Toplumu düzeltmeye dilden başlayacağını söyleyen Konfüçyüs’ün, ‘neden-sonuç’ ilişkisini ters kurduğu anlaşılıyor; zira tarihsel akışta ‘neden’ toplum, ‘sonuç’ dil gibi görünüyor. Bir de “olmak” ile “sahip olmak” eylemleri arasında, büyük uyum toplumu ile sınıflı toplum arasındaki kadar fark olduğu…
İKİ kavram, İKİ İNsan, İKİ dünya
Başlıktaki eylem adları, dilbilim araştırmalarından çok felsefe, psikoloji ve sanat alanlarının ilgisini çekti; kavramlar birçok bilimsel çalışmaya ve sanatsal yaratıya konu oldu. Jean-Paul Sartre’nin Valık ve Hiçlik’i, Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı, bu kavram çiftini insanın varoluşsal süreçleri temelinde ve felsefi boyutta ele alırken Eric Fromm, İki Varoluş Biçimi Üzerine Bir İnceleme alt başlıklı Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında kavramları, insanın avcı toplayıcı komünal yaşamdan tarım devrimiyle yerleşik topluma geçince kazandığı mülkiyet duygusu ve maddi hayatla ilişkisi içinde inceledi.
“Olmak” ve “Sahip olmak” kavramlarının taşıdığı felsefi ve psikolojik içerik; sanatsal yaratıcılık temelinde Yayoi Kusama’nın varoluş ve sonsuzluk temasını, ziyaretçiyle etkileşim içinde işlediği interaktif enstalasyonlarından; sinemada Sam Mendes’in orta sınıf bir ailenin yaşamındaki boşluğu ve sahip olma arzusunu konu alarak, modern yaşamı eleştirdiği Amerikan Güzeli (1999) ve Nicolas Philibert’in yönettiği Paris kırsalında küçük bir okula odaklanan Fransız belgesel draması Olmak ve Sahip Olmak’ına (2002) kadar, doğrudan ya da dolaylı birçok yapıtın yaratıcısını etkiledi.
Türk Dil Kurumu, “olmak” sözcüğünü “meydana gelmek, vuku bulmak, gerçekleşmek” eylemleriyle tanımlıyor. 11. yüzyılda Kaşgarlı’nın yazdığı Divan-ı Lügat-it Türk’te “tamamına varmak, yetişmek” anlamıyla açıklanan eylem, Eski Türkçede 16. yüzyıl sonlarına kadar “bolmak” biçiminde yer alıyor (Nişanyan Sözlük, 2023). İngilizlerin “to be”, Fransızların “être”, Almanların “zu sein” sözcükleriyle karşıladığı kavram, insan türünün yaklaşık 70 bin yıllık tarihinde hep vardı ve varlığını sürdürüyor: İnsanlar çocuk ‘ol’uyor, genç ‘ol’uyor, kuvvetli ‘ol’uyor, hasta ‘ol’uyor, sanatçı ‘ol’uyor, köylü ya da kentli ‘ol’uyor, güzel ‘ol’uyor, duygusal ‘ol’uyor, arkadaş veya düşman ‘ol’uyor; hatta insanın hayalleri bile gerçek ‘ol’uyor…
Öte yandan “mülkiyetine almak, elinde bulundurmak” anlamına gelen “sahip olmak”, “olmak” eyleminin taşıdığı bütün olumlu anlamları siliyor ve yerine mülkiyet duygusunu güçlendiren hırs, kâr ve doymak bilmezlikle temellenen bir anlam inşa ediyor. “Olmak” biçimli bir düşünüş ve yaşayış paylaşmacı, dayanışmacı, insancıl ilişkilerin egemen olduğu bir topluma göndermede bulunurken; “sahip olmak”, insan insanın kurdudur tanımlı sınıflı toplumu ve özellikle sanayi devriminden sonra gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin doğasına uygun bir tüketim toplumunu meşru kılıyor. İngilizcede “have”, Fransızcada “avoir” ve Almancada “haben” sözcükleriyle karşılanan “sahip olmak”, dillere 10 bin yıl kadar önce, yerleşik yaşama geçildikten sonra kurulan sınıflı toplumla gelişen mülkiyet duygusuyla giriyor. Özetle “olmak”, öznenin kendi deneyimine, “sahip olmak” ise kendisi dışındaki bir nesneye yönelimini anlatıyor.
Görüldüğü gibi sözlük içinde barındırdıkları anlamları son derece güvenli ve masum olan sözcükler; günlük dilde dolaşıma çıktıklarında ve sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi alanlarda kavramsallaştıklarında edindikleri anlamlarla tehlikeli ve acımasız ‘ol’abiliyorlar. Sözcüklerin anlamları, kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin dışında değil; o ilişkilerin yarattığı anlam dünyası içinde kuruluyor: Komşunun oğlunun doktor ‘ol’ması, birçok hastaya iyileşmelerinde yardımcı ‘ol’ması, sağlık hizmetlerinin ücretiz görüldüğü bir toplumda bizi mutlu edebiliyor; ama sağlık hizmetlerinin özel hastane ve polikliniklerde paralı verildiği bir toplumsal düzende, o doktorun birçok hastasının ‘ol’ması, banka hesabında birçok lirasının ‘ol’ması anlamına geliyor. Birinci durumdaki “olmak” insancıllığı, ikinci durumda yerini “sahip olmak” rekabetine bırakıyor. Bu durumda “olmak” ile “sahip olmak” arasındaki fark, bir üretim merkezinin bütün üretim araç ve süreçleriyle toplum mülkiyetinde olmasıyla birey mülkiyetinde olması arasındaki farkı gösteriyor; insan, birincisinde olmak ve gerçekleşmek için eyleyen özneyken, ikincisinde eylenerek tüketilen bir nesneye dönüşüyor!
Arkeolojik kalıntılara dayanan incelemeler ile günümüzde devam eden kimi avcı toplayıcıların yaşamlarına ve davranışlarına ait gözlemler, insan türünün yaklaşık 70 bin yıllık tarihinin çok önemli bir kısmını, avcı toplayıcı grupların ilkel komünallik içinde yaşadığını gösteriyor. Aşağı yukarı 60 bin yıllık bu tür bir toplumsal yaşamda mülkiyet ilişkileri olmadığından bireyler yeteneği ve yeterliği ölçüsünde grup işlerine katkıda bulunuyor, gereksindiği ölçüde tüketiyor. Bu nedenle “sahip olmak”ın bazı dillerde hâlâ olmaması, bu kavramın birçok dile “olmak”tan çok sonra girdiğine işaret ediyor.
Yaklaşık 10 bin yıl önce gerçekleşen tarım devrimiyle ortaya çıkan toprağa bağlı yerleşik yaşam, insan türünü radikal bir kültür değişimine zorladı. Son 200 küsur yıllık sanayi devrimiyle gelen şehir yaşamı ve kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğiyle pekişen sınıfsal ayrışma, insanın kültürel genlerinde mülkiyet duygusunu güçlendiren bir etki yarattı. İnsanın on binlerce yıllık “olmak” biçimli yaşamı “sahip olmak” biçimli bir yaşama dönüştü. O kadar ki atık günümüz toplumlarında insanlar paraya, arsaya, eve, arabaya, giysiye sahip oldukları kadar; kariyere, sağlığa, sevgiye, bilgiye, ilgiye de sahip oluyor ve “olmak” sürecinde içselleştirdikleri deneyimlerden, “sahip olmak” sürecinde uzaklaşıyor, onlara yabancılaşıyorlar. Örneğin okuma deneyiminin “olmak” süreciyle ortaya çıkardığı bilgi; bir kariyer ve kâr aracına dönüşüyor. Bu durumdaki bilgi, artık bilmek sürecinin ögesi değil, sahip olunan ve belli bir piyasa değeri olan ticari “mal” olarak dolaşıma giriyor.

Almanya doğumlu, Amerikalı Marksist psikanalist Erich Fromm, yukarıda andığımız “Olmak ya da Sahip Olmak” adlı kitabında bu dönüşümle ilgili ikna edici çözümlemeler yapıyor. Frankfurt Okulu’nun eleştirel teori yaklaşımına yaptığı katkılarla bilinen yazar, birbirinin tam tersi olan “olmak” ve “sahip olmak” temelli bu iki dünya görüşünün iki temel kavramını, özgün adı “To Have or To Be” olan kitabında asıl olarak sosyoloji ile psikoloji biliminin argümanlarını, yer yer felsefe alanının kavramlarını, hatta dil felsefesinin araçlarını kullanarak açıklıyor. Yeni toplumun yeni insanını yaratmanın ve o büyük uyum dünyasını kurmanın tek yolunun açgözlülüğü, hırsı ve mülkiyet tutkusunu güçlendiren “sahip olmak” düşüncesinden uzaklaşmak ve “olmak”la biçimlenen bir dünya görüşünü benimsemek olduğunu ileri sürüyor.
Fromm, 1976’da yazdığı kitabında bu iki kavramın dilbilimsel bir çözümlemesini de yapıyor. Ad türünden sözcüklerin bir şeyi tamı tamına tanımlayan sözcükler olduğunu belirten Fromm, masa, kitap gibi adlandırdığımız şeylere ‘sahip ol’abileceğimizi söylüyor. Yazar, eylem türünden sözcüklerin bir süreci tanımladıklarını ifade ediyor. Son zamanlarda eylemlerin de adlar gibi “sahip olmak” ile kullanıldığını da ekleyerek bunun, “dili mahvetmek” olduğunu belirtiyor. Fromm, dildeki bu değişimin düşünsel kaynaklarını, Edgar Bauer’in “Aşk, bütün Tanrısal olan şeyler gibi, insanın fiziksel ve ruhsal olarak kendisine teslim olmasını bekleyen, korkutucu bir Tanrıçadır.” sözüne Marx ve Engels’in verdikleri şu yanıtla gösteriyor: “Bay Edgar ‘aşkı’, korkutucu bir ‘Tanrıça’ haline dönüştürüyor. Böylelikle ‘insanın sevgisi’, ‘sevginin insanı’ biçimine giriyor.” Ünlü psikanalist, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farkı, Batı ve Doğu düşüncesi arasındaki farkla özdeşleştirmenin yanlış olacağını, bu farkın daha çok, odak noktası ‘insan’ olan toplumlar ile ‘maddi varlık’ olan toplumlar arasındaki farklılıkla benzeştiğini eklemeyi de unutmuyor.
Fromm, insanın “eylem”le gerçekleşme sürecinden “ad”la tükenme sürecine yönelişiyle ilgili önemli bir saptamada bulunuyor. Batı dillerinde son yüzyıllarda görülen eylem türünden sözcüklerin azalıp ad türünden sözcüklerin artması eğiliminin, dilde bile “olmak”tan “sahip olmak”a doğru bir gidişin habercisi olduğunu ileri sürüyor. Bildiğimiz kadarıyla dilbilimciler arasında, dillerin ortaya çıkışında eylemlerin mi, yoksa adların mı öncelikli olduğu konusunda belli bir uzlaşma yok. Adlara öncelik verenler kadar, eylemleri önceliklendirenler de var. Ama dillerin ortaya çıkışıyla ilgili genel kabul görmüş “yansıma”, “ünlem” ve “iş kuramları”na ya da “adam toplama”, “parazitleri ayıklama”, “kur yapma” ve “hikâye anlatma” gibi daha güncel hipotezlere bakıldığında, dilin başlangıcında eylemlerin adlardan bir adım önde olduğunu söylemek olanaklı görünüyor. Dillerin ortaya çıkışında ister eylem ister ad türünden sözcükler öncelikli olsun, günümüze doğru eylem sözcüklerinin adlara nazaran oransal olarak azaldığı; mal, mülk, varlık ve kavramların adları olan sözcüklerininse toplumsal tabakalaşmaya, mülkiyet duygusuna ve kâr hırsına paralel olarak arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Erich Fromm’un söz konusu kitabının yayımlandığı yıl, Türkçenin önemli araştırmacılarından Kamile İmer, dilimizin ad ve eylem türünden sözcüklerinin tarih içinde oransal değişimine bakmış; bu amaçla 11. yüzyılda yazılmış olan, dilimizin ilk sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk ile 1973 baskılı Yazım Kılavuzu’nda yer alan adları ve eylemleri saymış ve şu sonuca varmıştı: Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk’ündeki tüm sözcüklerin %33’ü yalın, %29’u türemiş, toplam %62’si; Yazım Kılavuzu’ndakilerinse %26,5’i yalın, %41,5’i türemiş, toplam %68’i ad köküdür. Öte yandan Divan-ı Lügat-it Türk’ün söz varlığının %17,5’i yalın, %20,5’i türemiş, toplam %38’i; Yazım Klavuzu’ndakininse %16’sı yalın, %16’sı türemiş, toplam %32’si eylem köküdür. (Kamile İmer, Türkiye Türkçesinde Kökler, 1976)

Bir dilin sözcük türlerinde %6 oranında gerçekleşen değişim, o dili konuşan toplumun kültüründe ve değerlerinde çok daha büyük bir değişimi gösterir ve bu değişim; toplumun sosyoekonomik yapısıyla ilgili bir durumdur. Dildeki bu değişimin gösterdiği süreç, komünal toplumdan kapitalizme doğru yaşanmaktadır; hızlı bir bencilleşme, güçlü bir mülkiyetçilik, acımasız bir rekabet olarak!
Erich Fromm, Japon Budist bilgin ve yazar Daisetsu Teitaro Suzuki’nin Zen Budizm Üzerine Konuşmalar’ından aktardığı iki şiir örneğiyle bu değişimi somutlaştırıyor: İlk şiir bir haiku, 1644-1694 yıllan arasında yaşayan Japon şairi Basho’ya ait:
“Dikkatlice bakacak olursam,
Çalılıklar arasında görüyorum onları,
Çiçek açan nazunaları!’’
Basho, çiçeğe elini bile sürmeden “olmak” düşünüşünün içselleştirilmiş hali olarak çiçeği “görebilmek” için, yalnızca “dikkatlice bakmak” gerektiğini dile getiriyor.
İkinci şiir, Kraliçe Victoria’nın hükümdarlığı sırasında Birleşik Krallık’ın devlet şairi olan Alfred Tennyson’a ait:
“Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek,
Seni o çatlakların arasından alacağım,
Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım.
Küçük çiçek, eğer anladığım gibiyse her şey,
Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,
Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana.”
Tennyson’un tepkisi oldukça farklı; çiçeği görünce ona “sahip olmak” arzusuyla doluyor ve onu tüm kökleriyle birlikte eline alıyor!
Toplumu düzeltmeye dilden başlayacağını söyleyen Konfüçyüs’ün, ‘neden-sonuç’ ilişkisini ters kurduğu anlaşılıyor; zira tarihsel akışta ‘neden’ toplum, ‘sonuç’ dil gibi görünüyor. Bir de “olmak” ile “sahip olmak” eylemleri arasında, büyük uyum toplumu ile sınıflı toplum arasındaki kadar fark olduğu…
Harika bir yazı olmuş. Cok teşekkürler.
Olmak ya da Sahip olmak arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatmışsın. Çok şey öğrendim Yüreğine sağlık kalemine kuvvet sağlıcakla kal…