Türkçeyi savunmak, “Dilde sadeleştirme niyetiyle çıkılan yolda Türkçemiz tarihimizin en büyük kelime katliamına maruz bırakılmıştır. Asırlar boyunca kullana kullana Türkçeleştirdiğimiz kelimelere getirilen yasaklar iddia edildiği gibi dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaya yetmemiştir.” (Kültür ve Turizm Bakanlığı 2019-2020 Özel Ödülleri Töreni’nde Yapılan Konuşma, 20.01.2021) diyen, içinde bulunduğu uygarlık iklimini benimseyememiş, Cumhuriyet’i içselleştirememiş bir iradenin işi değildir!
Diller kampanyalarla korunmaz!
Hukukçu, siyasetçi, Tatar devlet adamı Sadri Maksudi Arsal, 1928’de dilin sadeleştirilmesi sorunları üzerine yazdığı gazete yazılarını 1930’da “Türk Dili İçin” adlı bir kitapta topladı ve kitabı Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e sundu. Mustafa Kemal, kitaba yazdığı önsözde, hepimizin bildiği, “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” cümlelerini kurdu ve Cumhuriyet devriminin ulusal bağımsızlık hedefiyle uyumlu dil ve tarih çalışmalarının yönünü çizdi.

Cumhuriyet önderleri, bu yönde 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Cemiyeti’ni kurdu ve aynı yıl 26 Eylül – 05 Ekim tarihleri arasında Birinci Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Kurultay, genç Cumhuriyet’in dil sorununu şöyle saptadı: “Halkımız aydınların dilini anlayamamaktadır. Türkçemiz tarihsel süreci içinde Arapça ve Farsça sözcüklerin baskınına uğrayarak ulusallığını ve öz benliğini yitirmiştir.” Aynı saptamada, ulusumuzun tarihsel, siyasal ve sosyolojik nedenle bir uygarlık değişimi içine girdiği, bu bakımdan dilimizin, bu uygarlığın getirdiği yeni kavramları karşılayacak bir düzeye ulaştırılması gerektiği belirtildi. Bunun için dil çalışanları, halk dilinden sözcük derlemek, eski yapıtları taramak ve Türkçenin sözcük yapma yollarını araştırmak, bu yollarla yeni sözcükler türetmekle ödevlendirildi.
Bunlar, bir dilin temel işlevleri, sosyal ve kültürel nitelikleri bakımından oldukça önemli saptama ve ödevlendirmelerdi. Cumhuriyet bir aydınlanma devrimiydi, bu nedenle önderleri, her şeyden önce halk ile aydın arasında tıkanıp kalmış dilsel iletişim kanalının, toplumun en geniş kesimlerinin aydınlanabilmesi için açılması gerektiğini kavramıştı. Bu kanal, daha 10. yüzyıldan sonra Türklerin İslam uygarlığıyla, Türkçenin de bu uygarlığın dili olan Arapçayla karşılaşmasıyla tıkanmaya başlamıştı. Çünkü bu karşılaşmada kendi inanç ve dilinde dirençli davranan halk ile iktidar gücünden beslendiği için sessiz kalan aydının davranışı aynı olmamıştı.
Aydınla halkı ayırmak sarayın yüzlerce yıllık politikasıydı. Selçuklu saraylarında resmi dil ve edebiyat dili Farsça, bilim dili Arapçaydı. 13. yüzyıldan sonra Osmanlı her ne kadar Farsçayı resmi dil yapmamışsa da Türkçeye de yüz vermemiş, halkın bu “kaba” dilini saray çevresinden uzak tutmuştu. Zaman içinde köken ve yapı bakımından farklı dil topluluklarında yer alan Farsça (Hint-Avrupa Dil Ailesi ve Çekimli Diller), Arapça (Hami-Sami Dil Ailesi ve Çekimli Diller) ve Türkçe (Ural-Altay Dil Ailesi ve Eklemeli Diller) karmasından yapay bir yazı dili olan Osmanlıca oluşmuş ve 6 yüzyıl boyunca, Cumhuriyet öncesine kadar sokağın, çarşının, pazarın diliyle sarayın dili birbirinden tümüyle kopmuştu.
Gerçi, “Maksud, lisanda ‘güneş’ var diye ufk-u edebimizden ‘hurşid u şems”i silmek, ‘yıldız’ var diye ‘nücum u ahter’i söndürmek, ‘göz’ var diye ‘çeşm ü dide’yi kapamak, ‘yol’ var diye ‘rah u tarik’i sed etmek, ‘su’ var diye ‘ab u ma’yı kurutmak kabilinden ameliyat-ı tahribe karar vermekse israf-ı bihude nazariyle bakmak tabiîdir.” diyerek Türkçeye korona virüsüymüşçesine mesafeli davranan Halit ziya, baktı olmuyor, oturup romanlarının dilini gözden geçirdi!
Tehlike yabancı dil kurallarının etkisidir
Burada sadece sözcüklerin Arapça ve Farsça olmasıyla Türkçeye göre anlaşılmaz bir dilin ortaya çıkması sorunu değil, daha önemlisi bu sözcüklerin ait oldukları dilin kurallarıyla birlikte gelip Türkçeyi ele geçirmesi sorunu vardı. Uygarlık etkileşiminin diller arasında sözcük alışverişini belli ölçülerde doğal karşılasak bile kural etkisi, buna maruz kalan dil için büyük tehlike yaratır. Nihayet Farsçada da inanç ortaklığı nedeniyle Arapça sözcükler vardır, ama bu dil kendini Kuran dilinin kurallarına kapatmıştı. Oysa Türkçe, Osmanlıca döneminde hem Farsçanın hem de Arapçanın kurallarıyla tanınmaz bir hal almıştı. Üstelik sesleri/harfleri bakımından hiç benzemediği bir dilin abecesiyle yazıldığından temelli içinden çıkılmaz olmuş, 8 ünlüsü bulunan dilimizi, sadece 3 ünlü sesi olan bir abeceyle yazmanın getirdiği karışıklık, hem dili öğrenmenin engeli hem de yanlış yazmanın nedeni haline gelmişti.

Öte yandan tarihsel, siyasal, toplumsal, kültürel, hatta coğrafi nedenlere dayanan uygarlık değişimlerinin dili etkilemesi kaçınılmaz olsa da bir ulusun ve dilinin sonsuza kadar aynı uygarlık içinde donup kalması beklenemezdi. Bu gerçeklik Cumhuriyet’ten önce de kabul edilmiş, İstanbul’da Türkiye’nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin açılışında İkinci Mahmut, “Burada tıp fennini Fransızca öğreneceksiniz.” dedikten sonra Avrupalıların da bu ilmi Arapça kitaplardan öğrendiklerini, ama artık Arapça tıp kitaplarının Avrupalılarınkine oranla eksik kaldığını ve tıbbı öz dilimiz Türkçeye aktarmanın da zor olduğunu teslim etmiş, bunu daha sonraya bırakmıştı.
Cumhuriyet, dilin sosyolojik olarak halk-aydın birliğini, ümmet uygarlığından ulus uygarlığına geçişte ulusal niteliklerinin güçlendirilmesi gerektiğinin farkındaydı; bu nedenle Cumhuriyet önderlerinin Birinci Türk Dili Kurultayı’nda belirlediği hedef gerçekçiydi ve bugün baktığımızda ulaşılmış bir sonuçtur. Bundan sonraki dil duyarlığımız bu sonucun geliştirilip güçlendirilmesi olmalıdır.
Ama “Dilde sadeleştirme niyetiyle çıkılan yolda Türkçemiz tarihimizin en büyük kelime katliamına maruz bırakılmıştır. Asırlar boyunca kullana kullana Türkçeleştirdiğimiz kelimelere getirilen yasaklar iddia edildiği gibi dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaya yetmemiştir.” (Kültür ve Turizm Bakanlığı 2019-2020 Özel Ödülleri Töreni’nde Yapılan Konuşma, 20.01.2021) diyen, içinde bulunduğu uygarlık iklimini benimseyememiş, Cumhuriyet’i içselleştirememiş bir iradenin işi değil bu.
“Dünya Dili Türkçe” dese de!