Freire, istediği kadar “Eğitim, bireyi özgürleştirir” demiş olsun ve eğitimcilerimiz lise eğitiminin kısaltılmasının özgürleşmeye değil, köleleşmeye yol açacağını söylesin dursun; MEB “okumak”tan “bildiğini okuma”yı anladığı için, bildiğini okumaya devam ediyor. Bildiği de “bireylerin sosyal ve kişisel gelişimini sağlamak” amacını Cumhuriyet liselerinden silip atmak!
OPERASYONDA ALTINCI DALGA
Var olanı dönüştürüp değiştirmek, devrimle karşı devrimin tek ortak noktasıdır; biri tarihin akışı yönünde ileriye, diğeri geriye doğrudur. Yönü anlamanın yöntemi, yüzünüzü tarihin uzun süreli akışına çevirmektir. Bu pozisyondayken ileri önünüzde, geri arkanızdadır ve kısa süreli zikzaklar dışında hiçbir uzun süreli akışın niteliği olumsuz değildir. En uzun süren orta çağ bile rönesans ve reforma doğru akıp durmuştur.
İçinde bulunduğu kötülüklere bakıp ruhuna karanlıklar dolan günümüz pesimistleri içindir bu umut dolu giriş. Meramımız, karşı devrimin eğitimden maarife doğru hızla savrulan eğitim dizgemizdeki etkilerini, bu geniş akış içinde iyimser bir nesnellikle ortaya koyabilmek. Bir dijital platform yazısının sınırlılıkları içinde kalmak zorunluluğu, bizi konumuzun kapsamını, Millî Eğitim Bakanlığının (MEB) lise kademesindeki karşı devrimci operasyonel dönüşümüne kadar daraltmaya itiyor.
MEB, kendi bünyesindeki bir okul türüne, onu “etkisizleştirmek” amacıyla operasyon yapar mı? Yapar! Operasyon, karşı devrimin iktidar olmasıyla başladı! Lise kademesinde en yumuşak karın imam hatip liseleriydi, oradan başlandı. Aslında meslek liseleri olan ve kendi alanlarında öğretimlerini teşvik etmek için bu yöndeki tercihlerine ek puan verilen imam hatip liseleri, önce sınavlarda genel liselerle eşitlenerek meslek lisesi statüsünden çıkarıldı. Bu liseler de fen ve sosyal bilimler gibi türlendirilerek genel liselerle eşitlendi. Kısa süre sonra hem asker hem devlet bürokrasisinde bunun büyük yıkıcı etkileri görüldü. Bu, MEB’in lise operasyonunun birinci dalgasıydı ve bu dalga, genel liselerin de seçmeli derslerle ve ders içerikleri değiştirilerek imam hatip liselerine dönüştürülmesiyle tamamlandı.
2017’de, dönemin Milli Eğitim müsteşarı, bugünün Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in “müjde”siyle operasyonda ikinci dalga başladı: Müsteşar Tekin katıldığı bir törende öğrencilere, “Sizi belki en mutlu edecek şeylerden bir tanesi, müfredatımız hafifletildi. ‘Gereksiz, seviyemizin üstünde!’ diyeceğiniz birçok şey yeni müfredatta olmayacak. Daha hafif olacak.” (hurriyet.com.tr, erişim 29.07.2025) Gerçekten de müfredat, Evrim Kuramı çıkarılarak bilimsellikten, Cumhuriyet değerleri yok sayılarak sosyolojiden, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü atılarak tarihten hafifletilmiş, tüy gibi olmuştu!
Operasyonun üçüncü dalgası, aynı yılın kasım ayında dönemin Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın liseleri “nitelikli-niteliksiz” biçiminde ayırmasıyla gerçekleşti! Bakan, yönettiği kurumun sadece %10’unun nitelikli, geri kalan %90’ının niteliksiz olduğunu resmen açıkladı. Devamında nitelikli liselere sınavla, niteliksiz olanlara adrese dayalı sistemle öğrenci alınacağını duyurdu. Operasyonun bu üçüncü dalgasının amacı, nitelikli dediği liselerin ürettiği, Pierre Bourdieu gibi söylersek “kültürel sermaye”ye el koymaktı; çünkü Galatasaray, İstanbul Erkek, Kabataş Erkek, Ankara Fen, İstanbul Atatürk Fen, İzmir Fen, Cağaloğlu Anadolu Lisesi gibi bu liseler aydınlanmacı bir kültürel sermaye üretiyorlardı.
Dördüncü dalga, yasası daha önce, 2014’te çıkarılan “proje okulları” ile geldi. Bazı liseler, ki bunlar Bakan’ın nitelikli dedikleriydi “proje okulları ilan edildi. Bu okullar ulusal ve uluslararası kurumlarla ortak projeler yürütecekti. Gel gelelim niyet kısa sürede açığa çıktı ve bu liselerin “proje okulu” değil, “proje okul” olduğunu anlamayan kalmadı. Çünkü Bakanlık, proje liselere “öğretmen ve yönetici atama yönetmeliği” çıkarmış; önce liyakatle atanıp başarıyla görev yapmakta olan yöneticilerini ve sonra da öğretmenlerini bütün itirazlara karşın, değiştirmiş; kadroyu Bakanlığın kontrolüne alıvermişti.
Proje liselerin öğretim kadrosunu ve yönetimini kontrolüne alan MEB, bu kez de bu okulların bir türlü baş edemediği veli ve öğrenci profilini değiştirmek istedi. Operasyonun beşinci dalgası bu amaçla yapıldı. Söz konusu okulları ikiye bölüp bir kısmının “proje okulu” olarak devamına, diğer kısmınınsa “uygulama okulu” olarak yeniden yapılandırılmasına karar verdi. Böylece “uygulama liseleri”ne “hami” atayarak bir yandan piyasanın kalifiye iş gücü ihtiyacını karşılayacak, bir yandan da tarikat ve cemaatleri eğitimin resmi bileşeni kılabilecekti. Çünkü Bakanlık bu okulları, Cumhuriyet aydınlanmasından en çok etkilenen, ona bağlı ailelerden ve onların çocuklarından başka türlü “kurtaramayacağını” anlamıştı!
Bu yazımızın konusu, operasyonun “nitelikli lise”lerin öğrenci profilini değiştirmeye yönelik altıncı dalgasıyla sınırlı; o da şu: 2012’de uygulamaya konulan “4+4+4 zorunlu/kesintili eğitim”in üçüncü 4 yıllık kademesinde, yani lisede eğitim süresinin kısaltılması. Bu dalga, özetle MEB’in bu yeni lise kurgusunun müfredatın hafifletilmesi, “proje” veya “uygulama okulu”, “okul hamiliği”, proje liselere öğretmen ve yönetici atama, lise eğitimin “2+2 yıl” veya “3+1 yıl” ya da “toplam 3 yıl” biçiminde bölünmesi/azaltılması ayaklarından oluşan çok boyutlu ve kapsamlı bir operasyonunun, şimdilik son ama en önemli parçasıdır.
BİR “SAHA ARAŞTIRMASI”
Bakanlığın bu girişiminde de diğerlerinde olduğu gibi, yanı başında paydaş kuruluşu Eğitim -Bir-Sen var. Bakanlık gibi bir kamu kurumu, sendika gibi çalışanlarının hak ve hukukunu gözetip koruyan bir toplum kuruluşuna, kararını dayandıracağı sosyolojik tezini meşrulaştırmak, toplumda “rıza üretmek” için “saha araştırması” yaptırıyor. O da dayandığı üye tabanınıza düşüncelerinizi destekleyecek yönlendirilmiş sorularla anketler düzenliyor ve aldığınız yanıtlarla istatistiksel grafikler oluşturuyor… Tıpkı daha önce aynı sendikanın karma eğitim için yaptığı ve Bakan’a “Gördünüz mü, biz kız çocuklarının erkek öğrencilerle aynı okulda okumasını istemeyen, bu yüzden kızlarını okula göndermeyen aileleri ikna etmek için ayrı kız okulları açılmasını istiyoruz.” biçiminde “gerekçe” ürettiği “kamuoyu araştırmasındaki gibi! Eğtim-Bir-Sen’in, 2012 yılından beri uygulanan “4+4+4” kesintili/zorunlu eğitim sistemine yönelik, 81 ilde öğretmen, okul yöneticisi, lise öğrencisi ve velilerden oluşan 36 bin katılımcıyla yaptığı son “saha araştırması”nın bulguları, özetle şöyle:
Zorunlu eğitim süresi çok uzun, sürenin değişmesine ilişkin yoğun talep var. Zorunlu eğitim süresi iş dünyasının beklentilerini karşılamıyor. Bu süre hem iş dünyasında ara eleman bulmayı zorlaştırıyor hem de öğrencilerin iş hayatına daha erken atılmasını engelliyor. Bu süre boyunca öğrenciler meslek seçimlerine yeterince yönlendirilmiyor. Ayrıca zorunlu eğitim süresinin uzun olması, okul terki riskini artırıyor. Bu nedenle “4+4+4” zorunlu eğitimin son 4 yılı yeniden ele alınmalı, 21. Eğitim Şurası’nın gündemine taşınmalı ve mümkünse “2+2”, değilse “3+1” biçiminde yapılandırılmalı… Lise son sınıfın üniversite hazırlık ya da kariyer planlama yılı olması gerektiği, son yıl öğrencilerin okula gitmesine gerek olmadığı…” (ebs.org.tr/haber, 29.07.2025 tarihli erişim) gibi eğitim bilimine tamamen ters argümanların üretildiği araştırmadan henüz “lise zorunlu eğitimden çıkarılsın” sonucuna ulaşılmadığına şükretmeliyiz!
MEB, eğitim sisteminde yapmayı planladığı değişiklikler konusunda toplumu ikna etmek için bilim insanlarının, eğitim kuramcılarının ve uygulayıcılarının düşüncelerini değil; daha önce de “karma eğitimin zararları”nı raporlamakla malul yandaşı sendikanın veri tabanını izliyor. 2024-2025 eğitim öğretim yılı için ortaya koyduğu vizyon, özellikle “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ve diğer düzenlemeler, tıpkı öncekiler gibi, eğitim sisteminde Cumhuriyet değerleriyle barışık ne kaldıysa tümden silmeyi hedefliyor. Bakanlık Talim Terbiye Kurulu ve Eğitim-Bir-Sen gibi “bileşenlerinin” sunduğu bulguları temel alıyor ama kendi istatistiklerine baksa, son verilerinde ortaöğretimdeki 5 700 000 öğrencinin 1 200 000’inin açık öğretimde olduğunu görecek! Belli ki bakanlık, okul terklerinden pek memnun!
MEB, liselerini gözden çıkarmış görünüyor, ne var ki henüz kapatıp geçmeye gücü olmadığı için, bu okulları, özellikle sinir uçlarını uyuşturup kontrol edilebilir kılmaya çalışıyor. Mevcut “4+4+4” sisteminin üçüncü 4 yıldaki lise kademesinin süresini kısaltmak istiyor. Bakan Yusuf Tekin, sanayi ve ticaret sektörlerinden gelen nitelikli eleman talepleri doğrultusunda 3+1 veya 2+2 gibi modeller öneriyor. 3+1 modelinde lise eğitimi 3 yıl zorunlu, 12. sınıf ise üniversiteye hazırlık için isteğe bağlı bir yıl olarak planlanıyor. 2+2 modeli lisede eğitimi 2 yıla indirerek kalan süreyi mesleki eğitime veya üniversite hazırlığına ayırmayı hedefliyor. (ntv.com.trcnnturk.com)
Eğitim bakanlığının lise operasyonunun bu son dalgası, sanki muhalif belediyeler getirmiş gibi, 12 yıllık zorunlu eğitimin özellikle son 4’üne odaklanıyor ve tıpkı söz konusu sendikanın araştırma bulgularının doğrulayabileceği sistem değişiklikleri kurguluyor. Oysa konuyu firmalara kalifiye işçi yetiştirmek değil, eğitim felsefesi bağlamında tartışmamız gerekiyor. Lise/ortaöğretim süresinin kısaltılmasını, öğrencilerin bilişsel, sosyal ve duygusal gelişimi, eğitimde eşitlik ve uzun vadeli toplumsal etkiler gibi konuları merkeze alarak düşünmeli ve planlamalıyız. MEB’in, “son 4”e önerdiği “3+1” veya “2+2” gibi modeller, Bakanlığın müfredata vurduğu “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adlı son darbe kapsamında gündeme gelirken, konuya iktidarın siyasi çıkarları açısından değil, eğitim biliminin penceresinden bakmamız gerekir.
PEDAGOJİ NE DİYOR?
Eğitim felsefesi, eğitimi yalnızca bilgi aktarımı değil, bireyin bütünsel gelişimini destekleyen bir süreç olarak görüyor. John Dewey, Jean-Jacques Rousseau, Paulo Freire gibi düşünürler, eğitimin insan doğasına uygun biçimde bireyi eleştirel düşünme, yaratıcılık, vatandaşlık bilinci ve kişisel potansiyelini gerçekleştirme yönünde dönüştürmesi gerektiğini vurguluyorlar. Lise eğitimi, bu bağlamda, bireyin ergenlik döneminde entelektüel, sosyal ve ahlaki kimliğini oluşturduğu kritik bir evre olarak kabul ediliyor.
Eğitim bilimine göre, lise eğitimi yalnızca mesleki veya akademik beceriler kazandırmakla sınırlı kalmamalı; bireyin eleştirel düşünme, problem çözme, etik değerler ve sosyal sorumluluk gibi alanlarda gelişimini desteklemelidir. Ne var ki bu kademede eğitim süresinin kısaltılması, bu çok yönlü gelişimin önüne güçlü bir engel çıkarıyor. Dewey’in pragmatist anlayışına göre eğitim, bireyin deneyim yoluyla öğrenmesini sağlıyor. O halde kısaltılmış bir lise eğitimi, öğrencinin proje tabanlı öğrenme veya sosyal sorumluluk projeleri gibi deneysel öğrenme olanaklarını sınırlayacağı ortadadır.
Paulo Freire’nin “ezilenlerin pedagojisi” yaklaşımı, eğitimin toplumsal eşitsizlikleri azaltması gerektiğini ileri sürüyor. Ancak daha kısa genel eğitim süresinin, özellikle sosyoekonomik açıdan dezavantajlı öğrencilerin bir an önce mesleki eğitime yönelme potansiyelleri nedeniyle var olan eşitsizlikleri derinleştirmesi ve yapısallaştırması kaçınılmazdır. Finlandiya gibi daha eşitlikçi eğitim sistemlerinde, zorunlu eğitimin süresi ve içeriği, tüm öğrencilerin temel becerileri kazanmasını garanti altına alabilirken, ülkemizdeki zorunlu eğitim süresinin kısaltılması, sınav odaklılık ve kamusal eğitimin özelleştirilmesiyle eşitlikçi hedeflerden uzaklaşma anlamına gelmektedir.
Genel eğitim felsefesi, mesleki eğitimin erken yaşta başlaması ile genel eğitimin geniş kapsamlı olması arasında bir denge kurmayı önemsiyor. Lise süresinin kısaltılması, mesleki eğitime erken yönlendirmeyi teşvik ederken, içeriğinin dinselleştirilmesinden bağımsız olarak, Bakanlığın müfredat sadeleştirmesinde de gördüğümüz gibi, genel eğitimin (sanat, felsefe, edebiyat, dil, tarih…) ihmal edilmesine yol açmakta, merkezi sınavlara hazırlık telaşıyla liseli bireyin kültürel ve entelektüel gelişimi sınırlanmaktadır.
Lise süresinin 4 yıldan 3 yıla indirilmesi veya “3+1”, “2+2” gibi modellerle bölünmesinin veya kısaltılmasının, eğitim felsefesinin ilkeleri ve pratik sonuçları üzerinden değerlendirildiğinde, öğrencilerin eleştirel düşünme, analitik beceriler ve derinlemesine öğrenme fırsatlarını azaltacağı açıktır. Çünkü Piaget’nin bilişsel gelişim kuramına göre “formel işlemler” çağı olan lise, öğrencilerin soyut düşünme becerilerinin en yoğun geliştiği dönemdir. OECD’nin 2023 PISA raporu, ülkemizde lise kapısının önündeki öğrencilerimizin matematik, fen ve okuma becerilerinde OECD ortalamasının altında olduğunu gösteriyor (matematikte 453, fende 458, okuma becerilerinde 456 puan; OECD ortalaması 475 puan). Eğitim süresinin kısaltılması girişimi, bu becerilerin geliştirilmesinden vaz geçmek anlamına geliyor.
Öte yandan lise dönemi ergenlerin sosyalleşme, empati, liderlik ve grup çalışması gibi becerilerini geliştirdiği dönemdir. Sürenin kısaltılması, liseli gençlerimizde bu tür becerilerin gelişimini de eksik bırakacaktır. Çocuklarda psikolojik gelişim üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Lev Semyonoviç Vygotsky’nin “sosyal öğrenme kuramı”, bireyin sosyal etkileşim yoluyla öğrendiğini ileri sürüyor. Sürenin kısaltılması, öğrencilerin akranlarıyla etkileşimde bulunduğu, kulüp faaliyetleri, sosyal sorumluluk projeleri ve tartışma ortamları gibi olanakların yaratıldığı eğitim kademesi olan lisede bu fırsatları ortadan kaldıracaktır.
Gelişimsel psikoloji profesörü Ayşe Bilge Selçuk, Erikson’un “psikososyal gelişim kuramına” göre, lise süresinin kısaltılmasının, özellikle ergenlerin kimlik arayışı döneminde olumsuz etkiler yaratabileceğini belirtiyor. Selçuk, “Ergenlerin kendilerini keşfetmeleri için zaman ve çeşitlilik gerekir. Eğitim süresi kısalırsa, bu süreç yarım kalabilir.” (Ergen Gelişimi ve Eğitim Politikaları. Koç Üniversitesi, 2024) diyor. Öte yandan Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) hazırladığı Eğitim İzleme Raporu 2024, Türkiye’de her 100 çocuktan 42’sinin yoksulluk sınırında yaşadığını gösteriyor. Kısaltılmış eğitim, bu öğrencilerin temel becerilere erişimini daha da zorlaştıracaktır kuşkusuz. Nihayet eğitim politikaları yazarı Prof. Dr. Fatma Gök, “Eğitim süresinin kısaltılması, sanayi odaklı bir yaklaşımdır ve dezavantajlı grupların genel eğitimden mahrum kalmasına yol açabilir. Bu, bir tür modern kast sistemi yaratır.” (Eğitimde Eşitsizlik ve Toplumsal Sonuçlar, Eğitim ve Bilim, 2024) diyor. Gök, erken yaşta mesleki eğitime yönlendirmenin, öğrencilerin potansiyelini kısıtlayabileceğini de ekliyor.
Konuya mesleki eğitim ve genel eğitim dengesinden bakarsak, lise eğitimi süresinin kısaltılmasının, dengeyi temel kültürün edinilmesi aleyhine bozacağını görürüz. Chicago Üniversitesi’nden Hukuk ve Etik profesörü Martha Nussbaum’un “insani gelişim” yaklaşımı, eğitimin bireyin yalnızca iş piyasasına değil, demokratik bir toplumun aktif bir üyesi olmasına hazırlaması gerektiğini (Demokrasinin Neden Beşerî Bilimlere İhtiyacı Var, Princeton Üniversitesi Yayınları, 2010) ileri sürüyor. Vurgulamak gerekir ki, kısaltılmış eğitim, bu hedefi ıskalar. Nussbaum’u eğitim sosyoloğu Prof. Dr. İsmail Doğan tamamlıyor: “Mesleki eğitim önemlidir, ancak genel eğitimin erken kesilmesi, bireyin dünyaya bakışını daraltır ve yaratıcı düşünceyi köreltir.” Doğan, Türkiye’de zaten düşük olan sanat ve felsefe eğitiminin daha da azalmasından endişe duyuyor. (Eğitimde Kültürel Mirasın Önemi, Millî Eğitim Dergisi, 2024)
LİSE EĞİTİMİNİN ÖNEMİ
Tabii bütün bunlara, kısaltılmış lise programı için yeni müfredat ve eğitim modellerinin, uygulayıcı öğretmenlerin ve okulların yeterince hazırlanmasının zorluğunu eklemeye bile gerek yok. Çocukların yetenek eğitimi üzerine odaklanmış akademisyenler ve yazarların düşünceleri, genel olarak eğitim sisteminde köklü değişikliklerin, öğretmenlerin mesleki gelişimiyle desteklenmezse başarısız olacağı, kısaltılmış sürenin, öğretmenlerin yeni müfredatı uygulaması için yeterli zamanı bırakmayacağı yönünde olsa da eğitim bakanlarımız, piyasaya itaatkâr iş gücü yetiştirme hedeflerinden şaşmıyorlar. Çünkü onlar için eğitimbilimi hocaları, yazar ve akademisyenlerin dedikleri ve önerdiklerinin hiçbir önemi yok!
Oysa lise eğitimi, ergenlik döneminde bireylerin eleştirel düşünme, yaratıcılık, etik değerler ve toplumsal sorumluluk becerilerini geliştirdiği kritik bir evredir. Eğitim felsefesi bağlamında, John Dewey’in pragmatist yaklaşımı, eğitimi bireyin deneyim yoluyla öğrenmesi ve demokratik bir toplumun aktif üyesi olması için bir araç olarak görüyor (Demokrasi ve Eğitim, Gece Yay. 2024). Paulo Freire ise eğitimin bireyi özgürleştirerek toplumsal eşitsizlikleri azaltması gerektiğini savunuyor (Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yay. 2024). Lise, bu hedefleri gerçekleştirmek için uygun bir zemindir.
Ülkemizde 6-14 yaş aralığını kapsayan ve zorunlu eğitimin temelini oluşturan ilköğretim; okuma-yazma, temel matematik, fen ve sosyal bilgiler gibi temel becerilere yöneliktir. Jean Piaget’nin “Bilişsel Gelişim” kuramına göre, bu dönemde öğrenciler somut işlemler aşamasındadır ve soyut düşünme henüz tam gelişmemiştir. Lise kademesi ise 14/15-18/19 yaş aralığındaki öğrencinin soyut düşünme, eleştirel analiz ve bireysel kimlik gelişimini destekler; mesleki uzmanlaşma ve akademik derinleşme sağlayan yükseköğretimle ilköğretimin ortasında bir bağlantı noktasıdır. Yükseköğretim lise müfredatına dayalı olduğundan, lise eğitimi yükseköğretime geçişte belirleyicidir.
Lise çağındaki öğrenciler soyut düşünme, hipotez kurma ve karmaşık problem çözme becerileri gibi bilişsel gelişimlerini bu dönemde gösterir. Öte yandan akran etkileşimi ve sosyal sorumluluk projeleri yoluyla empati, liderlik ve grup çalışması becerileriyle sosyal ve duygusal gelişim güçlenir. Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) odaklı eğitim gölgede bıraksa da fen, Anadolu, sosyal bilimler, güzel sanatlar, imam hatip ve meslek liseleri, bireylerin ilgi alanlarına göre mesleki ve akademik yönlenmesine olanak sağlar.
Ülkemizde “4+4+4” sisteminde lise eğitimi, teorik olarak genel eğitimle mesleki/akademik yönlendirmeyi dengelemeyi amaçlar. Ancak bu kademe, fiilen YKS’ye hazırlık sürecine dönüşmüş; lise eğitimi bir “sınav maratonu”na indirgemiş; sanat, felsefe ve sosyal sorumluluk gibi alanlar yok sayılmıştır. Eğitim İzleme Raporu 2024, lise eğitiminin sınav odaklı olmasının öğrencilerin eleştirel düşünme ve yaratıcılık becerilerini sınırladığını da saptıyor. Güzel sanatlarla ilgili dersler, devlet okullarında fiilen, özel okullarda veliyle pazarlık sonucu kaldırılıp yerlerine üniversite sınavına hazırlık testleri konarak sorun daha da derinleştiriliyor.
Bütün bu olup bitenleri, sosyal duyarlıklarımızla ve eğitim biliminin yaktığı ışıkta değerlendirecek olursak, ilk önce kapitalist ülkelerde eğitimin, sistemin sınıfsal yapısını yeniden üreten bir mekanizma olduğunu teslim etmek zorundayız. Sistemin, emeği kontrol etmek için eğitimi bir araç olarak kullandığını yazan Marks’ı (Kapital, 1867) ve ideolojik devlet aygıtlarından biri olarak, bireyleri kapitalist üretim ilişkilerine uygun hale getirdiğini söyleyen Althusser’i (Devletin İdeolojik Aygıtları, 1971) izlersek MEB’in önerdiği “son 4” kurgusunun, sistemin, öğrencileri erken yaşta mesleki eğitime yönlendirerek işçi sınıfının emeğini yeniden üretmeyi hedeflediğini, bunun özellikle sosyoekonomik açıdan dezavantajlı öğrencileri, düşük ücretli ve vasıfsız işlere hapsedeceğini vurgulamak zorundayız. Bu nedenle her 100 çocuktan 42’sinin yoksulluk sınırında yaşadığını gösteren ERG 2024 Raporu’nu bu çocukların işçi sınıfının en dezavantajlı kademelerine mahkûm olacağı biçiminde okumak mümkündür.
Öte yandan eğitim sisteminin, egemen ideolojiyi yeniden üreterek bireylerin eleştirel bilinç geliştirmesini engellediği açıktır. Kısaltılmış lise eğitiminin sanat, felsefe ve edebiyat gibi derslerin içeriğini azaltarak bireyin kültürel ve entelektüel gelişimini sınırlayacağı, böylece eleştirel düşünce geliştirerek sistemi sorgulamasını olanaksız kılacağı açıktır. Nihayet Bakan’ın övünerek söylediği, müfredatın %35 oranında Atatürk ve Cumhuriyet kazanımlarından “sadeleştirilmesi”, liseli gencin korumakla vazifelendirildiği kültürel emaneti sahiplenmesini engelleyecektir. Belki de asıl amaç budur!
Paulo Freire, istediği kadar “Eğitim, bireyi özgürleştirir” demiş olsun ve eğitimcilerimiz lise eğitiminin kısaltılmasının özgürleşmeye değil, köleleşmeye yol açacağını söylesin dursun; onlar “okumak”tan “bildiğini okuma”yı anladıkları için, bildiklerini okumaya devam ediyorlar ve edecekler. Bildikleri de eğitimin “bireylerin sosyal ve kişisel gelişimini sağlamak” olan amacını Cumhuriyet liselerinden silip atmak!
Atmak ama “birinci vazife”li liselilerin de buna bir yanıtı olacaktır kuşkusuz!