Protagoras diyaloğu sadece Antik Yunan’daki erdem ve eğitim tartışmalarını değil, günümüz eğitim sistemlerinin temel sorunlarını da açığa çıkarır. Diyalog eğitimin amacı, bilginin doğası, bilgiyi edinme biçimleri, erdemli olma ve değerler eğitimi, retorikçi ve ezberci eğitim gibi ana temalar üzerinden bugünün eğitimcilerine de ışık tutar.
BİR HİKÂYE
Sabahın ilk ışıkları, Atina’nın dar sokaklarını aydınlattığında rüzgârın savurduğu toz bulutçukları görünür olmuştu. Biraz sonra da güneş, agoranın irili ufaklı taşlarını ısıtmaya başladı.
Genç Hippokrates, uçuşan toz tanelerine, ayağına takılan taşlara aldırış etmeden, soluk soluğa Sokrates’in yanında bitti. Büyük bir heyecanla “Protagoras,” dedi, “Protagoras geldi!” ve sevincinin nedenini bir çırpıda anlatıverdi: “O ki, gençlere erdemli, iyi vatandaş olmayı ve ikna sanatını öğretmeyi vaat ediyor. Ben de ondan ders alabileceğim, onun öğrencisi olacağım, yaşasın! Protagoras bana ‘arete’yi öğretecek!”
Hippokrates, zengin bir ailenin oğluydu ama babasının serveti onun için bir anlam ifade etmiyordu. Onun tutkusu, Atina’nın en saygın hatibi olmaktı. Ün ve ikna gücü, mitolojik kahramanların zaferleri kadar çekici geliyordu ona. Ünlü sofist Protagoras’ın vereceği derslerle bu hayaline ulaşabileceğine inanıyordu.
Sokrates, Hippokrates’in gözlerindeki ateşi gördü. Yavaşça sade süssüz pelerininin önüne düşen parçasını omzuna koydu, hafifçe gülümsedi. “Peki,” dedi ve ekledi “bu Protagoras, sana tam olarak neyi öğretecek?” Hippokrates, “Bana… iyi olmayı öğretecek!” diye yanıtladı Sokrates’in bu kuşku dolu sorusunu. “İyi olmayı mı?” diye üsteledi Sokrates. “Bir hekim olsaydın ve Protagoras’a ‘Bana şifa dağıtmayı öğret!’ deseydin; sana ‘Sen bir hekime gitmelisin, ben sofistim!’ derdi değil mi? Öyleyse, bir sofist ‘iyi olmayı’ nasıl öğretebilir?”
Hippokrates ısrar edince, Protagoras’ı görmek ve bu konuyu onunla konuşmak için Kallias’ın, Atina’nın en zengin semtindeki gösterişli evine doğru yürüdüler; çünkü ünlü sofist oradaydı, Atina’nın önde gelen entelektüellerine hitap ediyordu. Ev, mermer sütunları, Homeros’tan dizelerin özenle yazıldığı duvarları ve parlak freskleriyle diğerlerinden hemen ayırt edilebiliyordu. Kapıda oyalanmadan çabucak içeri girdiklerinde, odaların pahalı giysiler içindeki entelektüeller, politikacılar ve meraklı gençlerle dolu olduğunu gördüler. Geniş salonun ortasında etrafı çevrili bir heykel gibi görünen Protagoras kendinden geçmiş bir halde konuşuyordu. Retoriği kusursuz, sesi müzikal, her kelimesi ölçülü ve güçlüydü.

Sokrates, usulca yaklaştı, gençlere harika bir eğitim vermekle övünen sofistin sözünü saygıda kusur etmeden kesti. “Protagoras,” dedi, “bu harika konuşmanı bölmek istemezdim, ama yanımda genç Hippokrates var ve sizden ders almak istiyor… Bağışlayın, merak ettik; derslerinizin ona ne yararı olacağını, size vereceği para karşılığında ona ne öğreteceğinizi bilmek istiyoruz.”
Protagoras gülümsedi. Bu, yeteneğini sergilemek için mükemmel bir fırsattı. Yüksek bir özgüvenle, “Genç dostum,” diye başladı, “evine daha iyi bir insan olarak döneceksin; benden öğreneceğin şey, günlük işlerinde nasıl daha iyi olacağın, ailenin ve sitenin işlerini nasıl en iyi şekilde yöneteceğindir. Sana iyi yurttaş olma sanatını öğreteceğim… Bu, bana ödeyeceğin ücrete değmez mi?”
Sokrates araya girdi, adım adım ilerledi. “Erdemli olmayı öğreteceksiniz yani… Öyle mi? Erdemin öğretilebilir bir şey olduğuna inanıyorsunuz o halde…” “Elbette!” diye atıldı Protagoras kararlılıkla. Ben insanlara kendi doğrularını nasıl daha etkili savunacaklarını, tezlerini nasıl kabul ettireceklerini, argümanlarında başkalarını nasıl ikna edebileceklerini öğretirim.”
Bu iddialı sözler Sokrates’in aklına yatmamış olmalı ki, “O halde şu erdem üzerine biraz konuşalım Protagoras.” dedi, “İzin verirsen birkaç soru sorabilir miyim… Erdem Protagoras, bir bütün müdür, yoksa parçalardan mı oluşur?” Protagoras, kendinden emin yanıtladı: “Erdem, adalet, bilgelik, cesaret, ılımlılık gibi parçalardan oluşur.” Sokrates bir adım daha attı: “Bu parçalar,” dedi, “mesela altın kütlesini oluşturan parçaları gibi birbiriyle aynı mı; yoksa yüzümüzün parçaları olan göz, kulak, burun, ağız gibi birbirinden farklı mıdır?” Protagoras, önce farklı olduklarını söyledi, sonra Sokrates’in sıkıştırmasıyla “benzer” olduklarını kabul etmek zorunda kaldı. Protagoras’ın sesindeki kendinden emin ton, yerini hafif bir tedirginliğe bırakmıştı.
Sokrates en güçlü argümanını ileri sürdü. “Cesaret bir erdemdir değil mi?” dedi ve devam etti: “Cesur insanlar, tehlikenin üstesinden gelmenin getireceği onur ve zaferin, tehlikenin kendisinden daha büyük olduğunu doğru hesaplayan insanlardır. Korkaklar ise aynı hesaplamayı yanlış yapan cahillerdir. Kimse bile bile kötüyü seçmez. Seçiyorsa, bu onun bilgisizliğindendir.”
Protagoras, cahillerin cesur, bilge insanların da korkak olabileceğini, dolayısıyla cesaretin diğer erdemlerden farklı olduğunu iddia etmişti. Sokrates ise, cesaretin bir tür bilgelik olduğunu ve diğer erdem türlerinin de bilgide buluşan ortaklıkları bulunduğunu savunuyordu. Protagoras’ın yüzü gölgelendi, itiraz etmek istedi ama Sokrates’in mantığı o kadar sağlamdı ki, sadece suratını ekşitebildi. Tam o sırada, genç ve gururlu Alkibiades, gülümseyerek adeta Sokrates’in zaferini ilan etti. Alaycı bir tavırla, “Protagoras hakikati söylemekte zorlanıyor!” diye seslendi.
Sokrates tevazuyu elden bırakmadı. Amacının hakikati birlikte aramak olduğunu söyledi; çünkü kendisinde gerçekliği elde etmeye değil, tartışmaları kazanmaya odaklanan retorikçi sofistlerin motivasyonu yoktu; sadece hakikate ulaşmak, bilgiyi ortaya çıkarmak istiyordu.
Protagoras’tan yana tartışmanın ritmi bozulmuştu, attığı ok hedefini vurmamış; Sokrates’se yayını germiş ama oku bırakmamıştı! Genç Hippokrates’le Atina’nın aydınlık sokaklarına geri döndüler. Delikankının kafası karışmıştı, artık Protagoras’tan ders almak istediğinden o kadar emin değildi. Sokrates, ona dönerek şöyle dedi: “Gördün mü genç dostum? Gerçek bilgelik, parayla satın alınabilecek bir mal değildir. Sorgulayarak, diyalogla yapılan zahmetli bir arayıştır. Erdem de öyle… Erdemi öğreten, onu satan değil, onunla yaşayandır. Öğretmen, elma satmaz dostum, elma ağacı dikmeyi öğretir. İşte ‘arete’ budur.”
Sustular… Agoraya doğru yürümeye koyuldular. Demokrasinin kalbi olan bu meydanda, vatandaşlar tartışıyor, fikir alışverişinde bulunuyorlar; kimileri esnafla pazarlık ediyordu… Meydan oldukça gürültülüydü. Sokrates, sesini biraz daha yükselterek konuştu: “Unutma… Bu kent, retoriğin gücüyle değil, daima sorgulayan, kendi aklını kullanan özgür yurttaşların erdemiyle ayakta duruyor. İşte öğrenmemiz gereken en büyük ders budur.”
O gün Protagoras’a para ödemeden evine dönen Hippokrates’in zihninde, Sokrates’in sözleri, bir tohum gibi filizlenmeye başlamış; Atina’nın tozlu sokakları, sıcak güneşin altında bir kere daha bilgeliğin sessiz zaferine tanıklık etmişti.
İKİ DİYALOG
Walter Benjamin’in “Hikâye anlatma sanatı, tam da bilgelik, yani hakikatin destansı boyutu öldüğü için ortadan kalkıyor.” (Son Bakışta Aşk, Metis Yay. 2012) sözüne atıfla, 2500 yıl önce, Atina’nın demokrasi ve felsefe ile parladığı bir dönemde bilginin peşinde koşan bir bilgeyle bilgiyi satan sofist bir tüccarın diyaloğunu hikâye formuna soktuk. Bundan bir meramımız da toplum yaşamının her alanına yansıyan bu iki çizgi mücadelesini görünür kılmak ve günümüzün eğitimci sofistlerinin retorikçi miraslarını açığa çıkarmak.

Protagoras Diyaloğu, bütün bir felsefe tarihini, eklenmelerle ve kopuşlarla adeta peşinde sürüklemiş filozof Platon’a ait. Sokrates onun hocası; doğa felsefesinden sonra insan felsefesinin miladı. Tek kelime yazmamış, hep konuşmuş, sorgulayıcı bir filozof. Bilgiye, gerçeğe ve hakikate diyalog yoluyla geliştirdiği “doğurtma” yöntemiyle ulaşmaya çalışan bir bilge…
Protagoras’a gelince… O, dönemin ünlü retorikçisi ve sofisti. Felsefesi, bugün hâlâ “görecilik” (rölativizm) biçiminde yankılanan “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” önermesiyle özetlenebilir. Büyük anlatılara, evrensel gerçekliklere, bilimsel kesinliklere ve hiyerarşilere baş kaldıran postmodernizme esin kaynağı olmuş Protagoras’a göre mutlak doğru yoktur; doğru ve yanlış, onu deneyimleyen insana bağlıdır. Rüzgâr üşüyen için soğuk, üşümeyen için değildir. Argümanlarını, ikna sanatı olan retoriğin gücüyle savunur ve çevresindekilere kabul ettirirdi. Daha önemlisi bu “sanatı”, siyaset ve yönetim işlerinde yükselmek isteyen zengin Atinalılara satar, bundan servet elde ederdi.
Tabii bu durum, Sokrates için oldukça tehlikeliydi. Ona göre felsefenin amacı, mutlak gerçeği aramaktı. Nihayet öğrencisi Platon’un geliştirdiği “idealar kuramı”na göre, algıladığımız dünya bir gölgeler dünyasıydı; asıl gerçeklik, gölgelerin ötesinde, onların kaynağı olan idealardı. Bu masa, şu ağaç, o kedi birer gölge; masalık, ağaçlık, kedilik birer ideaydı. Bilgi, idealara akıl yoluyla ulaşmakla olanaklıydı; dolayısıyla bilgi, öznel değil, evrensel ve nesneldi.
Bilgiyi öznel olarak niteleyen Protagoras ile nesnel kabul eden Sokrates’in argümanları, sadece bilginin doğası üzerinde değil, erdem ve erdemli yaşam üzerinde de karşı karşıya geldi. Protagoras, sofistlerin sosyal ve ahlak öğretilerini araçsallaştırarak, erdemin de bilgi gibi dersler aracılığıyla öğretilebileceğini ileri sürüyordu. Ona göre kişi, kendi algısı içinde dünyayı yorumlayabilir, kendi değerlerini oluşturabilirdi. Ancak bu, toplumsal düzen ve evrensel normlar açısından oldukça sorunlu bir yaklaşımdı…
Platon, işte tam bu noktada sahne aldı ve öznelciliğe karşı duruşunu, biri Protagoras ve diğeri Theaetetus adlı iki önemli diyalogda ortaya koydu. Birincisinde; retorikçi sofistlerle karşı karşıya geldi ve erdemi, doğru olanı yapabilecek bilgiye sahip olmak biçiminde tanımladı. Bilginin nesnelliği ve evrenselliği konusunda, bilimi eğip bükerek değersizleştiren günümüzün postmodern sofistlerini geçersiz kılacak kadar dik durdu.
Epistomolojinin (bilgi kuramı) en eski ve önemli metinlerinden olan ikinci diyalogda ise değişebilen duyulara indirgenemeyecek, nesnel ve sağlam bir şey olan bilginin tanımını aradı. Protagoras öznelciliğinin çıkmazlarını gösterdi. Çıkmaz şuydu: Görecilik felsefesi doğruysa, yani bilgi tümüyle öznelse ve bir başkası da bu tezin yanlış olduğunu düşünüyorsa, onun bu düşündüğü de doğru olurdu. Eğer her şey göreceliyse, doktorun veya mühendisin uzmanlığı ne işe yarardı?
Sokrates’e göre bilgi, her şeyden önce doğru yargıya dayanmalıydı ama bu da yetmezdi, çünkü doğru tesadüfî de olabilirdi. Bu nedenle doğru yargının yanına bir de logos (açıklama, gerekçe, hesap verme) gerekliydi; yani bilgi, ‘gerekçelendirilmiş doğru bir yargı’ olmalıydı. Gerçi her gerekçe de bilgi gerektirir ve bu böyle sürerek bir döngüye yol açabilirdi… Diyalog, kesin bir bilgi tanımına ulaşamasa da zaten asıl amacı okuyucuyu düşünmeye, bilginin doğasını sorgulamaya yönlendirmekti.
Platon’un argümanları, Protagoras’ın çelişkilerini açıkça ortaya koysa da onun “Erdem bilgidir, kimse bilerek erdemsizliğe sapmaz.” tezi, bu düşüncesinin yumuşak karnıdır. Ne var ki günümüz dünyası bağlamında, Platon’un yumuşak karnından çok Protagoras’ın göreceliği sorun yaratmaktadır. Öyle ya toplumlar belli bir uzlaşı içinde yaşayarak o büyük insanlığın uyum dünyasına daha yakın olurlar. Herkesin “Benim doğrum bu!” diye tutturduğu bir dünyanın diğer adı cehennem değil midir?
VE İKİ EĞİTİM
Platon’un Protagoras diyaloğu sadece Antik Yunan’daki erdem ve eğitim tartışmalarını değil, günümüz eğitim sistemlerinin temel sorunlarını da açığa çıkarır. Diyaloğun ana temaları olan erdem, bilgi ve eğitimin amacı, modern eğitim sistemlerindeki ayrışmalar ve tartışmalarla örtüşmektedir. İkili, ilk olarak bilginin doğası konusunda ayrışır: Protagoras’ın bilginin öznelliği savunusu, günümüz eğitim programlarına, postmodernizmden de güç alarak, bilginin değersizleştirilmesi biçiminde taşınır. Evrim kuramı gibi bilimsel içeriklerin çıkarılıp müfredatın dinsel içeriklerle doldurulması, tarikat ve cemaatlerin eğitim politikalarına ortak edilmesi, bunun ülkemizdeki yansımalarının örnekleridir. Sokrates bunun karşısına bilginin evrensel ve nesnel olduğu biçiminde ‘laik’ vurguyla çıkar.

İki çizgi, ikinci olarak bilginin edinilme biçiminde ayrışır; eğitimin bir mal gibi paketlenip satılabileceği ve satın alınabileceğine odaklanan Protagoras’ın geleneği günümüze “paralı eğitim ve özel okulculuk” olarak yansır. Bunun ülkemizdeki göstergeleri, devletin eğitime yaptığı yatırımların daraltılması, öğrenci başına harcanan bütçenin kısıtlanması, ailelerin eğitim harcamalarının ve yıldan yıla özel okulların öğrenci sayılarının artması, sınavlara hazırlık sektörünün büyümesidir. Sokrates bilginin alınıp satılan bir meta olarak edinilmesine karşı çıkarak eğitimin kamusallığına işaret eder.
Üçüncü olarak iki çizgi, eğitimin amacı konusunda karşı karşıya gelirler: Protagoras, bireyleri toplumsal uyuma hazırlayacak ve başarılı kılacak pratik bilgilere yönelir. Eğitimi akademik başarı ve sadece bir meslek edinme aracı gören bu yaklaşım, bir yandan meslekî eğitimi sanayicilere teslim etme amacıyla lise eğitimini kısaltan günümüz eğitim yöneticilerine; bir yandan da bilim, teknoloji, mühendislik, matematik alanlarındaki bilgi ve becerilere odaklanan STEM’ci pedagoglara tarihsel bir arka plan sunar.
Sokrates, bunun karşısına karakter gelişimi ve erdem vurgusuyla dikilir. Ona göre amaç, doğru bilgiye ve erdeme ulaşmak, yani insanın kendisini geliştirmesi ve hakikate yönelmesidir. Eğitim sadece bireysel bir kariyer aracı değil, demokratik yurttaşlık, kişisel ve sosyal gelişim ile ortak değerler üretmenin de aracıdır. Bu, çağdaş eğitim felsefesinde John Dewey’in Demokrasi ve Eğitim adlı eserinde açıkça görülen bir temadır. “Bireyselleştirilmiş öğrenme” ile “ortak müfredat/yurttaşlık eğitimi” arasındaki gerilim, günümüzde de sürmektedir.
Dördüncü olarak Protagoras, var olan toplumsal ilişkilerin korunması, yeniden ve yeniden üretilerek sürekliliğinin sağlanması için sitenin ve kendi işlerinin yönetiminde yetkinlik kazanmak isteyen gençlere retorik ve hitabet yoluyla mevcut erdemlerin öğretilebileceğini savunur. Bu yaklaşım, ülkemizin eğitim politikalarında sıkça vurgulanan ve din eğitiminden farklı görülmeyen değerler eğitimi biçiminde kendini gösterir. Bu durum, eğitimde “bilişsel gelişim ile etik gelişim” arasındaki ilişkiyi gündeme taşır. Örneğin yapay zekâ, genetik mühendislik, iklim krizi gibi konularda bilgi sahibi olmak yetmez; bu bilginin nasıl kullanılacağına dair etik kararlar da gereklidir.
Sokrates ise erdemin aslında bilgiyle özdeş olduğunu; kötülüğün de bilgisizlikten kaynaklandığını söyleyip bilgiyi yücelterek sosyal sorumluluk, iş birliği, etik farkındalık ve eleştirel düşünme gibi “21. yüzyıl becerileri” biçiminde adlandırılan eğilimlere tarihsel bir kapı aralar. Günümüz eğitim sistemlerinde ulusal ve uluslararası merkezi ölçmeler, bilginin içselleştirilmesini değil, aktarılmasını öncelerken; etik, vatandaşlık ve demokratik bilinç gibi alanlarda eksiklikler sık sık yolumuzu keser.
Beşinci olarak Protagoras, eğitim ve öğretimde hitabet yoluyla ve retorikçi ikna yöntemiyle öğretmeyi tercih ederek otoriter bir öğretmen figürü çizer. Bu figür, günümüzün “bankacı eğitim” yaklaşımında öğretmen merkezli ve ezberci eğitim dediğimiz sistemle örtüşür. Sistem, ülkemizin sınav odaklı eğitiminde öğretmenlere Türkçeyi “fıstkçı şahap”, kimyayı “Hasan 2 salak Osman 4”, edebiyatı “Hey of, omo” ile hafızlatmak biçiminde yansır.
Sokrates, bunun karşısına soru-cevap, çelişki ortaya koyma biçiminde ilerleyen doğurtma yöntemiyle, yaratıcılığı destekleyen “öğrenci merkezli” bir eğitim öğretim anlayışıyla çıkar. Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nde vurguladığı “diyalog ve eleştirel bilinçlenme” ile Finlandiya gibi ülkelerde sorgulamaya dayalı öğrenme de bu yaklaşıma yakındır…
Platon’un Protagoras ve Theaetetus diyaloğu sadece Antik Yunan’daki erdem ve eğitim tartışmalarını anımsatmakla kalmıyor, günümüzde bilginin doğası ve eğitim felsefesi konularındaki tartışmalara zemin oluşturuyor.
Antik Yunan demokrasisinde Protagoras’ın bir Sokrates’i vardı; çağdaş Türk demokrasisinde Yusuf Tekin’inki hani?