Cem Karaca’nın eksik biyografisi bile, doğası gereği “eksiltili” bir ifade biçimi olan sinemayla sanatçıdan bize bütünlüklü bir miras bırakmayı başarıyor; o miras Anadolu kültürü, vatan sevgisi ve emek saygısıyla günümüzde de değerini koruyor…
CEM KARACA’NIN MÜZİKAL TAVRI
“– Anadolu rap, Anadolu rock bunda bir sıkıntı yok… Hepsi geçmişte kaldı bunların…
— Ya bırak geçmişi geleceği, zirvedeyiz tadını çıkar…
— Ambardan besleniyoruz ama müdür…
— Ne ambarı ya?
— Yahu hepsi geleneksel diyorum…
— Evet biz geleneksel olanı alıyoruz, yeniden düzenliyoruz. Zaten bundan beslenmiyor muyuz?
— Beslenmek diyorsun da bizimki biraz yaslanmak olmuyor mu?
— Ha beslenmek ha yaslanmak ne fark eder, ikisi de bir.
— Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun zamanlarında halklarına gösterdikleri duyarlığı biz gösteriyor muyuz halkımıza?
— Ne diyorsun ya, biz bunu yapmıyor muyuz? Ya millet gidiyor, yabancı şarkıları alıyor, üstüne Türkçe söz yazıp söylüyor. Türküler yılardır aynı, bir nota bile değişmiyor, bir yorum bile yok, hep aynı hep aynı… Biz böyle mi yapıyoruz?
— Madem onun türküsünü okuyoruz, o zaman halkın bugünkü problemlerine biraz daha tercüman olmalıyız diyorum, bu…
— Namus Belası, Beyaz Atlı, Obur Dünya bunların hepsi bizim kendi bestemiz, kendi güftemiz.
— Yeterli değiller gülüm, bu saydıklarının hepsi feodal temalar hâlâ…
— Çok istiyorsan, git grevlerde gözcülük yap, mitinglerde slogan at… müziği bu işe karıştırma! Senin bu kafalar marş kafaları… Öyle siyasi düşüncelerle müzik yapılmaz!
— Halk olmazsa bi bok olmaz.
— Bırak bu işleri ya… Ben Fransa’ya gidiyorum…”

Basıp Fransa’ya giden Cahit Berkay, kalıp başı beladan kurtulmayan Cem Karaca ve tabii dağılıp gidense, ilgiden sokakta yürüyemeyen, ününün zirvesinde Moğollar… Bu tartışma “Anadolu rock”ta çok kritik bir müzikal ayrışmaya işaret ediyor; bir yanda daha epik, daha politik ve daha halkçı Cem Karaca, diğer yanda daha lirik, daha apolitik ve daha birey merkezci Cahit Barkay…
BİR MÜZİKAL BİYOGRAFİ
Bu kırılmayı yaratan tartışma sahnesi, “kurgu-belgesel” diyebileceğimiz bir yapım olan Cem Karaca’nın Gözyaşları’ndan (2024). Film, Karaca’nın biyografisine dayanan bir dram; yine de Müslüm Baba ve Bergen gibi müzik figürlerinin biyografilerine yaslanan filmler zincirine ekleniyor. Eklenince de diğerleri gibi Sinemada Sanat yazılarımıza dahil oluyor.
Cem Karaca’nın Gözyaşları, sanatçının sanatına aile mekânından bakıyor daha çok. Anne, baba ve eş(ler)iyle olan ilişkilerinin müzik dünyasına etkisi, kurduğu ya da katıldığı rock grupları ve üyeleriyle tartışmalı ilişkileri, halk kültüründen ve emekten yana sınıfsal tavrı ve bu tavrı nedeniyle yaşadığı kırılganlıklar, zorluklar ve Almanya sürgünlüğü filmin temel izleklerini oluşturuyor.
Bir sanat filminin merkez karakteri olan sanatçının biyografisiyle başlayacaksak, bu biyografi sanatsal çalışmalarına odaklanmalı; o karakter Cem Karaca ise müzikal biyografisi öne çıkmalıdır kuşkusuz: Cem Karaca (5 Nisan 1945-8 Şubat 2004, İstanbul), Türk rock müziğinin ve özellikle Anadolu rock türünün öncülerinden. Sanatçı bir ailenin çocuğu, annesi Ermeni asıllı opera ve tiyatro sanatçısı Toto Karaca (İrma Felekyan) ve babası Azerbaycan kökenli tiyatro sanatçısı Mehmet İbrahim Karaca. Ailenin yarattığı etkin sanat ortamında büyüyor küçük Cem. Müziğe olan ilgisi, Robert Kolej’de eğitim gördüğü yıllarda, henüz çocuk yaştayken teyzesi Rosa Felekyan’dan aldığı piyano dersleriyle başlıyor. Sonra 1960’larda dünyada sömürüye, eşitsizliklere ve merkezi otoritelere itirazların artmasıyla birlikte yükselen “rock and roll” rüzgârına kapılarak dönemin popüler rock yıldızlarının şarkılarını söylüyor Cem Karaca.
“Anadolu rock”, bu rüzgârla Türk halk müziğini ve türküleri rock müziğiyle harmanlayan bir tür olarak 1960’ların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Cem Karaca, bu türün oluşumunda ve yaygınlaşmasında merkezi bir rol oynuyor. Geleneksel Anadolu ezgilerini, bağlama gibi yerel enstrümanları ve toplumsal temaları işleyen sözleri, Batı müziğinin elektro gitar, bas ve davul gibi unsurlarıyla birleştirerek kendine özgü bir tarz yaratıyor. Karaca’nın müzikal seçimi ve yorumu hem sanatsal hem de politik açıdan derin bir etki bırakıyor.

Sanatçının müzik kariyeri, 1962’de Beyoğlu Spor Kulübü’nde arkadaşlarının isteğiyle sahneye çıkınca profesyonel bir boyut kazanıyor. 1963’te ilk grubu Dinamitler’i kuruyor ve dönemin popüler rock and roll parçalarını seslendiriyor; çeşitli gruplarla kısa süreli çalışmaları oluyor. 1964’te Cem Karaca ve Jaguarlar’ı kuruyor; 1965’te Hürriyet gazetesinin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasında ön elemeyi geçemiyor.
Aynı yıl askerlik hizmetine alındığı Antakya’da Anadolu kültürünü ve türkülerini keşfetmesiyle “Anadolu rock”a yönelişi hız kazanıyor. Askerlik sırasında Aşık Mahzuni Şerif ile tanışması, onun müzik kariyerinde yerel motiflere yönelmesini sağlıyor. Bir röportajında söylediğine göre, bir askerin bağlamayla çaldığı türkü kendisini derinden etkiliyor ve Anadolu müziğinin “ilkel” olduğu düşüncesini terk etmesine yol açıyor. “Bir de baktım ki” diyor, “benim o anda içinde bulunduğum hissiyatı o müzik canlandırıyor.”
1967’de, başlangıçta Batı tarzı müzik yapan Apaşlar’a katılıyor. Karaca’nın katılımıyla grup Doğu-Batı sentezine yöneliyor. Aynı yıl Altın Mikrofon yarışmasına, Karaca’nın Erzurumlu Emrah’ın şiirini bestelediği “Emrah” şarkısıyla giriyor ve ikinci oluyorlar. Bu başarı, Cem Karaca’nın Anadolu rock türünün temellerini attığı ilk adım kabul ediliyor. Aynı yıl “Hudey”, “Vahşet” ve “Bang Bang” (Bir Anadolu Hikâyesi) gibi 45’likleri çıkarıyorlar. Bu dönemde Mehmet Soyarslan’ın yazdığı “Resimdeki Gözyaşları”, Karaca’nın ikinci hit parçası oluyor ve Türkiye turnesinde büyük yankı uyandırıyor. Şarkı, Metin Kaçan’ın romanından Mustafa Altıoklar’ın çektiği Ağır Roman (1997) filmiyle bir daha popülerlik kazanıyor.
1969’da basçı Seyhan Karabay ile Kardaşlar grubunu kuruyor Cem Karaca. 1970’te Almanya’ya giderek Anadolu türkülerini ve kendi bestelerini Ferdy Klein Orkestrası ile kaydediyor, “Dadaloğlu/Kalender” 45’liğini yayımlıyor. Eser, Karaca’nın sol politik duruşunu yansıtıyor. 1971’de 12 Mart Muhtırası sonrası “Oy Gülüm Oy” plağının toplatılması, onun bu politik duruşunun hedef alındığını gösteriyor. Aynı yıl Trabzon’daki bir konserde patlayan bombalar, Karaca’nın müzikle politik mesajlar verme cesaretini daha da pekiştiriyor.
Cem Karaca, 1972’de Moğollar ile çalışmaya başlıyor ve Anadolu rock müziğinin en ikonik eserlerinden “Namus Belası”’nı yayımlıyor. Bu şarkı, geleneksel namus kavramını eleştiren sözleri ve güçlü rock tınılarıyla listelerde zirveye yerleşiyor. Moğollar’ın lideri Cahit Berkay, hedeflediği uluslararası bir kariyer üzerine ve yazımızın girişinde verdiğimiz tartışma nedeniyle gruptan kopuyor. 1974’te Dervişan’ı kuran Cem Karaca’nın müziğinde radikal bir dönem başlıyor. Grup, daha geniş ve politik rock tarzında eserler üretiyor. 1975’te sınıf farkı ve imkânsız aşk temalarını işleyen “Tamirci Çırağı” piyasaya sürülüyor ve Anadolu rock türünün en önemli eserlerinden biri doğmuş oluyor.
Dervişan ile 1977’de “Yoksulluk Kader Olamaz” albümünü yayımlıyor Cem Karaca. Bu albüm, ekonomik buhran ve sağ-sol çatışmalarının yoğun olduğu bir dönemde, Karaca’nın sol söyleminin zirvesini temsil ediyor. Sanatçı, “1 Mayıs” (İşçi Marşı) ve “Maden Ocağının Dibinde” gibi şarkılarla, toplumsal adaletsizliklere ve işçi sınıfının mücadelesine odaklanıyor. Bu dönemde artan siyasi baskılar, Karaca’yı hedef haline getiriyor. Karaca, 1978’de Anadolu’nun birliğini ve bütünlüğünü vurgulama çabasını sembolize eden “Edirdahan” grubunu kuruyor ve Türkiye’de bir ilke imza atarak 18 dakikalık rock opera “Safinaz”’ı yayımlıyor.

Yayımladığı “1 Mayıs” plağında komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla 1979’da yargılanıyor Karaca. Aynı yıl Avrupa turnesine çıkıyor, Türkiye’de başına geleceklerden emin olmadığından Almanya’da kalıyor. 1980’de 12 Eylül darbesinden sonra hakkında çıkarılan yakalama kararı nedeniyle babasının vefatında bile Türkiye’ye dönemiyor ve 1983’te Türk vatandaşlığından çıkarılıyor. Almanya’da Birleşmiş Milletler’in vatansızlar için verdiği pasaportla yaşıyor. Bu dönemde Almanca şarkılar seslendiriyor, 1984’te “Die Kanaken” (Serseriler) albümünü yayımlıyor. Nâzım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiirini besteleyip Almanca seslendirmesi, onun uluslararası alanda tanınmasını sağlıyor. Almanya’da verdiği konserlerde Türk bayrağını göndere çektirerek vatan hasretini dile getiriyor
1987’de çıkarılan afla Türkiye’ye dönen Karaca, aynı yıl “Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar” albümünü yayımlıyor. Sanatçı, en etkili yapıtlarından olan albümünü, vatan hasretine vurgularla dolduruyor. Cem Karaca 1988’de orkestrasyon ağırlıklı “Töre”, 1990’da Cahit Berkay ve Uğur Dikmen ile “Yiyin Efendiler”, 1992’de “Nerde Kalmıştık?” albümlerini çıkarıyor. 1999 yılında “Bindik Bir Alamete”, 2000’de “Kahpe Bizans” ve 2004’te “Hayvan Terli”yi yayımlanıyor. “Kâhya Yahya” ile 1990’da Altın Güvercin ödülünü kazanan Karaca’nın duygusal derinliğini daha çok “Islak Islak”, “Sen de Başını Alıp Gitme” gibi şarkılar yansıtıyor.
Cem Karaca, son yıllarında Kurtalan Ekspres ile çalışıyor ve Trio ile sahne alıyor. 8 Şubat 2004’te, 58 yaşındayken kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle hayatını kaybediyor. Vasiyeti üzerine Karacaahmet Mezarlığı’nda babasının yanına defnediliyor.
ANADOLU ROCK’UN CEM KARACA’SI
Anadolu rock, 1960’ların sonlarında Türkiye’de ortaya çıkan, Türk halk müziği ve Anadolu’nun geleneksel müzik unsurlarını rock müzikle harmanlayan bir müzik türü. Bu tür, Türk kültürünün yerel ezgilerini, bağlama gibi geleneksel enstrümanları ve halk müziği motiflerini, rock müziğin elektro gitar, bas ve davul gibi unsurlarıyla birleştiriyor.
Anadolu Rock, 1960’lar ve 1970’lerde Türkiye’deki sosyal ve politik değişimlerin bir yansıması olarak gençler arasında yaygınlık kazanıyor. Bu dönemde, Batı müziğiyle tanışan Türk müzisyenler, kendi kültürel kimliklerini modern biçimlerle ifade etme arayışına giriyorlar.
Bağlama, kaval, zurna gibi geleneksel; elektro gitar, bas gitar ve davul gibi rock enstrümanlarıyla aşk, doğa, toplumsal adaletsizlik, özgürlük ve Anadolu mitolojisi gibi halkçı temalara yönelen Anadolu rock sanatçıları, 1960 sonları ve 1970’ler boyunca altın çağını yaşıyor; ancak günümüzde de etkilerini sürdürüyor. Anadolu rock türünün Cem Karaca’dan sonra akla gelen ilk isimleri arasında, Türk halk müziği melodilerini yer yer uzun enstrümantal bölümler, etkili ses efektleri, sürreal ve mistik sözler gibi psychedelic tonlarla ‘rock’a taşıyan Moğollar (Selvi Boylum Al Yazmalım, Dağ ve Çocuk, Düm -Tek…); elektro bağlamayı rock müziğe entegre eden Erkin Koray (Fesuhanallah, Çöpçüler…); Anadolu motiflerini pop-rock tarzıyla harmanlayan Barış Manço (Dağlar Dağlar, Gülpembe…) sayılabilir.
Anadolu rock hem müzik hem de sözleriyle Anadolu’nun mitolojisine, halk hikâyelerine ve toplumsal sorunlarına odaklanıyor. 1970’lerdeki politik atmosfer, şarkı sözlerinde sıkça özgürlük, emek, sömürü temalarının protest tarzda işlenmesine yol açıyor. Tür, sadece müzikle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bir kültürel hareket, yer yer bir politik duruş olarak da etkili oluyor.

Anadolu rock müziğini politik bir duruş haline getiren müzisyenlerin başında Cem Karaca geliyor. Sanatçı bu politik ve müzikal duruşuyla Türk halk müziğinin tınılarını rock ile birleştiriyor. Anadolu’nun hikâyelerini, duygularını ve toplumsal sorunlarını geniş kitlelere ulaştırıyor. Şarkılarında sınıf farkı, adaletsizlik, vatan hasreti gibi temalara odaklanıyor; güçlü vokali ve teatral sahne performansıyla dinleyicileri etkiliyor. “Tamirci Çırağı”, “Namus Belası”, “Dadaloğlu” gibi eserler, müzik tarihimize Anadolu rock türünün klasikleri olarak yazılıyor.
Cem Karaca’nın 1970’lerde geliştirdiği sol söylem, dönemin gençliğine yön verebilecek bir etki yaratıyor ve Türkiye’de protest müziğin önünü açıyor. Sürgün yıllarında belli bir geri çekilme ve ülkesindeki izleyicilerinin üzerinde doğal bir etki azalması olsa da sanatçının eserleri özgün yorumuyla bugün hâlâ dinleniyor ve yeni kuşaklara esin kaynağı oluyor…
CEM KARACA’NIN GÖZYAŞLARI
Yazımızın giriş sekansında verdiğimiz tartışma sahnesinin yer aldığı Cem Karaca’nın Gözyaşları filmine dönecek olursak, senaryo sanatçının yukarıda verdiğimiz biyografisinin 1987’ye kadarki bölümünün az çok dramatize edilmesine dayanıyor. Filmin yönetmen koltuğunda daha önce Dondurmam Gaymak (2005), Entelköy Efeköy’e Karşı (2011) ve İftarlık Gazoz (2015) adlı yapımlarından tanıdığımız sosyal duyarlıkları yüksek bir yönetmen Yüksel Aksu oturuyor. Senaryonun yazı grubundaysa Onur Böber, Özden Uçar, Emrah Saltık, Boran Ağgedik bulunuyor.

Filmin, Cem Karaca’nın kişisel, politik ve müzikal biyografisinden neleri alıp neleri dışarıda bıraktığını karşılaştırma olanağı sağlamak için senaryoya yansıyanları da buraya not etmek gerekiyor: Biyo-hikâye Cem Karaca’nın lise yıllarında (Robert Lisesi) başlıyor. Genç Cem, müzikle ilgileniyor ve dönemin rock and roll modasından etkileniyor. Annesi Toto Karaca ve babası Mehmet Karaca tiyatro sanatçıları olarak oğulları için kurdukları farklı bir gelecek düşü, onun müzik tutkusuna başlangıçta şüpheyle yaklaşmalarına yol açıyor. Baba ile oğul arasında ilk çatışma, Cem’in gelecek kariyeri konusunda ortaya çıkıyor. Baba, Cem’in hariciye okumasını isterken, Cem müziği seçiyor. Baba onu müzikten caydırmak için bir konserini paralı adamlara provoke ettiriyor. Bu sahne, Cem’in ailesiyle olan duygusal gerilimini açığa çıkarıyor.
Cem, Apaşlar grubuyla tanışıyor ve müzik kariyeri şekillenmeye başlıyor. Bu arada Cem’in Anadolu müziğine ilgisi artıyor; bu ilgi, askerlik döneminde Anadolu türkülerini keşfetmesiyle pekişiyor. 1967’de Altın Mikrofon yarışmasında “Emrah” şarkısıyla ikinci olsa da bu başarı, Cem’in sahne enerjisi ve karizmatik duruşuyla dikkat çekmesini sağlıyor.
Daha sonra Cem Karaca, Apaşlar’dan ayrılarak Kardaşlar’ı kuruyor. Film, bu dönemde Karaca’nın sol görüşlü politik duruşunun şekillendiğini gösteriyor. Örneğin “Dadaloğlu” şarkısı, toplumsal adaletsizliklere ve isyana vurgu yapan bir dönüm noktası olarak sunuluyor. Ardından 1971’deki 12 Mart darbesinin Karaca üzerindeki etkisini dramatize ediliyor. Trabzon’daki konserde yaşanan bombalı saldırı Karaca’nın politik mücadelesini sertleştiren olaylar olarak işleniyor. Bu sahneler, dönemin siyasi gerilimini ve Karaca’nın cesur duruşunu vurguluyor.
Sırada Anadolu rock denince akla geliveren Moğollar var. Cem Karaca, Moğollar ile bir araya geliyor ve “Namus Belası” gibi ikonik şarkılar üretiyor. Film, bu şarkının geleneksel namus kavramını sorgulayan sözlerini ve Anadolu rock müziğinin ruhunu yansıtan melodilerini öne çıkarıyor. Bu sekans, Karaca’nın hem müzikal hem de kişisel hayatındaki çatışmaları görünür kılıyor; müzik aracılığıyla toplumsal mesajlar verme tutkusunu vurguluyor.

Moğollar’la yolları ayırdıktan sonra Cem Karaca, grupsuz bir müzik düşünemediğinden Dervişan’ı kuruyor ve Anadolu rock türünün en politik dönemine giriyor. “Tamirci Çırağı”, sınıf farkı vurgusu ve bu farkın derinliği temasıyla filmde önemli bir yer tutuyor. Şarkının kaydediliş süreci ve sahne performansları, Karaca’nın güçlü vokaline ve duygusal derinliğine odaklanıyor. Sekans, siyasi kutuplaşmayı ve Karaca’nın sol söylemini güçlendirirken “Yoksulluk Kader Olamaz” albümüyle sanatçının sosyal ve siyasal tavrını ortaya koyuyor. Bu dönemde Karaca’nın özel yaşamı fazla detaylandırılmadan bırakılıyor, odak müzik ve politik duruşa çevriliyor.
Film, Karaca’nın 1979’da yurtdışı turnesi ve 12 Eylül 1980 Darbesi sonrası Almanya’da sürgün kalmasını dramatik bir dönüm noktası olarak ortaya koyuyor. “1 Mayıs” plağı nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkarılması, Karaca’nın Türkiye’yi terk etmesine yol açmış. Almanya’daki sürgün yılları başlamıştır. Bu yıllar, Karaca’nın vatan hasretini ve yalnızlığını vurgulayan sahnelerle işleniyor. Burada yaptığı “Die Kanaken” albümü Karaca’nın uluslararası alanda da mesajlarını sürdürme çabasını gösteriyor. Türk bayrağını göndere çektirdiği bir konser sahnesiyle duygusal bir doruk yaratan film sanatçının babasının ölümünde Türkiye’ye dönememesini, kişisel trajedisini derinleştiren bir unsur olarak sunuyor.
Karaca’nın 1987’de Türkiye’ye dönüşüyle “Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar” albümünün başarısı, Karaca’nın yeniden kitlelerle buluşmasını simgeliyor. Memlekete dönüş sahnesi, Karaca’nın vatanına kavuşmasının duygusal bir kutlaması olarak işleniyor. Film, bu noktada Karaca’nın müzikal mirasını ve Anadolu rock müziğine katkılarını yücelten bir finalle kapanıyor.
EKSİK BİYOGRAFİ
Ne var ki hikâyenin bütünlüğü bazı noktalarda bozuluyor. Film, 30 yıla yakın bir zaman dilimini iki saate sıkıştırmaya çalışırken, özellikle sürgün yılları ve sonrası gibi önemli bir dönem aceleye getirilmiş görünüyor. Bu durum, seyircinin Cem Karaca’nın duygusal, müzikal ve politik evrimini eksiksiz kavramasını zorlaştırıyor. Özelikle Almanya yıllarındaki yalnızlık, aile ve vatan hasretinin altını çizmek, sürgünlüğün acısını vurgulamak için o yılların tek odalık bir mekânla sınırlanması, sanatçının Almanya’daki müzikal çalışmalarını sisliyor. Sisleyince de seyircinin, Cem Karaca’nın müziğiyle etkili ve bütünlüklü bir duygusal bağ kurma şansı yok oluyor. Filmde son 17 yılın eksikliğini doğuran telif ve miras sorunlarına rağmen yönetmen, Karaca’nın müzikle toplumsal sorunları birleştirme tutkusunu ve kişisel fedakârlıklarını, biyografisinden elde kalanlarla vurgulayarak müzisyenle ilgili genel bir tematik düşünceye ulaşmaya çalışıyor.
Film, Cem Karaca’nın hayatındaki Apaşlar, Moğollar, Dervişan, sürgün ve dönüş ana hatlarını doğru bir takip etse de kimi ayrıntılarda tarihsel gerçeklikte bazı sapmalar dikkatten kaçmıyor. Örneğin, Karaca’nın 1965’te askere giderken babasının ona faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları kitabını verdiği sahne, tarihsel bir anakronizm yaratıyor; Gerçekte 1969’da basılmış bir kitabı, babası basımından 4 yıl önce oğluna vermiş oluyor! Kurgu için var olmayan kronoloji, tarihsel bir karakter söz konusu olunca kendini dayatıveriyor ve önemsiz de olsa bir ayrıntı göze batıveriyor.
Öte yandan filmin adına esin verdiği anlaşılan “Resimdeki Gözyaşları” (1968) ile “Bu Son Olsun” gibi Cem Karaca’nın Apaşlar grubuyla kaydettiği ve Mehmet Soyarslan’ın bestelediği ikonik şarkıların telif hakları nedeniyle filmde yer almaması da başka ama önemli bir eksiklik olarak sanatçının diskografisini sakatlıyor. Ayrıca, bir röportaj sahnesinde Alman muhabirin Almanca sorularını Karaca’nın sınırlı Almanca bilgisiyle eksiksiz anlayıp bir çevirmenin olmadığı ortamda Türkçe yanıtlaması ve muhabirin de yanıtı ana dilindeki gibi anlaması, iletişim mantığı açısından gerçekçi görünmüyor. Sanatçının oğlu Emrah Karaca’nın danışmanlık yapmasına karşın bu tür hatalar, yönetmenin tarihsel doğruluktan çok dramatik etkiye öncelik vermesiyle açıklanabilse de tarihsel olgulara dayandırılan yapımlarda şık durmuyor.

Film, Karaca’nın Türkiye’ye dönmeden önceki (Sonrası filmde yok zaten!) politik duruşunu ve müzikal evrimini genel hatlarıyla doğru yansıtsa da Cem Karaca ile Moğollar arasındaki ayrılık, filmde tek bir dramatik tartışmaya indirgenmiş görüyor; bu indirgeme, gerçek hayatta daha karmaşık bir süreç olan müzikal ve politik farklılıkları basitleştiriyor. Karaca’nın grup arkadaşları tarafından şarkı yazıncaya kadar balıkçı teknesine hapsedilmesi gibi abartılı sahnelerse dramatik inancın yitirilmesine neden oluyor.
İsmail Hacıoğlu’nun Cem Karaca performansı, filmin en güçlü yönlerinden biri gibi duruyor. Hacıoğlu, Karaca’nın teatral vokal tarzını, karizmasını ve duygusal derinliğini başarıyla yansıtıyor; şarkıları kendi sesiyle seslendirmesi, bunun içinse yoğun bir sahne ve şan çalışmasına dahil olması takdire değer bir sanatçı sorumluluğuna işaret ediyor. Yasemin Yalçın, Toto Karaca rolünde fiziksel benzerlik ve duygusal nüanslarla unutulmaz bir başarıya imza atıyor. Fikret Kuşkan, Mehmet İbrahim Karaca’nın, fiziksel benzerlikten çok hem otoriter hem duygusal karmaşık baba figürünü etkileyici bir biçimde canlandırıyor.
Ne var ki yan karakterlere yeterince çalışılmadığı görülüyor ve bu rollerdeki oyuncular da yeterince derinlik kazanamıyor. Örneğin Karaca’nın üçüncü eşi Feride’yi oynayan Melisa Aslı Pamuk’un, yüksek dozda duygular içinde savrulan bir sanatçının eşine ait karmaşık ruh halinin kendisi üzerindeki etkisini yeterli yoğunlukta yansıttığını söylemek kolay değil. Aynı biçimde birçok grup elemanına ait karakterler de başarılı bir oyunculukla temsil edilemiyor. Alper Saldıran’ın Cahit Berkay rolü, dönemin müzisyen ruhunu yansıtmakla birlikte Moğollar’ın perspektifini aktarmada sönük kalıyor.
Filmin teknik yönleri genel olarak başarılı görünüyor. Cem Öğet’in direktörlüğünde hazırlanan film müziğiyle Karaca’nın şarkılarının İsmail Hacıoğlu yorumları etkili bir atmosfer yaratıyor. Ancak, Cem Karaca’nın babasın mezarını ziyaret sahnesi gibi kimi sahnelerde müziğin yüksek frekansı özellikle iç diyalogları bastırıyor ve anlaşılmaz kılıyor. Ses tasarımı ve miksaj, konser sahnelerinde güçlü, ancak duygusal sahnelerde denge sorunları yaşıyor.

Kurgu, hızlı geçişlerle hikâyeyi akıcı kılsa da sürgün yılları gibi önemli dönemin kısa kesilip çok az olgu ve mekânla geçilmesi anlatımı zayıflatıyor. Prodüksiyon tasarımı, 1970’lerin Türkiye’sini başarıyla yeniden yaratıyor, özellikle mekân ve kostüm detayları, mekân seçimleri ve renk paletiyle dönemin ruhuna uygun düşüyor. Ancak bazı sahnelerde şarkılara eşlik etmeme gibi seyirci davranışları dönemin coşkusunu yansıtmakta yetersiz kalıyor. Görüntü yönetimi, özellikle konser ve aile sahnelerinde başarılı olmakla birlikte hızlı kurgu geçişleri bazı anların duygusal etkisini zayıflatıyor.
HUKUKİ SORUN
Fikri Harika Prodüksiyon ile Aytaç Medya’nın yapımcılığını üstlendiği film, Cem Karaca’nın müzikal mirasını ve toplumsal duruşunu tanıtma konusunda başarılı bir biyografik dram olarak izlenmeyi hak ediyor. Ne var ki film, yapım sürecinde ve sonrasında telifle ilgili önemli hukuki sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Son (dördüncü) eşi İlkim Karaca, Cem Karaca’nın eserlerinin telif haklarının dörtte birine sahip olduğunu belirtip filmin yapımında kendisinin yok sayıldığını ve telif haklarına ilişkin izin alınmadığını iddia ederek mahkemeye başvuruyor. İstanbul Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi, 2024 Ocak ayında filmin gösteriminin durdurulmasına ve yapımcıların 3 500 000 TL teminat yatırmasına karar veriyor.
İlkim Karaca’nın bu itirazına karşı yapımcılar, sanatçının telif haklarının 2018’de All Stars Music şirketine devredildiğini belirtiyor; Cem Karaca’nın oğlu ve filmin senaryo danışmanı Emrah Karaca da filmin hukuki zeminde yapıldığını, bu iddiaların yersiz olduğunu ifade ediyor. Üst mahkeme, teminat kararını kaldırıyor ve film, sinema salonları yerine dijital platformlarda yayınlanmaya devam ediyor. Hukuki süreç, yapımcıların lehine sonuçlanırken, mirasın geçmiş varlıklarla kalmayıp gelecek kazanımları da kapsayıp kapsamadığı konusunda tartışmalara yol açıyor.
BELGESEL Mİ KURGU MU?
Sinema estetiğiyle ilgili tartışma ise filmin biyografik belgesel mi kurgusal dram mı olduğu noktasında ortaya çıkıyor. Cem Karaca’nın hayatını konu alan ve resmi olarak bir biyografik dram biçiminde tanıtılan filmin, Karaca’nın tüm yaşamını kapsamadığı, bazı olayları eksik ya da tarihsel gerçeklik bakımından yanlış aktardığı yönündeki eleştiriler, filmin biyografik niteliğini sorgulamaya açıyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi film, Karaca’nın 58 yıllık hayatının tamamını kapsamıyor. Örneğin: Erken çocukluk dönemi çok sınırlı bir biçimde işleniyor. 1990’lar ve 2000’lerdeki müzik kariyeri, “Nerde Kalmıştık?” albümü ya da “Kahpe Bizans” gibi projeleri filmde ele alınmıyor. Karaca’nın özel hayatındaki bazı önemli ilişkileri, ikinci ve dördüncü evliliği atlanıyor. Ölümüne yol açan sağlık sorunları ve son yılları filmde yer bulmuyor.
Sürgün hayatının nasıl sona erdiğine, bunun siyasi boyutunun ne olduğuna değinilmiyor. “1 Mayıs” işçi marşı yorumcusunun, “Çankaya”nın şişmanı, işçi düşmanı” biçiminde nitelenen dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile nasıl bir yakınlaşma yaşadığı; hatta son yıllarında Anadolu rock müziğinin protest figürünün, Fethullah Gülen’e ne tür bir yakınlık duyduğu… biyografinin kısa kesilmesinden dolayı filme eklenemiyor.

KARACA’NIN MİRASI
Özetle film, Karaca’nın hayatının yalnızca 1960’lar ve 1980’ler arasındaki dönemini belli ölçüde dramatize ediyor ve belki de telif haklarında yaşanan sorunlar nedeniyle bu hayatın son 17 yılını dışarıda bırakıyor. Bırakınca da 1990’larda kimliğini Türklük ve Müslümanlık üzerinden tanımlaması gibi dünya görüşündeki dönemecin ve “Yâr Allah”lı ilahiler okuması gibi müzik politikasındaki kırılmanın filme yansıması mümkün olmuyor.
Olmuyor ama o engeli yine seyirci ve Cem Karaca’yı politik ve müzikal belleğinde yaşatmayı bilen sevenleri ortadan kaldırıyor; onun sürgün dönüşünden sonraki döneminde yaşadığı politik ve müzikal yalpalamalarını, biraz da sanatçı olmanın doğasında bulunan duygusal karmakarışıklığa veriyor!
Belki de bu nedenle, Karaca’nın eksik biyografisi bile, doğası gereği “eksiltili” bir ifade biçimi olan sinemayla sanatçıdan bize bütünlüklü bir miras bırakmayı başarıyor. Ve o miras Anadolu kültürü, vatan sevgisi ve emek saygısıyla günümüzde de değerini koruyor…