” ise gerçekliği genellikle “uyanma” metaforuyla açıklıyor ve çevrim içi gruplarca kullanılıyor. “Chad”, fiziksel olarak çekici, sosyal olarak başarılı erkek figürünü; “stacy”, popüler ve cinselliğini özgürce yaşayan genç kadını anlatıyor. Katie’nin Jamie tarafından “Stacy” olarak görülmüş olabileceği iması, dedektifin kurban ve fail arasındaki duygusal çatışmayı daha derin anlamasını sağlıyor.
Matrix filmindeki gibi “mavi hap”, hayatı olduğu gibi sürdürmek, sistemin yalanlarına devam etmek; “kırmızı hap”, gerçekliği tüm çıplaklığıyla görmek, acı da olsa uyanmak anlamına geliyor. Tabii “Redpill” olmak, dijital erkeklik topluluklarında “kadınların doğası, toplumun erkekleri ezdiği ve feminizmin sahtekârlığı” gibi inançlara uyanmak anlamına geliyor. Pareto İlkesi – 80/20 Kuralı ise “Gelirin %80’i, nüfusun %20’sine gider, satışların %80’i, müşterilerin %20’sinden gelir.” gibi örnekleri olan İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto’nun ortaya attığı bir ekonomi teorisidir. Dijital erkeklik kültüründeyse bu teori “Kadınların %80’i, erkeklerin en çekici %20’lik kısmını arzular ve onlarla birlikte olur.” Anlamına gelmektedir. Adam şöyle açıklıyor: “Bazıları Pareto Kuralı’nı ilişkilere uyguluyor. Sanki kadınlar sadece en yakışıklı ve popüler erkekleri istermiş gibi. Jamie de kendini o dışarıda kalan %80’lik kısmın parçası gibi görüyordu.”
PSİKOLOJİNİN ÖRTTÜĞÜ SOSYOLOJİ
Üçüncü bölümde, Jamie’nin kapalı eğitim merkezinde gözaltı süreci devam ederken vaka dosyasına eklenecek psikolojik değerlendirme raporu için adli psikolog Briony Ariston (Erin Doherty) ile görüşme seansları gerçekleşiyor. Görüşme odasına girerken görevli bir polis Ariston’a aşağıdan gelen çığlıkları ve bağırma seslerini açıklıyor: “Aşağıda işkence laboratuvarımız var, çok gizli, tabii devlet onaylı!” Bu sahnede Ariston, Jamie’nin çevrimiçi faaliyetleri ve kadınlara yönelik olumsuz tutumlarını incelerken hem onun ruh hâline dair kritik ipuçları ele geçiriyor hem de psikoloğun mesleki yeterliliği ve yaklaşım biçimi üzerinden tartışmalı etik ve yöntemsel noktaları açığa çıkarıyor.
Psikolog Ariston’un temel yaklaşımı, Jamie’nin iç dünyasını arka planıyla anlamaktan çok; onu “suçlu-suçsuz”, “tehlikeli-tehlikesiz” gibi ikili kutuplarda sınıflandırmaya yönelik görünüyor. Jamie’nin sözlerinde dijital kültüre, yalnızlığa, sosyal dışlanmaya dair açık göndermelerine rağmen, o bunlara dair bir açılım girişiminde bulunmaz. Mevzuat gereği görevi mahkeme talebiyle sınırlanmıştır çünkü; kapalı eğitim merkezindeki bu seansları ergenin sağaltılası için değil, mahkeme adına yapmaktadır. Bu, prosedürel, yüzeysel ve adli bürokrasiye hizmet eden bir analiz olmaktan öteye geçmez.
Oysa görüşme boyunca Jamie’nin sözleri, bakışları ve beden dili, derin bir duygusal çatışma ve savunma halini yansıtıyor. Jamie, kendi görünmezliğini adeta “toplumsal bir suç” olarak tanımlıyor. Bu da “incel” söyleminin tipik bir dışavurumu oluyor. “Bu da rapora girecek, değil mi?” biçimdeki soruları, otoriteye duyulan derin güvensizlikle birlikte gelişen paranoyak savunma mekanizmasına işaret ediyor. Jamie’nin sorulara verdiği yanıtlar, susma dönemleri ve duygusal patlamaları, travmatik deneyimlerle başa çıkma konusundaki çocuksu yaklaşımlarını sergiliyor; daha açık ve savunmasız yanlarını ortaya çıkarıyor. Özetle Jamie’nin değişken öfke, korku, inkâr, çaresizlik gibi duygusal durumları, ergen travma psikolojisinin karmaşıklığını gösteriyor. Özellikle suçluluğunu kabul etmeme konusundaki ısrarı ile yer yer gösterdiği pişmanlık belirtileri arasındaki çelişki, izleyiciyi seansa dahil ediyor.
EBEVEYNİN GEÇ MUHASEBESİ
Dördüncü ve son bölüm, dizinin duygusal ve tematik doruk noktasını oluşturuyor. Cinayet soruşturmasının sonuçlanması, Jamie’nin toplum ve ailesiyle olan bağının kopuşu kadar, anne-babanın da içsel hesaplaşmalarını gün yüzüne çıkarıyor. Jamie’nin annesi ve babası bu bölümde artık yalnızca ebeveyn değil, başarısızlık duygusuyla boğuşan iki birey olarak görünüyor. Bu bölümde aile içindeki duygusal kopuş, iletişimsizlik ve suç ortaklığı duygusu dramatik biçimde işleniyor.
En çok yakın plan çekilen babanın yüzü, onun sözcüklerle değil, beden dili ve sessizlikle konuşan bir karakter olarak yazıldığını gösteriyor. “Bunu neden yaptı bilmiyorum… Biz böyle bir çocuk yetiştirmedik.” tekrarı, babanın kendini ikna etme çabasını gösteriyor. Oğlunu uzaktan seven bir baba figürü olduğu görülen Eddie, geç gelen pişmanlıkla “O hep yalnızmış. Ben… duymamışım bile.” gerçeğine tosluyor. Anne Manda Miller’e (Christine Tremarco) gelince, suçluluk, inkâr, geç farkındalık biçiminde gözlenen duygusal tepkileri, korumacı annelik mitinin kırılmasını gösteren bir tematik katmanı temsil ediyor.
Görüldüğü gibi Adolescence dizisi, Jamie’nin cinayetle suçlanmasının ardından ailesinin, okulunun ve toplumun yaşadığı travmayı gözler önüne seriyor. Dizi, özellikle Jamie’nin çevrimiçi ortamlarda maruz kaldığı zararlı erkeklik tavırlarının ve kadın düşmanlığı saplantılarının, onun davranışları üzerindeki etkisine yoğunlaşıyor. Bu bağlamda, Jamie’nin “manosphere” olarak bilinen, birbiriyle bağlantısı bloglar, web siteleri ve forumların birleşiminden oluşan ağlarda, çevrimiçi erkek egemen topluluklarla etkileşimde radikalleştiğini görüyoruz.
Özetle Adolescence, Jamie’nin çevrimiçi ortamlarda maruz kaldığı bu tür içeriklerin, onun dünya görüşünü nasıl şekillendirdiğine bakıyor. Özellikle sosyal medya algoritmalarının, gençleri bu tür olumsuz içeriklere yönlendirme etkisini öne çıkarıyor. Bu durumun, ergenlerin benlik algısı, empati yeteneği ve sosyal ilişkileri üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceğini, ailelerin, eğitimcilerin ve toplumun, gençlerin dijital dünyadaki etkileşimlerini önemsemeleri gerektiğini vurguluyor.
SORUN SİSTEMDEYSE, ÇÖZÜM DE ONDADIR
Adolescence, Jamie Miller vakası üzerinden şunu açıkça ortaya koyuyor: Modern kapitalist toplumda çocukların radikalleşmesine engel olması beklenen kurumlar, kriz anlarında çocukları sadece sınıflandıran, suçlayan ve dışlayan mekanizmalara dönüşebiliyor. Psikoloji, hukuk ve güvenlik sistemleri birlikte çalışamadığında, çocuklar sistemin kurbanı hâline geliyor…
Ve dizi, sözü, sesi ve bestesi Norveçli müzisyen Aurora Aksnes’in dokunaklı şarkısıyla Jamie’nin gözlerinden dünyamıza bakarken Eddie’nin göz yaşlarına karışarak bitiyor:
“Dünya izlerimizle kaplı
Yaralarımızı boyayla gizliyoruz
Onların ekşi yalanlarla vaaz verişini izle
Ben bu dünyayı bir çocuğun gözlerinden görmek isterim
Bir çocuğun gözlerinden…
Karanlık zamanlar gelip geçecek
Bazen sadece onun gülümsemesini görmeye ihtiyacın olur
Ve annelerin kalbi sıcaktır, yumuşaktır
Ben bu dünyayı bir çocuğun teninden hissetmek isterim
Bir çocuğun teninden…” (…)
Dizinin temel açmazı, nedenlerin yarattığı sonuçları, o nedenlerin ortadan kaldırabileceğine olan umududur. İnsana dair sorunların çözümünün, o sorunları yaratan toplumsal sistem içinde bulunabileceği bir yanılsamadır. Yaşamda rekabet, eğitimde yarışma, toplumsal ilişkilerde sınıflar ve ayrımcılık üreten kapitalizmin ürettiği sonuçları, sistem içinde ortadan kaldırabilmeyi ummak, “yaraları boyayla gizlemek”ten başka bir şey olmamakla birlikte; bütün suçu sisteme yıkıp elini kolunu bağlayarak oturup beklemek de en başta sorumlu ve duyarlı eğitimciler için var olma nedeninin inkârıdır.
Suya düşen taşın yarattığı etki gibi, en yakınımızdan başlayarak çözümü dalga dalga büyütmeye koşuluyuz…