Büyük Resim, Başyücelik Devleti ve Maarif Modeli

Bir olguyu daha çok bilinen başka bir olguya benzeterek anlamak ve açıklamak analojidir. Sosyal olayları kavramakta iyi iş görür; karmaşık yapıları ve soyut ilişkileri anlaşılır kılar. Ancak bu, iki olgu arasında basit bir benzerlik değil, derin bir ilişki ve bağlantıdır; tıpkı Cumhur ittifakının yıllardır inşa ettiği İslam Cemahiriyesi ile Kısakürek’in Başyücelik Devlet Modeli arasındaki gibi…

BÜYÜK RESİM

Bir sosyal bilim yöntemi olarak analojiyi (genel dilde benzeşim, dilbilimde örnekseme, mantıkta andırışma) analojiyle örnekleyecek olursak, “Renault 12 Toros” tamlaması bağlamında “Toros” deyince, Renault’un 80’li ve 90’lı yılların koşullarına uygun geliştirdiği otomobil modeli” anlarız. Ancak bir savcının profilinde gururla sergilediği “beyaz Toros” bu farklı bağlam içinde, “NATO’nu kurduğu kontrgerilla örgütü GLADYO’nun kontrolünde çalışan ve Jandarma istihbarat yapılanması olan JİTEM’in 1991-1996 yılları arasında birçok “faili meçhul” olayda kullandığı operasyon aracı”na dönüşür.

Benzeşim şudur: Günümüzün sosyal panoraması bir yapbozu kaplayan bütünlüklü resimse, örneğin savcının masasındaki “beyaz Toros” maketi o yapbozun parçalarından biridir. Çünkü nesneler gibi sosyal olgular da birbirlerinden bağımsız öylece yan yana durmazlar; onlar da doğal nesneler gibi birbirlerinin üzerinde etkide bulunarak karşılıklı bağdaşıklık ve bağlaşıklık ilişkisi kurarlar. Biz onları tek tek ve bağsız, bağımsız ve bağlamsız yalnızlıkları içinde değil; bu ilişkileriyle anlayıp anlamlandırabiliriz.

Şimdi ülkemizde olup bitenleri anlamlandıracak analojiyi “büyük resim”le kurabiliriz: Derin bir ilişkisellik içinde devinen sosyolojik olgularını doğru analiz etmenin olmazsa olmaz stratejisi, “büyük resmi görmek”tir; tıpkı bir yapbozu tamamlamak için uyguladığımız gibi. Değilse, tek tek baktığımız, “terörsüz Türkiye süreci”, “19 Mart darbesi”, “Osmanlı millet sistemi” gibi hiçbir parça tek başına bir anlam kazanmaz. Hakeza, tekrarlayan LGS, YKS gibi merkezi sınav skandalları; 2+2 veya 3+1’lik lise kurgusu, proje okullarının yarısının uygulama okuluna dönüştürülmesi ve “okul hamisi” uygulaması… Bütün bu olgulara tek tek baktığımızda Toros’u “Renault 12 otomobil modeli” gibi görürüz. Biz böyle görelim diye de medyada, özellikle sosyal medyada bağlam, yani büyük resim ve birlikte “beyaz Toros” büyük bir gayretle karartılıyor.

Oysa sosyal bilimlerde olup bitenin doğru bir analizi için büyük resmi çok önemli. Yapbozun bütünü üzerindeki bu resmi görmeden, tek başına bir anlam taşımayan parçasını nereye koyacağımızı bilemeyerek elimizde tutar dururuz! Örneğin LGS iptal olur veya proje okullar böyle devam etsin denirse, tek parça için sorun “çözülmüş” olacağından elimizdeki bu parçaya bütünde yer aramaktan vaz geçiveririz. Bu yüzden tek tek parçalar üzerinde kalarak kıran kırana tartışmak, resmin bütününü görmemizi engelleyeceğinden yapbozun mimarları için tam da istenen bir durumdur; onları memnun ve mesut eder!

Büyük resmi görmek; olguları tarihsel bağlam içinde, toplumsal yapının bütünüyle ilişkili ve ekonomik, kültürel, politik sistemlerle bağlantılı şekilde değerlendirmektir. ABD ve Batı emperyalizminin yeniden çizmeye çalıştığı Orta Doğu büyük resminin ülkemize ait kısmını Cumhur İttifakı; kriminalize ettiği muhalefet, terörsüz Türkiye, Osmanlı millet sistemi, toplumsal dönüşümün İslami kültürel zemini için millî eğitimin yapılandırılması… parçaları ve alt parçaları bir araya getirerek tamamlıyor. Biz, LGS birincileri alt parçasını, millî eğitim parçasından veya terörsüz Türkiye sürecini Osmanlı millet sisteminden yalıtıp bağlamdan koparınca, “Toros”u hâlâ bir “otomobil modeli” sanıyoruz!

Yeni bir olguyu daha çok bilinen başka bir olguya benzeterek anlamak ve açıklamak olan analojiyle soyut kavramları somutlaştırmak, yeni bir bakış açısı geliştirmek, karmaşık görünen yapı ve ilişkileri anlaşılır kılmak olasıdır. Ancak bu, iki olgu arasında basit bir benzerlik kurmayı değil, derin bir ilişki ve bağlantı görmeyi gerektirir. Biz, şimdi bu yöntemi, Cumhur İttifakı’nın devletin merkezine yerleştirdiği din-milliyet sentezi, Cumhuriyetçi kimlik yerine inşa ettiği İslamileşmiş ulusal kimlik, eğitim ve güvenlik gibi araçlarla toplumsal kontrol, düşünsel yönlendirme ve ideolojik hegemonya hedeflerine uygulayacak; Necip Fazıl’ın Başyücelik Devlet Modeli ile Cumhuriyet karşıtlığında ortaklaştıkları, onu üstat bilenlerin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini karşılaştıracağız. Bugünün gelişmelerine bir tarihsellik de kazandıracak olan bu girişimimiz, iki sistemin maarif modelleri arasındaki benzerliklerle tamamlanacak.

BAŞYÜCELİK DEVLET MODELİ

Öncelikle, bugün hâlâ “Cumhuriyet”, “Cumhurbaşkanı”, “Meclis”, “Kuvvetler ayrılığı” “Cumhuriyet Başsavcılığı”, “Milli Eğitim” gibi sözcük ve tamlamalarla adlandırılmaya devam eden ama bunların hiçbirinin yer almadığı devlet modelinin adını doğru koyalım. Aslında bu adlandırma, 57 yıl önce, bugün ülkemizde iktidar olanların ve onlara destek verenlerin ortaklaştıkları “ideolocya”nın kuramcısı Necip Fazıl Kısakürek tarafından yapıldı: “Başyücelik Devleti!”

Şair kimliğinin yanı sıra Büyük Doğu hareketinin önderi olan, siyasal İslam ideolojisinin önde gelen isimlerinden Necip Fazıl Kısakürek, “Başyücelik Devlet Modeli”ni 1968’de Büyük Doğu Yayınları’ndan çıkan ve “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” dediği “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında “örgüleştirmişti”. Bu kitabının adında da görüldüğü gibi, Türkçeyi “kurbağa dili” diyerek aşağılayan Necip Fazıl’ın dilinde yabancı sözcüklerin kendince karşılıkları vardı: Faşizma, demokrasya, kominizma, liberalizma, akademya… Böyle yazarak yabancı sözcükleri yerlileştirdiğine inanmıştı büyük ideolog!

Başyücelik Devlet Modeli’ne dönecek olursak, Necip Fazıl, aslında bir parti olarak tasarladığı Büyük Doğu’yu dergi olarak 1943-1978 yılları arasında yayımladı ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerine tepeden tırnağa karşıt bir yönde ürettiği siyasal düşüncelerini burada yazdı, duyurdu. Başyücelik Devlet Modeli “ideolocyasını” da Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapısına alternatif bir yapı olarak “örgüleştirdi”.

Necip Fazıl Başyücelik Devlet Modeli’ni, salt parlamenter veya salt başkanlık sistemlerinden çok “yarı başkanlık” modeline yakın kurgular. Ona göre, bütün hükümet dizgesi “Başyüce” adına iş görür; ama o, parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanı gibi sembolik, başkanlık sistemindeki gibi yasama organının tamamen dışında da değildir; bu nedenle öngördüğü model gerçekten de “yarı başkanlık” sistemine daha yakındır. Cumhur İttifakının yıllardır inşa ettiği İslam Cemahiriyesi’nin kraldan çok kralcıları, Cumhurbaşkanı’na “başkan” dese de, kurucuların Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistmi’ni “yarı başkanlık” biçiminde adlandırması dikkate değerdir!

Kısakürek, “Hilâfetin mâna ve ideali”ni bünyesinde barındırdığı ve Râşid Halifeler döneminden ilham aldığı belirtilerek bu devlet modelini, İslami bir bağlama oturtur. Ayrıca ona göre “Hilâfetin mâna ve ideali Başyücelik rejiminde mündemiçtir (içkin).” diyerek modelin İslami köklerine vurgu yapar. Bu vurgu “üstad”ın Alevi düşmanlığıyla birleştirilince, günümüzdeki yansımalarında devlet yöneticilerinin İslam’ı Sünni yorumla sınırlı tutmalarının nedenini anlayabiliriz. Öte yandan Başyüce, İslam kanunlarına uymakla yükümlüdür ve emirleri de bu kanunları tamamlayıcı nitelikte kabul edilir. “Nas var nas… Sana bana ne oluyor?” çemkirmeleri; iş kazaları ve doğal afetlerdeki sorumluların olası cezalardan muafiyeti ve “fıtrat” vurgusu Başyücelik devlet modelinin somut uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor.

Amacı, İslam’ın ruhunu bir devlet yapısı içinde hayata geçirmek olan Başyücelik Devlet Modeli’nin temel ilkelerinden biri “Hâkimiyet Hakkındır.” düsturudur. Bu ilke, tüm egemenliğin kaynağının ve temel ölçülerinin İslamiyet olduğunu gösterir. Necip Fazıl bu durumu şöyle ifade eder: (Yüceler Kurultayı’nın) “reis kürsüsünün arkasında ‘Hakimiyet Hakkındır! ‘ ilkesi yazılıdır ve kanun onun kanunu, devlet onun devletidir.” Bu ilkeye yapılan vurgu, siyasi meşruiyetin halk egemenliğinden değil, ilahi hukuktan kaynaklandığı teokratik bir temeli işaret eder ve bugün “Yarı Başkan”ın “Şeriata düşmanlık, dinin kendisine husumettir!” çıkışındaki güç, buradan gelmektedir!

Necip Fazıl’a göre “demokrasya”, “kapitalizma”nın beslendiği “bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimi”dir. Bu rejim, bir entelektüelin oyu ile sıradan bir insanın oyunun eşit olmasını temel bir sorun olarak görür ve demokrasiyi Batı emperyalizminin bir aracı olarak niteler. Kapitalizmin üretim araçlarına egemenliğinden ve toplumsal sömürü mekanizmasından değil, feodalizm karşısındaki ilerlemeci yanından rahatsız olan Üstat, “Demokrasi kapitalizmin yardakçısıdır,” der ve ekler: “çünkü demokrasi özünde bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimidir, kapitalizm bu soysuzlaşmadan beslenir.” Seçimlerde “Hiçbir şey olmadıysa da bir şeyler oldu!” deyip aynı seçmenin aynı zarfa koyduğu dört oydan üçünü geçerli, birini geçersiz sayan veya “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen “demokrasi” bile Kısakürek için tam bir beladır!

Başyücelik Devlet Modeli’nin temel taşlarından biri de “aydınlar aristokrasisi”dir. Necip Fazıl’a göre devlet, “en iyiler” tarafından yönetilmelidir. Bu “en iyiler” kan bağına dayalı bir soyluluk değil, düşünsel ve ahlaki üstünlüğe sahip “aydınlar”dır. Kısakürek, Platon’un “filozof yöneticiler” idealini almış, onun yarım bıraktığını düşündüğü ideali “aydınlar aristokrasisi” biçiminde formülize ederek tamamlamış görünüyor. Yönetimin halkın temsilcileri yerine aydın bir seçkinler grubuna emanet edilmesi, bu düşünsel mirasın bir yansımasıdır. Necip Fazıl, Başyücelik Akademyası aracılığıyla şekillenecek olan bu entelektüel aristokrasisinin, üstün bilgelik ve erdemle toplumu etkili bir biçimde yönetebileceğine inanır. Nihayet bugün atanmışların seçilmişler, bakanların vekiller karşısındaki üstünlüğü, bu inancın uygulamalarına dair göstergelerden biridir.

Necip Fazıl’ın Başyücelik Devlet Modeli’nin kurumsal yapısının en tepesinde “Başyüce” olarak adlandırılan “ulu bir kişi” bulunur. Başyüce, Yüceler Kurultayı tarafından beş yıllık bir süre için seçilir ve ölümüne kadar yeniden seçilebilir. Bu figür, geniş yetkilere sahiptir, “Sultan” portresiyle tanımlanır; yürütme ve yargının başı olarak görev yapar; işler onun adına yürütülür, adalet onun adına dağıtılır. Bugün, Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanlığı Kabinesi biçiminde adlandırılması, nazırların Başyüce tarafından atanması veya görevlerinden aflarının Başyüce tarafından sağlanmasıyla işlerin onun adına yürütülmesi; yine Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yargı kararlarının devlet yöneticilerinin itirazlarına açık olması ve Yüceler Kurultayı ile Başyüce’yi bağlamaması, soruşturma ve yargılamaların yalnızca muhalif kesimlere yönelik olması… sistemin uygulamada olduğunun belirgin örnekleridir.

Başyücelik devletinin omurgasını “Başyücelik Akademyası” oluşturur. Bu “akademya”, aydınlar aristokrasisi’nin temel direğidir. Akademya’nın Fen ve Keşifler, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, İlim ve Tefekkür olmak üzere üç kolu bulunur. Bu kollarda yetişen ve eser veren aydınlar Akademya’ya dahil olur. Başyücelik Akademyası, bugün üniversite rektörlerinin atanmasında olduğu gibi, Başyüce tarafından doğrudan tayin edilen üyelerden oluşur. Necip Fazıl bu kurumu bir tür “kültür genelkurmaylığı” olarak tanımlar. Siyasi, idari veya hukuki bir yaptırım gücü olmamakla birlikte Akademya, Başyüce’nin danışma organı olarak görev yapar ve bugün önemli görülen sorunlarda kendilerine danışılan yetkisiz “âkil adamlar” ve “ulema”da tam karşılığını bulur!

Başyücelik devletinin toplumsal ve kültürel vizyonu, İslam ahlakı ve geleneğine derinlemesine bağlı bir toplum yaratma arzusunu yansıtır. Kuşkusuz bu durum, demokratik toplumlarda yaşanan bireysel özgürlükler açısından sorunludur. İslam devrimi, ahlaki düzenlemeler ve kadınların belirli rolleri üzerindeki vurgu; toplumsal ve kültürel yaşamı İslami ilkelere göre şekillendirme amacını gösterir. Necip Fazıl’ın kadınlara yönelik muhafazakâr görüşleri, onların kamusal rollerini sınırlandırması ve ev işlerine öncelik vermesi, kadınların toplumsal eşitliği açısından çağın en az yüz yıl gerisindedir. Cinsiyet rollerine dair hiyerarşik bir bakış açısını ortaya koyan “Kadın eve dönmeli” ve “devlet ile toplum tarafından denetlenmeli” biçimindeki ifadelerin bir uzantısı olan kadın cinayetleri, kız çocuklarının erken evlilikleri, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı tutumda gözlenen bugünkü kadın politikaları, çağdaş ve demokratik yaklaşımlarla çelişki, ama Başyücelik Devlet Modeli’yle uyum içindedir.

Görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dayandığı felsefe ve örgütlenme biçimiyle bütünüyle karşıtlık içinde kurgulanan Necip Fazıl Kısakürek’in Başyücelik Devlet Modeli, bugün Cumhuriyet karşıtlığının temel argümanıdır. Model, İsrail ve Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’yu yeniden biçimlendirme sürecinde oryantalist akıl hocalarının önerdiği, ulus ve vatandaşlığa değil; Türk, Kürt ve Arap milletlerinin ümmette eridiği “Osmanlı millet sistemi” anlayışına dayandığından etnikçi siyaset için de itirazdan muaftır. Değilse PKK’nin DEM üzerinden, hak hukuk adalet ve demokrasi ön şartsız “Kürt sorunu” çerçevesinde Cumhur ittifakına katılması; hatta Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin de bu çerçeve dışında kalmaktan korkarak Cumhur’un muhalif belediyelere yaptığı operasyonu, Cumhuriyet’in paldır küldür yıkılmakta olan kurucu değer ve ilkelerinin önüne alması başka türlü nasıl açıklanabilir?

BAŞYÜCELİK DEVLETİNİN MAARİF MODELİ

Öte yandan geliştirdiğimiz bu analoji iki modelin eğitim sistemleri arasındaki ilişki de bakmamızı gerektirir: “Üstad”ın Başyücelik Devlet Modeli’nde eğitim, bu “ideolocya”nın hayata geçirilmesinde çok kritik bir öneme sahiptir. Necip Fazıl’ın maarif kurgusunda, eğitimin öncelikle İslami prensipleri derinlemesine benimsetmeyi amaçladığı görülmektedir. Ona göre toplum, Cumhuriyet devrimleri nedeniyle “Avrupalılaşmak” tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, bu nedenle eğitim, büyük bir sorun haline gelmiştir. Kısakürek’in bu eğitimin İslamileştirilmesi vurgusu, bizzat ondan aktarılmış “dindar nesil” ifadesi ve bütün okulların imam hatipleştirilmesi, benzerlikten çok bir aynılık değil midir?

Başyücelik Devleti’nde maarif, Batı etkisinin neden olduğu “sapmaları” düzeltecek ve Türkiye’nin İslami, millî (ulusal değil) köklerine dönüşünü sağlayacak bir araçtır. Bu vurgu, Necip Fazıl’ın eğitim felsefesinde, kaybedilmiş bir özün yeniden kurulması amacını taşıyan tepkisel bir ögenin bulunduğuna işarettir. Çeşitli metinlerde onun “Avrupalılaşma” konusundaki endişesi ve “Doğu” (İslam) değerlerine dönme ihtiyacı dile getirilmektedir. Bu çaba, Necip Fazıl’ın eğitim yoluyla belirli bir kültürel ve dini kimliği yeniden inşa etme yönündeki arzusunu göstermekte ve bugün uygulanmakta olan Cumhuriyet eğitiminin aydınlanma değerlerini, bilimsel ve laik temellerini bir yana bırakmış Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin “aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim sahibi nesiller” yetiştirmek hedefiyle örtüşmektedir.

Sistemin fikir, ilim ve sanat alanlarında amaçsızlığın ve ahlaksızlığın ortadan kaldırılmasını hedeflediğini ileri süren Kısakürek ve takipçileri, bilim ve etiğe değil, ilim ve ahlaka yaptıkları bu ikili vurguyla, bilgi edinmekle karakter inşasını iç içe geçirirler ve Ziya Selçuk’un 9 Mizaç Modeli ile Yusuf Tekin’in Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin temel yaklaşımını oluştururlar. Öğretmenler de mülakatlarla ölçüldükleri “ilmî meziyet” ve “güçlü ahlaki karakter”ine ve mülakatçıların referanslarına göre atanırlar, tıpkı bugünkü gibi!

Başyücelik Devleti’nin eğitim sistemi, “Büyük Doğu” ideolojisiyle uyumlu, belirli manevi, fikri, ahlaki ve sosyal özelliklere sahip bir nesil yetiştirmek üzere tasarlanmıştır. Amaçlanan gençlik profilinin detaylı bir şekilde tanımlanması, Necip Fazıl’ın tasarladığı devlet modelinin hedeflediği vatandaş tipine dair net bir vizyona sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Bu vizyon, onun ideolojisine derinlemesine bağlı bireyleri kapsamakta, bu “Büyük Doğu Gençliği”nin ideal özellikleri de 1975 tarihli Gençliğe Hitabe’sinde ayrıntılı olarak betimlenmektedir (Geniş bir değerlendirme için derslerdergisi.com’daki 18 Mayıs 2025 tarihli yazımıza bakılabilir.). Nihayet bugünün eğitim hedeflerine referans olan “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik…” söylemi “üstadın” sıkı takipçilerinin işbaşında olduğunu göstermektedir.  

Başyücelik Devleti’nin 11 vekâletinden biri olan Maarif Vekâleti de diğer bakanlıklar gibi üç müsteşarlıktan oluşur. Bunlar, temel eğitimden üniversite düzeyine kadar örgün eğitimle ilgilenecek Umumî Öğretim Müsteşarlığı, gerçek sanatın Mutlak’ı (Hakk’ı) arayışın bir yolu olduğunu anlama yeteneğine sahip öğrencileri yetiştirmeye odaklanmış İlim ve Güzel Sanatlar Müsteşarlığı, aile memurları ve zorunlu aile kursları aracılığıyla devletin gözetimini öngören Halk Terbiyesi ve Evleri Müsteşarlığı’dır. 6 yaş kız çocuklarına nikah düşüren ilahiyatçılar, çocuksuz evliliği aileden saymayan “aydın aristokratları”, kadınların doğurma sayısından doğurma biçimine, hatta gençlerin evlenmeye isteklendirilmesi konusunda verilen fetvalar, sistemin yürürlükte ve Necip Fazıl’ın “Kültür genelkurmaylığı” olarak tanımladığı, eğitimde önemli rol üstlenen Başyücelik Akademyası’nın uygulamada olduğunun göstergeleridir.  

Başyücelik Devleti’nin maarif modelinin millî (ümmi) ve dinî değerlere vurgusu yabancı etkilerden arındırılmış, İslami eğitim sistemi yaratma arzusunu göstermektedir. Eğitiminin tüm yönlerine İslam ilkelerinin yapıştırılması, Necip Fazıl’ın İslam anlayışıyla uyumlu derin dindar bir toplum yaratma amacıyladır. Öte yandan onun öngördüğü sistem, köylüleri manevi ve fikri olarak yükseltmek için köy imamları ve öğretmenler arasında iş birliğini içermektedir. Bugün artık bu iş birliği, köylerden büyük kentlere kaymış ve İslami eğitim de imam hatiplerle sınırlı kalmamış “Umumi Öğretim Müsteşarlığı”na bağlı diğer bütün okul türlerine kadar genişlemiştir. Nihayet Maarif bakanını tarikat ve cemaatlerle iş birliği ısrarının, onları okullara “hami” kılma girişiminin gösterdiği tam da budur!

Necip Fazıl, kız çocuklarının birincil görevini “ev hanımlığı” olarak görür; onlar için ilk aşamadan sonra eğitim zorunlu değildir. Sadece bilim ve öğretmenlik alanlarına odaklanan tek, özel bir “kız üniversitesi” öngörür. Kız çocukları için farklı eğitim önceliklerine yapılan bu vurgu, kadınların iştigal alanlarını kapsamlı bir eğitim ve iş sahası yerine ev işleriyle önceliklendirir. Bu durum, eğitim için cinsiyetleştirilmiş bir yaklaşımı gösterir ve günümüzde Japonya’dan ede ede “Hanımlar Üniversitesi” ithal etmenin arkasındaki düşünceyi açıklar!

Necip Fazıl, İslami İhtilal’in eğitim politikası bağlamında, ergenlik öncesi ilk aşamadan sonra karma eğitimi “dehşetli bir saçmalık” olarak niteler. Karma eğitime karşı bu güçlü duruş, ahlak ve toplumsal düzen hakkındaki muhafazakâr İslami inançlardan kaynaklanan eğitim ortamlarında cinsiyet ayrımına bağlılığın vurgusudur. Bu vurgu, son “maarif vekili”mizin “kız okulları” açma düşüncesini, kız çocuklarını erkek öğrencilerle birlikte olmasınlar diye okula göndermek istemeyen velileri ikna etme gerekçesine dayandırması ve iktidar paydaşı “öğretmen sendikası”nın, bunu eğitim şûralarında raporlara dökmesi olarak biçimlenmiştir.

Görüldüğü gibi Başyücelik Devleti’nin Maarif Modeli, felsefesi, amaçları, örgütlenme yapısı ve hedeflediği gençlik profiliyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin genel amaçları “Atatürk inkılap ve ilkelerine bağlı; ailesini, vatanını, milletini seven ve yüceltmeye çalışan; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen; gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, özgür, bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip; insan haklarına saygılı, topluma karşı sorumlu; yapıcı, yaratıcı ve verimli yurttaşlar yetiştirmek…” olan sisteminin karşısında konumlanmıştır.

Karşı devrim dediğimiz tam olarak budur!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir