Birey mi Toplum mu?

HAYATIN KAYNAĞI/THE FOUNTAINHEAD

Birey, cam fanus içinde sosyalleşip kültürlenmiyor; bir toplumun içine doğuyor ve o toplumun her türlü kültürel varlığından etkileniyor; yarattığı etkiyle de toplumu değişime uğratıyor. Toplum, gelişme yönünde ilerletici rol üstlenen bireye ne kadar muhtaçsa; birey de sosyal, kültürel, sanatsal gıdayı alabilecek bir topluma o kadar mecburdur; Ayn Rand hariç değil!

Başlıktaki soruyu “Tabii ki birey…” diye gözü kapalı yanıtlıyor Objektivizm (Nesnelcilik) felsefe sisteminin kurucusu ve kuramcısı Ayn Rand. Bu yanıtı, Sovyetler’in sosyalizmine, yani toplumculuğuna Amerika’nın kapitalizmini, yani bireyciliğini tercih ederek de kişisel yaşamının ve toplumsal düşüncesinin merkezine koyuyor.

Hayatın Kaynağı; Ayn Rand’ın senaryosunu aynı adla kitabından yazdığı ve King Vidor’un yönettiği 1949 ABD yapımı filmin adı. Kitap ve film, kariyerinde sahip olduğu ilkelerden bir milim bile taviz vermeyen mimar Howard Roark’ın (Gary Cooper), meslek yaşamı boyunca yaptığı işin önüne patronların toplum talepleri diyerek koyduğu standartlarla mücadelesine odaklanıyor.

Yapım, her anlamda, Rand’ın Objektivizminin etik ve estetik değerlerinin savunusu olarak inşa ediliyor. İlk olarak Ayn Rand, felsefesi gereği bireyci tutumundan asla ödün vermeyerek romanın sinemaya uyarlanması aşamasında, sinema sanatının dayattığı zorunluluklar dışında bir kurguya izin vermiyor ve ikinci olarak da iletisinin merkezi olan mahkeme sahnesinde mimar Roark’ın savunmasından tek sözcük eksiltmeye yanaşmayarak filmi altı dakikalık tiratla didaktik bir yapıta dönüştürüyor. O halde sormak hakkımız: Roman biçiminde yazmanın, yani edebiyatın anlamlandırma olanaklarının yeterli olduğu bir konuyu, bir de sinema diline çevirmenin gereği ve anlamı nedir?    

Ayn Rand ve Objektİvİzİm

Romanda veya filmde olup biteni anlamak için Ayn Rand’ı tanımakta yarar var: Rand, 20. yüzyılın Rus kökenli Amerikalı düşünür, yazar ve romancısı. 2 Şubat 1905’te Saint Peterburg’da bir Yahudi ailesinin kızı olarak doğdu. Küçük yaşta yazar olmaya karar verdi, Batılı yazarları okudu, Fransız romancılardan, Schiller ve Nietzsche’den etkilendi. Petrograd Üniversitesi’nde felsefe ve tarih okudu.  21 yaşında meşhur olmak için ailesini ve ülkesini terk ederek Amerika’ya gitti. Aynı yıl gerçek adı olan Alişya Zinovyevna Rosenbaum’u Ayn Rand olarak değiştirdi. Hollywood’da küçük bir rol kaptığı bir filmde Frank O’Connor ile tanıştı ve 1929’da onunla evlendi. Felsefi görüşleri ve yazdığı romanlarla öne çıkan Rand, 6 Mart 1982’de New York’ta hayata veda etti.

 “Hayatım ve hayata olan aşkım üzerine yemin ederim ki ne bir başka insan uğruna yaşayacağım ne de bir başkasından benim uğruma yaşamasını isteyeceğim.” diyen Ayn Rand, geliştirdiği Objektivizm felsefesiyle, nesnel gerçekliğe dayalı bir bilgi anlayışını, bireysel özgürlüğü ve kendi çıkarlarını toplum pahasına ilerletme hakkını savundu. Kapitalizmi en iyi ve en doğru toplumsal sistem olarak niteledi ve özel mülkiyeti ekonomik faaliyetlerin odağına koydu. Düşüncelerini konuşmaları, felsefi metinleri ve romanlarında dile getirdi. Önemli iki romanından biri olan Atlas Shrugged (Atlas Vazgeçti), objektivizmin temel düşüncesini içeren epik bir roman kabul edildi ve yazar burada özgür girişimcilik, bireysel özgürlük ve bunların toplumsal değerlerle çatışmalarını ele aldı. Devleti bireysel özgürlükler karşısında tehlikeli bir potansiyel tehdit olarak gören Rand, devletin hukuken silahsızlanmış kişilere karşı orantısız güç kullanımında yasal bir tekel oluşturduğunu ileri sürdü. Adeta bir tarikat mensupları gibi kendine bağladığı okurlarını “Egonuzu ve kimliğinizi siyasi yönetimlere karşı koruyun.” diyerek uyardı.

Yazarın ikinci önemli romanı ise bu yazının konusu olan filmin uyarlandığı, yukarıda sözünü ettiğimiz The Fountainhead (Hayatın Kaynağı) idi. Hayatın Kaynağı’nın iletisini yakından görmek için Rand’ın düşüncelerine biraz daha yaklaşmakta yarar var. Atlas Vazgeçti’de, felsefesinin özünde, hayattaki amacı kendi mutluluğu olan, varlığının yegâne amacı ve en yüce eseri olarak yaratıcı üretkenliğini gören kahramansı bir varlık, bir insan konsepti olduğunu yazan Ayn Rand, bir söyleşide de insanın kendi mutluluğundan sorumlu olduğunu, kendi mutluluğu için başkalarının hayatlarından feragat etmesini isteyemeyeceğini ve başkalarının mutluluğu için de kendinden feragat etmemesi gerektiğini söyleyerek kişiyi, adeta ‘Başkalarının uğruna kendinden vazgeçmek mi, kendi uğruna başkalarından vazgeçmek mi?’ ikilemiyle karşı karşıya getirir. Kendi seçimi bellidir: Kendi uğruna başkalarından vazgeçmek!

Ayn Rand

Objektİvİzm-Kolektİvİzm çatışması

Görüldüğü gibi Ayn Rand, insanların empati kurma yönsemelerini, başkalarının refahını artırmak için risk veya maliyetlere katlanma davranışlarını, kişinin kendisine bir şey kazandırmadığı halde, sadece başkalarına yardım etmek amacıyla gerçekleştirdiği eylemlerini, insanlar arasındaki sosyal bağları güçlendirmeye yardımcı olan toplumsal dayanışmayı öne çıkaran Altruizm’e (Diğerkâmlık) şiddetle karşıdır. Ekonomik alanda ise devletin serbest piyasa gereğince ekonomik faaliyetlere müdahale etmemesi gerektiğini savunan, bireysel özgürlükleri her şeyin üstüne koyan, “Bırakınız yapsınlar!” anlamına gelen “Laissez faire”nin yılmaz savunucusudur.

Bireyler arasında kaynaşmayı vurgulaması, grubu birey üzerinde önceliklendirmesi ve ortak değerleri öne çıkarması ile karakterize edilen Kolektivizm’in (Ortaklaşacılık, Collectivism) kararlı karşıtı olan Ayn Rand; insanların doğası gereği birbirlerine felsefi, politik, dini, ekonomik ya da sosyal ortak değerlere bağlı olduğu düşüncesine var gücüyle karşı çıkar. 1938’de yazdığı ve bireyler arasında mutlak eşitliğin sağlandığı, kendisinin ‘distopik’ dediği bir toplumu konu alan Ben/Ego (Anthem) adlı bilimkurgu romanında “biz” metaforu üzerinden ortaklaşacılık ve toplumculuk karşıtlığını adeta kusar:

“Biz” kelimesi bilinen ilk şey, ilk kelime olamaz, olmamalıdır. Bu kelime insanların ruhuna “ben”den önce yerleştirilmemelidir, yoksa bir canavar haline gelir. Yeryüzünün bütün kötülüklerinin kökü, insanın insanlar tarafından istismar edilmesinin, insanın insana inanılmaz işkenceler yapabilmesinin nedeni olur yoksa bu kelime. “Biz” kelimesi insanın her yanının alçıyla kaplanması gibidir, onu önce bir taş gibi sertleştirir ve altındaki her şeyi kısa zamanda tahrip eder. Beyaz beyazlığını, siyah siyahlığını kaybeder ve her renk alçının kirli griliği içinde kaybolur. Ahlaktan yoksul kişilerin, iyi insanların erdemine ve güçsüzlerin güçlü insanların kuvvetine el uzatmasını, ahmakların düşünen kafaların irfanına ortak olmasını, kısacası meziyetin alabildiğine alçaltılıp kabahatin alabildiğine yüceltilmesini temin eden tek şey yine bu “biz” kelimesidir. Bütün ellerin, en kirlisinin bile mıncıklamaya hak kazandığında mutluluğumun ne değeri olabilir?”

Objektİvİzm ve sanat

Felsefeden sanata dönecek olursak, Bireyin ideallerini, eylemlerini ve tercihlerini yücelten yazar, sanatın amacının, insanların dünyayı daha iyi anlamalarına yardımcı olmak ve onlara ilham vermek olduğunu ileri sürmekle, son çözümlemede o yücelttiği bireylerin oluşturduğu topluma hizmet ettiğinin ve böylece hararetle savunduğu Bireyselcilik (Individualism) düşüncesiyle çeliştiğinin pek farkında görünmemektedir! Zira bireyci düşünüşe sahip bir kişinin, bu düşüncesinin toplumca benimsenmesini istemesi de toplumcu bir yeğlemedir! Hele böyle bir düşünceyi romanlar yazıp konferanslar vererek yaymak, yani toplumsallaştırmaya çalışmak, objektivistin içinden çıkamayacağı bir paradokstur!

Birey merkezci yaşam felsefesini topluma kazandırmanın çelişkisini bir yana koyup Rand’ın yapıtlarına baktığımızda, felsefesinin sanatsal bir ifadesi olan, insan dokunuşundan uzak romanlarındaki buz gibi karakterlerin çoğunun objektivist idealleri temsil ettiğini görüyoruz. Çünkü Ayn Rand, sanatın da objektivizm gibi, gerçekliği bütün nesnelliğiyle yansıtması gerektiğini ileri sürer. Yazarı, toplumcu-bireyci ayrımı gözetmezsek, romantik akımın sadece mücadeleci karakterlerine bakarak, gerçeklik olarak belirttiği olguların peşinden koşan, düşüncelerinin davacısı kahramanlarından dolayı “romantik realist” olarak nitelendirebiliriz. Zira ona göre objektivist bir sanatçı, öncelikle insanın duygu durumlarına, duygusal tepkilerine değil; rasyonel eğilimlerine ve gerçekliği kavrama potansiyeline yönelmelidir. Sanatın işlevi, nesnel değerleri ve güzellikleri yüceltmektir.

Nihayet Hayatın Kaynağı adlı romanında/senaryosunda kurguladığı karakterlerin, okur ve izleyiciyi özdeşleştirmek istediklerini güçlü betimlemelerle çizer. Bu karakterler eyvallahsız, uzlaşmasızdırlar; zorluklar içinde kalsalar da zorlukları yenmede kararlıdırlar. Örneğin Howard Roark’ın idolü olan yaşlı mimar Henry Cameron (Henry Hull) ve bir taş kadar duygusuz Dominique Francon (Patricia Neal) Roark’la birlikte Ayn Rand’ın ideal kişilerini temsil ederler. Öte yandan Howard Roark’ın gölgesinde kalmış ve ancak onun sayesinde mimar olabilmiş, çıkarcı Peter Keating (Kent Smith), yine maddi çıkarlarını her şeyin önüne koyan varlıklı gazete sahibi Gail Wynand (Raymond Massey), sosyalist gazeteci ve entelektüel figür Ellsworth M. Toohey (Robert Douglas) işe yaramaz kişiliklerdir.

Kentlerin modernleşmesinin bir yansıması olarak arka planda izlediğimiz, ama durmadan gözümüze sokulan devasa gökdelenler, gönye ve cetvelle çizilmişçesine düzgün, kusursuz yapılar ve kent imgeleri; geleneksel mimari ögelerden, işte bu ödünsüz mimarlarca bütünüyle arındırılmıştır. Yalın iç mekânlara, düzenli ve geometrik cephelere sahip tasarımlar gerçekleştiren, yapı ile doğanın uyum içinde olmasını savunan organik mimarinin ilkelerini belirleyen, modern mimarlık tarihinin önemli isimlerinden Amerikalı Frank Lloyd Wright’ın filmin baş karakterine ilham kaynağını olduğu kabul edilir. Nihayet senaryo yazarı Rand’ın, Roark’un filmde gördüğümüz yapı tasarımlarını Wright’ın çizmesini istediği, ama ünlü mimarın bunu kabul etmediği de bilinmektedir.

Objektivizmin bilgi, etik, siyaset ve estetik gibi çeşitli konularını kolayca örneklendirebileceğimiz filmde, toplumu patronun siyasal veya mali çıkarları doğrultusunda manipüle edebilen medyadan sınıfsal çıkarları için etik kaygılardan çoktan vazgeçmiş burjuvalara, estetik değerlerinden ve yaratıcılıklarından ödün vermemek için ter ter tepinen sanatçı mimarlardan sanatını ve özgün üslubunu satılığa çıkarmış teknik mimarlara kadar birçok figürle karşılaşırız.

Fİlmİn dayandığı hİkâye

Hikâyeye gelince… Film, Howard Roark’ın, mimarlık fakültesinin son sınıfındayken okuldan atılmasıyla açılır. Çünkü danışman hocasına göre Roark, tüm dünyaya tek başına kafa tutmak istiyordur. Halbuki mimaride özgünlüğe yer yoktur. Kimse geçmişte inşa edilen yapıları geliştiremez, sadece taklit etmeyi öğrenebilir. Okulda ona tarihi çizgileri öğretmeye çalışmışlardır; ama öğrenmeyi reddetmiştir, kendinden başka kimseye kulak vermemiştir, Önceden yapılmış olanlara benzemeyen binalar tasarlamakta ısrar etmiştir. Bu nedenle Roark’ı ihraç etmekten başka seçenek kalmamıştır ve danışmanı olarak da asla bir mimar olamayacağını söylemek görevidir!

Okuldan atılan Howard Roark, uygarlığın karşı karşıya olduğu en büyük sorunun, bireyselcilik (İndividualizm) karşısında ortaklaşacılık (collectivism) olduğunu savunur. Kendisi gibi yenilikçi, yaratıcı ve modern mimari için savaşmış, ama bu savaşta artık yorgun düşmüş ihtiyar mimar Henry Cameron ile çalışmak ister. Ancak Cameron, Roark’a bütün açık sözlülüğüyle, kendisinin de ödünsüz estetik anlayışı nedeniyle işsiz güçsüz kaldığını anlatır, bu ısrarla onun da Aynı sona hazırlandığını söyler ve ekler: “Elimdeki geri zekâlılar bana yetiyor. Etrafımda açlıktan kırılan idealistler görmek istemiyorum… Kendinden çok eminsin. 20 yıl önce olsa, büyük bir zevkle suratına yumruğu indirirdim!”

Mimar Roark, bulduğu kimi işleri, satış kaygılarıyla müteahhit firma tarafından projesine klasik estetiğe uygun ekler konması gibi önerileri gözünü kırpmadan reddeder. Hayatta kalmak için mimarlık dışında başka çok daha ağır işlerde çalışmayı göze alır. Fakülteden dereceyle mezun olan okul arkadaşı Peter Keating, Roark’ın tersi bir karakterdir ve ünlü mimarlık ofislerinden birinde çalışmaktadır. Piyasa işi yapan bu ofisin sahibinin güzel kızı, güçlü ama neredeyse duygusuz bir kadın olan Dominique Francon’la nişanlıdır. İş için nişanlısını bir çırpıda gözden çıkarabilen Francon da hayata karşı duygusuz bir nesnelci tutum içindedir. Kendini özgür kalabilmek için kimseyi sevmemesi gerektiğine inandırmıştır. Gazetelerde mimarlıkla ilgili eleştiri ve denemeler yazan Francon, bu nesnelci tutumuna karşın düşünsel benzerlik gördüğü Roark’a özel bir ilgi duyar. Bu duygusal yakınlık sayesinde Roark’a kariyerine yeniden dönme olanağı doğar.

Bİreyİn yüceltİlmesİ

Hikâyenin sacayağı şöyle kurulmuştur: Birinci ayak, görüşleri toplumun geniş kesimi tarafından ilgiyle karşılanıp benimsenen mimarlık eleştirmeni, kolektivizmi temsil eden sosyalist yazar Ellsworth Toohey’dir. İkinci ayak, yine halkın büyük ilgiyle okuduğu, inandığı gazetenin sahibi ve kapitalizmin temsilcisi Gail Wynand’dır. Üçüncü ayak ise objektivizmi temsil eden Howard Roark’tır. Bu üç temsilin politik yansımasında ise sırasıyla sosyalizm, devlet kapitalizmini ve liberalizmi görebiliriz. Ayrıca bu odaklar arasındaki mücadele, Objektivist Roark’a göre sadece siyasi ve sosyal bir olgu değil, insanların düşüncelerinde de sürmektedir.  

Buraya, modern yaşamın Marksist eleştirisi olarak ortaya çıkan Frankfurt Okulu perspektifinden baktığımızda, tüketim kültürünün insanın bireyselliğini yok etmesine, sanatın gerçekliği yansıtmamasına ve insanların dünyayı doğru ve nesnellikle ele almadıklarına yönelik bir eleştiri olduğunu görmemiz de olnaklıdır. Hatta bu eleştiriyi, Frankfurt Okulu’nun bir üyesi olan, kapitalizmin insanların özgürlüğünü kısıtladığını, toplumu tek boyutlu hale getirdiğini ve toplumun bireyselliği yok ettiğini savunan Herbert Marcuse’nin düşünceleriyle ters yönden de olsa buluşturabiliriz. Marcuse, modern endüstriyel kapitalist toplumun insanları tüketime yönlendirdiğini ve bu tüketim kültürünün insanların özgür iradelerini yok ettiğini düşünür. One-Dimensional Man (Tek Boyutlu Adam) adlı kitabında, toplumun tek boyutlu bir yapıya dönüştüğünü ve bun nedenle insanların düşüncelerinin de tek boyutlu bir hal aldığını ileri sürer; buna karşılık sanatın toplumsal bir değişim için el verişli bir araç olduğunu savunur.

Herbert Marcuse, Rand’ın tersine eleştirilerinin merkezine kapitalizmi oturtur. Ona göre sınıflar arasındaki yüksek duvarlar çağımıza özgü birçok gelişme sonucunda alçalmıştır, ama aynı gelişmeler de tek tip insanlardan oluşan bir toplum yaratmıştır. Ayn Rand’da da bu tür eleştirilerin kimi göstergelerini yakalayabiliyoruz. Bir kere daha Hayatın Kaynağı’na dönecek olursak, Howard Roark, kariyeri tehlikeye giren okul arkadaşı Peter Keating’in yalvarmalarına karşın tasarladığı sosyal konut Cortlandt projesini, değiştirilmemek koşuluyla ve hiçbir gelir talep etmeksizin ona gizlice devreder. Ne var ki Keating, firmanın piyasa kaygılarından kaynaklanan projede değişiklik talebine direnemez. Ancak konutların yapımı bitmek üzereyken çizimlerin değiştirildiğini fark eden Roark, bir gece binaları bombalayarak havaya uçurur ve konu yargıya taşınınca Keating’le yaptığı gizli anlaşma açığa çıkar. Projenin gerçek sahibi ve bombalamanın faili Roark hakkında dava açılır.

Objektİvİzm savunusu

Howard Roark, savunma duruşmasında mahkemeyi, Objektivizm konusunun işlendiği bir dersliğe çevirir, Jüri ve salondakiler öğrencileri, kendisi de onların hocasıdır! Bu sahne ödünsüz objektivist Ayn Rand’ın yönetmene ısrarla dayattığı kitabındaki savunma metnidir ve eksiksiz, kesmesiz altı dakikalık bir tirat olarak, birçok mahkeme filminin savunma sekansına benzer kamera açılarıyla filme girer. Hâkim “Söz savunmanındır.” der demez, Roark ayağa kalkar ve hiçbir tanık çağırmayacağını bildirerek savunmasına başlar: 

Binlerce yıl önce, birisi ateş yakmasını keşfetti. Her halde insan kardeşlerine ateş yakmayı öğretti diye o ateşte yakmışlardır onu. Ama adam onlara, akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, karanlığı yeryüzünden kaldırmıştır. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan bazı adamlar, yepyeni yollara doğru ilk adımları atmışlar, bunu yaparken de vizyonlarından başka silaha sahip olmamışlardır.

Howard Roark’a göre büyük yaratıcılar, düşünürler, sanatçılar, bilim adamları, mucitler kendi çağlarının insanlarına karşı tek başlarına durmuşlardır. Tarih boyunca sürekli yeni düşüncelere karşı gelinmiş, her yeni buluş kınanmıştır; ama kendi vizyonlarına sahip insanlar yollarına devam etmişlerdir. Onlar, mücadele etmiş, acı çekmiş, bedel ödemişlerdir; ama kazanmışlardır. Öte yandan hiçbir yaratıcı, kardeşlerine hizmet olsun diye harekete geçmemiştir; çünkü kardeşleri, onun sunduğu hediyeyi reddetmişlerdir… Onlar kendi gerçeğini her şeyden ve herkesten üstün tutmuşlardır… Kendisi için yaşamıştır ve insanlığın şeref tacı olan her yeniliği ve gelişmeyi toplum için değil, ancak kendisi için yaşamakla başarmıştır. Roark için başarının yapısı ve doğası böyledir.

Roark, insanın ancak kendi zihniyle var olabileceğini düşünmektedir. Zira insan dünyaya silahsız gelir, tek silahı kendi beynidir. Bu silah, düşünebilme bireyin sahip olduğu bir yetidir. Ortak düşünce diye bir şey yoktur, olamaz. Yaratıcı kendi düşünceleri üzerinde yükselir, asalak ise başkalarının düşüncelerini takip eder. Yaratıcı düşünür, asalak kopyalar; yaratıcı üretir, salak yağmalar… Bu nedenle yaratıcının bağımsızlığa ihtiyacı vardır… Ve Amerika övgüsüyle şöyle devam eder:

Tarihe bakın. Yaptığımız her şey, her büyük başarı bazı bağımsız beyinlerin, bağımsız çalışmalarından doğmuştur. Her korku ve yıkım insanları beyinsiz, ruhsuz robotlar sürüsüne çevirme girişimlerinden gelmiştir… Ülkemiz, insanlık tarihinin en asil ülkesi bireysellik temeline dayalıdır. Bir insanın devredilemez hakları ilkeleridir. Ülkemiz herkesin kendi mutluluğunu aramaya hakkı olduğu bir ülkeydi…  Sonuçlara bakın. Şu anda kolektivistlerin, Aynı dünyanın yok edildiği gibi sizden yok etmenizi istediği budur.

Sözü devamla kendisine, kariyerine davanın esasına getirir:

Ben bir mimarım. İlkelerin üzerine kurulan şeylerden ne gibi sonuçlar doğacağını bilirim. Kendime yaşama izni veremeyeceğim bir dünyaya doğru yaklaşıyoruz. Fikirlerim benim mülkümdür. Bir sözleşmeyi ihlal ederek, benden zorla alınmışlardı. Benim fikrim hiç sorulmadı. İşimin, diledikleri gibi başkalarına ait olabileceğini sanıyorlardı… Cortlandt’ı ben tasarladım, ben mümkün kıldım, ben yıktım. İstediğim gibi yapılması koşuluyla tasarlamayı kabul ettim. Bu, işim için koyduğum fiyattı. Para almadım. İşimden rant sağlayıp, karşılığında hiçbir şey vermeyenlerin kaprisleriyle projem biçimsizleştirildi. Buraya, hiç kimsenin hakkını kendi hayatımın bir dakikasına değişmeyeceğimi söylemeye geldim. Ya da gücümün tek zerresine veya herhangi bir başarıma. Dünya, bir özveri salgını yüzünden telef oluyor. Buraya, dünyada hâlâ var olan her bağımsız insanın adına sesimi duyurmaya geldim. Koşullarım, bir insanın kendi uğruna yaşama hakkıdır.

Buraya bu uzun tiradı az da olsa kısaltarak almamızın nedeni, kitabın yazılma, filmin yapılma nedeni olan objektivizm iletisinin eksiksiz anlaşılması içindir. Film, Objektivizm felsefesinin yengisini ilan edercesine Dominique Francon’un, eşi Howard Roark’ın mimarı olduğu gökdelenine asansörle çıkan sahnesiyle kapanır. Francon, katları kat ederek yükseldikçe modern mimarlığın yapılarıyla dolmuş kente şaşkınlık ve hayranlıkla bakar. Roark ise inşaatı bitmek üzere olan gökdelenin en üst katında bir Süpermen edasıyla ellerini yumruk yapıp beline dayamış, göğsünü rüzgâra vermiştir!

Sorunun yanıtı  

Özellikle günümüzde sanat ve sanatçıya en çok yakışan sıfatların bireysel, yaratıcı ve özgün olduğunu teslim etmekle birlikte, bu bireysel yaratıcılıkta insanlığın yüzyıllardır ortay koyduğu kültürel iklimin sanatçı bireyde açık ya da gizli, az ya da çok, yüzeysel ya da derin etkilerini inkâr etmek ne bilimsel ne de estetik bir tavırdır. Zira birey, her şeyden yalıtık, cam fanus içinde sosyalleşip kültürlenmiyor; bir toplum içine doğuyor ve o toplumun her türlü kültürel varlığından etkileniyor; yarattığı her türlü etkiyle de toplumu değişime uğratıyor. Toplum, gelişme yönünde ilerletici rol üstlenen bireye ne kadar muhtaçsa; birey de sosyal, kültürel, sanatsal gıdayı alabilecek ve onu kendi bünyesinde yaratma enerjisine dönüştürebilecek bir topluma o kadar mecburdur.

Yani birey ve toplum kategorileştirmesi yanlıştır ve başlıktaki soruya yanıtımız, hayatın kaynağının birey ya da toplum değil, “birey ve toplum” olduğudur!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir