99. YILINDA

Cumhuriyet’in ‘Süperpozisyon’u

Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılının eşiğinde, ülkemizin “süperpozisyonu”nu görebilmeyi, kuantum fiziğinden öğrendiğimiz atom altı parçacıkların aynı anda iki farklı yerde bulunabileceği kuramına borçluyuz! Görüyoruz ve yine de Schrödinger’in kedisi yaşıyor mu öldü mü diye merak ediyoruz. Bu nedenle kutuyu açmaya Türkiye’nin bağımsızlıkçı, halkçı, aydınlanmacı, yani “Cumhuriyetçi pozisyonu”nu yaratmaya mecburuz!

FEN BİLİMLERİ VE SOSYOLOJİ

Fen bilimleri alanındaki gelişmelerin izini sosyolojide sürmek, toplumsal olayları anlamamıza yardımcı oluyor. Çağın anlamsızlık uçurumuna düşmemek için bunu zaman zaman yapmak gerekiyor. Biz en son 2020’de bu izi sürmüştük, bakalım iki yıl sonra nereye geldik?

17-18. yüzyılın ünlü bilgini Isaac Newton’un bilime en büyük katkısı mekanik alanında oldu. Newton, fizik bilimine hareket ve evrensel kütle çekimi yasalarını kazandırdı. Kuvvet, kütle ile ivmenin çarpımına eşittir, diyordu örneğin; biz bunu sosyal gücün, kitlenin büyüklüğü ile kitlenin bilincinin çarpımına eşitliği biçiminde gözlemleyebiliyorduk. Ya da etki ile tepki arasında kurduğu eşitliğin, Cumhuriyet eylemlerinde, hak arama mitinglerinde veya Gezi türü protestolarda sık sık bozulduğunu deneyimleyebiliyorduk!

Newton mekaniği, makro ölçekli fiziksel olayları, mühendislik çalışmalarında göz ardı edilebilecek küçüklükte sapmalarla hesaplayabiliyor; biz, bu hesapla örneğin seçim sonuçlarını eksi veya artı iki, bilemedin üç puan yanılmayla tahmin edebiliyorduk, 2002’den sonrakiler hariç. Hariç çünkü ne yapsak hesap tutmuyor, atı alan Üsküdar’ı geçiveriyordu veya aynı seçimde, aynı seçmenin aynı sandığa attığı dört oydan üçü geçerli, biri geçersiz çıkabiliyordu! Bunun nedenini ancak ve ancak kuantum mekaniği sayesinde anlayabiliyoruz artık!

Klasik fizik, bilimin dayandığı iki temel argüman olan “deneysellik” ve “nedensellik”ten hareketle evrenin belli bir düzende ve determinist bir işleyiş içinde bulunduğu sonucuna varıyordu; biz de bu kazanımla “sellerin neden, yağmurun sonuç” olmadığına ikna olabiliyorduk. Yine Newton fiziği, Modernizm’in bir düzen inşası olduğunu, akıl ve bilim ışığında toplumu, insanı tanımlama ve sınıflama girişiminde bulunduğunu söylüyor; onun ‘hakikat’, ‘standart’, ‘kesinlik’, gibi temel kavramlarını anlamamıza yardımcı oluyordu. Böylelikle toplumsal gelişmeleri, bağımsızlık savaşlarını, ulus devletleri, sınıf mücadelelerini, sosyalist devletlerin kuruluşunu ve yıkılışını, dünyada sadece 26 kişinin servetinin 3 milyar 800 milyon kişininkine eşit olmasını… yerli yerine oturtabiliyorduk.  

Ama bilim ve teknoloji alanında üstel bir hızla artan gelişmeler, “nano”ları büyüterek dünyayı hızla küçültürken Newton mekaniğinin mikro ölçekteki evreni anlamaya yetmediğini, bugün biz de görebiliyoruz nihayet! Bu yüzden atom altı parçacıkların davranışlarını ve nano sistemlerin işleyişlerini açıklamak Kuantum’a, toplum altı birey parçacıklarının davranışlarını ve Cumhuriyet yasalarıyla Cumhuriyet’i lağvetmenin “olumsallığını” açıklamak da postmodernizme kalıyor!

Kuantum mekaniği, evrende hiçbir fiziksel olayın ölçülebilirliğinin mümkün olmadığını, bütün bildiklerimizin istatistiksel verilerden ibaret olduğunu savlıyor. Deneylerden değil deneyimlerden edinilen, mutlak, nesnel ve evrensel olmayan doğruların bulunduğunu ve bilimin temel argümanının da “olasılık” olduğunu ileri sürüyor. Böylelikle Einstein’in “Görecelilik”, Heisenberg’in “Belirsizlik” kuramı üzerine yaptığı çalışmalar, klasik fiziğin “nedensellik” ve “deneysellik” dayanaklarını çökertip geleneksel gözlem ve algıyı kökten sarsıyor. Örneğin buzdolabının kapısı kapalıyken içinde ışığın yanmadığını gözlemlemek istiyorsunuz, ama kapısını açtığınızda ışık yanıyor ve gözlemleyemiyorsunuz! Ya da özellikle bu “dezenformasyon” yasasından sonra bir gece rüyanızda kendinizi özgür bir vatandaş olarak görüyorsunuz diyelim; uyandığınızda rüyasında kendini özgür vatandaş olarak gören biri mi yoksa kendini düşünde uykuya yatmadan önceki halinde gören özgür bir birey mi olduğunuza karar veremiyorsunuz… Tıpkı MÖ 4. yüzyılda yaşamış Çinli filozof Zhuang Tzu gibi, tek farkınız o kendisini kelebek olarak görmüştü!

GERÇEĞİN ÇOKLU HÂLİ

Avusturyalı fizikçi Schrödinger’in, kapağı 10 dakika sonra bozunarak açılacak zehirli gaz dolu şişe ile birlikte kapalı bir kutuya koyduğu kedinin, 11. dakikadaki canlı veya ölü olma olasılığı eşittir değil mi? Bozunmanın gerçekleşme olasılığı %50 olduğuna göre, kutuyu birinin açıp bakmasına kadar kedinin ölü veya diri, iki farklı durumu bir aradadır o halde! Tıpkı aynı konuşmanın içinde “Gelin birlikte konuşalım.” cümlesiyle “Bunların kafası basmaz!” cümlesinin yan yana durması gibi! İşte buna “kuantum hâli” diyebiliyoruz ya da “çoklu hâl! İşte kuantum mekaniğinin yaslandığı olasılık, denenemezlik, gizem ve belirsizlik budur.

Bu “belirsizlik”, modernizmin toplumcu ve rasyonalist bir yaklaşımla kurduğu “düzen”e terstir; ama söz konusu belirsizlik, Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman tarafından insanlar için bir özgürlük imkânı olarak sunulur ve “Akışkan Modernite” tezi önemli ölçüde kuantum’dan beslenir. Her türlü olasılığa açık ve her türlü gelişmenin dinamiğini taşıyan bu akışkanlık, size heyecan veriyorsa ve siz Türk devriminin 100 yıllık tanımlanmış bilimsel, aydınlanmacı ilerlemeciliğinden gına geldiyseniz, işte bu tanımlanamaz, belirsiz akışkanlığın “gerilemeciliği” tam size göre!

Kuantum mekaniğinin sunduğu bu “belirsizlik” ve “akışkanlık” olanağından bakınca, geçiş dönemlerinin “çoklu hâl” karakteristiğini daha net görüyor ve böylelikle anlam vermekte güçlük çektiğimiz kimi sosyal ve siyasal gelişmelerdeki kafa bulanıklığımızı giderebiliyoruz! Örneğin, Amerika’ya karşı bağımsızlıkçı bir söylem geliştiren iktidar, İda’yı kazıyıp kazanan Kanadalı maden şirketi Alamos Gold’un yanında saf tutuyor; onu yerli ve millî bir şirketmişçesine yabancı, gayrı millî protestoculara karşı savunuyor! Yine “Kuşak Yol”larda Rusya ile beraber yürürken, yağan yağmurlarda ABD ile beraber ıslanıyor! Biz de bir düşünce deneyiminin öznesi olan Schrödinger’in kedisinin çoklu hâline bakarak bu ikisinde bir çelişki görmüyoruz. Öte yandan ana muhalefet ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının örgütü olmakla övünürken, “helalleşme” turlarının sınırlarını o “gerilemeciliğe” kadar genişletmesinde hiçbir tutarsızlık görmememizi de bu “akışkanlığa” borçluyuz…

TÜRKİYE’NİN “SÜPERPOZİSYON”U

3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlükte; ama imam hatiplerden vazgeçtik, Doğu ve Güneydoğu’da çalışmaya devam eden “medreseler”in, “sıbyan mektepleri”nin Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirlere kadar yayılması da bir yana, yasal statü talepleri hem Saray hem MEB tarafından işleme konuyor! 30 Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı, Cumhuriyet kanunları da henüz yürürlükte; ama Diyanet İşleri Başkanlığı hazırladığı cemaatler raporuyla, yararlıdır deyip onlara meşruiyet istemekle kalmıyor, Başkan her ağzını açtığında Cumhuriyet kurucularının adını lanet ve küfürle anıyor! İktidar bile başörtüsünü artık bir sorun olarak görmezken, muhalefet türbana yasal güvence talep ediyor… ve biz bütün bunların, bir nesnenin aynı anda iki kuantum durumunda bulunması anlamına gelen “süperpozisyon” olduğunu bildiğimizden hiç yadırgamıyoruz!

1924’te ilkokulda, 1925’te ortaokulda ve 1934’te lisede karma eğitime geçildi; ama merkezi sınavla öğrenci alan tek cinsiyetli eğitim yapan okulların oranı Bolu, Kırşehir ve Siirt’te %30’u, İstanbul’da %25’i, Türkiye genelinde ise %20’yi aşmış bulunuyor. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nunda yazan “Eğitim öğretimde birlik” hükmü henüz ilga edilmedi; ama Hz. Muhammed, “İlim Çin’de de olsa ona talip olun.” değil de “Gericilik Japonya’da da olsa gidip alın!” demiş gibi, Cumhurbaşkanı, Japonya’nın en geri yanını temsil eden Mukogawa Kadın Üniversitesi’nden etkilenip böyle bir üniversitenin Türkiye’de de kurulmasını emrediyor ve bu yolda canhıraş bir çalışma başlıyor!

Sonra Mukogawa Kadın Üniversitesi, Meclis’te kadına şiddetin son bulması yönünde verilen önergeyi reddeden, “lider”e fahri doktora unvanı veriyor! O lider partisine katılan milletvekiline rozet takarken doktora yapan eşi için “Olmaz ya, çocuk da olmalı. Sayıları artırmak lazım. Bak, PKK’nin 5, 10, 15 tane var!” diyerek hem kadının asli görevini tanımlıyor hem de terör örgütü üyelerinin çiftleşme istatistikleri konusunda çok önemli veriler ortaya koyuyor! Koyuyor da ne oluyor, kadın muhaliflere kinlenerek buraya yazmakta imtina ettiğimiz küfrü ediyor; ama yine kuantum sayesinde “Cumhuriyet Kadını” çoklu hâlin belirsizliği içinde idrak yolları enfeksiyonu yaşıyor olmalı ki ne kadın tanımına ne de bu küfre bir tepki gösteriyor!

Oysa şeriat hükümleriyle yönetilen İran’da kadınlar saçlarını rüzgâra bırakma, laik Türkiye’de ise bir telini bile göstermeme özgürlüğü istiyor! Şu oksimorona bakın ki, her iki ülkede de bu muhalif “arzuyu” muhalefet destekliyor! İşte “ikili hâlin” geçerliliği!

Ortaöğretim “zorunlu eğitim” kapsamında; ama 4 milyon genel lise öğrencisinin 1,5 milyondan fazlası örgün eğitim dışında, yaygın eğitimde, yani açık lisede! Zorunlu eğitim ücretsiz ve devlet hizmeti; ama yaklaşık 1,5 milyon öğrenci özel okullarda anne babasının parasıyla okuyor; merkezi sınavlara hazırlık için her biri elli altmış bin lira ödüyor! Ama kime sorsan, yine istatistiği asla referans almayan kuantum sayesinde “o, biz değiliz, diyor!

PARANTEZDİ, KAPANDI…

Anayasanın 68’inci maddesinin 4’üncü fıkrası henüz değiştirilmedi; ama dini referansları bağıra çağıra kullanan; ırkçılık, bölücülük, terör üzerinden siyaset yapan “yasal” partiler var ve devlet parasıyla seçime girip demokrasi oyununa katılıyorlar!…

Cumhuriyet’e, laisizme duyulan öfke, kin ve isyan yeni değil, Cumhuriyet’in ilanı ile başladı. O zaman Newton’un mekanik fizik ilkeleriyle kendini korumasını bilen devrim, bugün kuantum fiziğinin esnek ve oynak ilkelerinin ürettiği belirsizlikte oldukça savunmasız kaldı! “Kapanması gereken bir parantezdir.”den “Reklam arasıydı, bitti.”ye geldi! Tabi bu da akışkan moderniteyle mümkün olabildi! Bu süreci doğru anlamlandırmak, kuantum ölçekteki parçacıkların davranışlarını doğru anlamakla mümkündür!

Anayasasının 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni “Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.” biçiminde tanımlayan hükmü henüz yürürlüktedir; ama Hizbullah ile onun yasal partisi Hüda Par’ın “Âlimler ve Medreseler Birliği”nin düzenlediği 7. Âlimler Buluşması’nda yayımladıkları sonuç bildirgesinde “Haçlıların, Siyonizmin, çağdaş Kisralığın (hükümdarlık) var ettiği en zararlı şeylerden bir tanesi de laikliktir.” denebiliyor ve artık hiçbir maske kullanılmıyor. Demek kuantumun “çoklu hâl” yasasına bile gerek duyulmuyor!

O kadar duyulmuyor ki, Anayasa’sının 1. maddesinde “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” yazdığı ve Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” dediği halde, Cumhuriyet devletini “yöneten” bir partinin Grup Başkan Vekili, “Bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.” diyor! 4. madde “Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri… değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” hükmü halen yürürlükte oysa! Demek ki karşı devrim, “Çift Yarık Deneyi”ndeki fotonlar gibi hem dalga hem parçacık davranışı gösterebiliyor!

Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılının eşiğinde, ülkemizin bu “süperpozisyon”nu görebilmeyi, kuantum fiziğinden öğrendiğimiz atom altı parçacıklarının aynı anda iki farklı yerde bulunabileceği kuramına borçluyuz! Görüyoruz ve yine de Schrödinger’in kedisi yaşıyor mu öldü mü diye merak ediyoruz!

Bu nedenle kutuyu açmaya Türkiye’nin bağımsızlıkçı, halkçı, aydınlanmacı, yani “Cumhuriyetçi pozisyonu”nu yaratmaya mecburuz!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir