Kendini tüketişinin 30. yılında Charles Bukowski’yi anarken düşünmeden edemedim: Eğreti de olsa muhalif bir duruşu olan yazar, mücadelesini, “Hangi kişisel güzellik, toplum güzelleşmeden kalıcı olmuştur ki?” sorusunu haklı çıkaracak tarzda sürdürdü. Oysa Edip Cansever yanılmış olamazdı: “Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir…”
GROTESK EDEBİYAT, PİKARESK ROMAN
Sözü, MÖ yaklaşık 18. yüzyıldan günümüze ulaşan ilk edebiyat ürünü Gılgamış Destanı’na kadar götürmeden, yazımızın konusu olan, Amerikan çağdaş edebiyatının nevi şahsına münhasır yazarlarından Charles Bukowski’nin öykü, roman ve şiirlerine yansıyan havanın beli belirsiz de olsa kokusunu ilk kez aldığımız 16. yüzyılda İspanya’da yazılmaya başlanan pikaresk romanla başlayabiliriz.
Pikaresk terimi, İspanyol dilinde “maceracı, serseri ve vasıfsız” anlamına gelen “pikaro” sözcüğünden geliyor. İspanyol edebiyatında bu tür, pastoral edebiyata ve şövalye romanlarına bir tepki olarak ortaya çıkıyor. Pikaresk romanlar; groteskin absürt, tuhaf, rahatsız edici biçemiyle toplumun alt tabakalarına mensup başıboş, gezgin, düzenbaz ama kurnaz ve becerikli karakterlerin macera dolu hayat hikâyelerine odaklanıyor. Pikaresk romanın en bilinen örneği, türünün öncülerinden biri kabul edilen Lazarillo de Tormes’tir. 16. yüzyıl İspanyol yazar Tomas de Carrion de las Casas tarafından yazılan roman, başıboş bir genç olan Lazarillo’nun hayat hikayesini anlatır ve onun farklı efendileriyle yaşadığı maceraları ele alır. Daha yakın örnek olarak da Günter Grass’ın “Köpek Yılı” (Hundejahre) adlı romanı verilebilir. Bu modern pikaresk roman, 20. yüzyıl Almanya’sında bir köpeğin gözünden toplumun değişen yüzünü ele alır.
İnsan doğasının tuhaflıklarını açığa çıkarırken toplumsal eleştiriyi de ıskalamayan grotesk edebiyat, karakterleri ve olayları basitleştirip karikatürize ederek mizahı güçlendirir ve dramatik etkiyi artırır. Franz Kafka’nın “Dönüşüm” ve “Şato”sunda insana ve yaşadıklarına ait gerçeğin çarpıtılarak tuhaflaştırılması; Gogol’ün “Burun” öyküsünün Berber İvan Yakovleviç’i, İrlandalı yazar Samuel Beckett’in absürt tiyatrosu Godot’u Beklerken’in Estragon, Vladimir, Lucky, Pozzo karakterleri, grotesk estetiğin felsefi zemine oturtulmuş, edebiyat alanındaki unutulmaz örnekleridir.
KAPİTALİST MODERNİZMİN VAATLERİ
Pikaresk romanın, toplumun sosyoekonomik alt kesimlerinden gelen ana karakteri, modernist dönemde toplumsal normlara uymayan, onlarla sert çatışmalar yaşayan, egemen yaşam tarzının dışına düşmüş, yalnızlaşmış bir antikahramana dönüşür. Tarihsel arka planında Rönesanas, Reform, Fransız Devrimi gibi aydınlanma hareketleriyle sosyoekonomik zemininde Sanayi Devrimi’nin dinamikleri bulunan modernizm, akılcılık ve ilerlemecilik temelinde formülize edilir. Bu haliyle modernizm, kapitalist üretim ilişkilerinin önünü açar ve toplumsal kurumlardan günlük yaşama, duyuştan estetiğe, bireye ve topluma ait her alanı yeniden inşa eder. Kapitalist sistemin etki alanı içinde kurulan kültür/sanat endüstrisi, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeleri yedeğine alarak bireyi ve onun sosyal yaşamını da biçimlendirir.
Bireyin temel hak ve özgürlüklerine yönelik vaatlerle yola çıkan kapitalist modernite, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı, sırsıyla 1. Dünya Savaşı, 1929 Ekonomik Krizi, 2. Dünya Savaşı’yla köklü kırılmalar yaşar ve vaatleri suya düşer; başlangıçta dayandığı akılcılık ve ilerlemecilik ilkeleri onmaz yaralar alır. Bu nedenle yüzyılın ikinci yarısı, günümüzde bilime kadar uzanan, postmodernizm adlı bir kültür krizine sahne olur. Toplumsal değerlere karşılık gelen ve bir yaşam tarzı biçiminde görünür olan kültür de bireysel duyuş ve düşünüşün bir ifadesi olan sanat da ana eksenini önemli ölçüde kaybeder.
BEAT KUŞAĞI VE ALT KÜLTÜRÜN TEPKİSİ
1929’da Amerika merkezli ekonomik kriz, demiryolu inşaatlarının da sonunu getirmiş; işsiz kalan demiryolu işçileri, geçimlerini sağlayacakları bir iş bulmak amacıyla, Jack London’un romanlarına yansıdığı gibi, kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı dolaşmaya başlamışlardı. Çiftliklerde karın tokluğuna çalışabilecekleri, geçici, mevsimlik işler bulmak umudundaydılar. Onların bu gezgin ve türlü maceralara açık yaşam biçimleri, on yıl kadar sonra New York Columbia Üniversitesi Edebiyat Topluluğu’ndaki bir grup öğrenciye esin kaynağı oldu ve öğrenciler, işsiz demiryolu işçileri gibi otostop yaparak Amerika’yı dolaşmaya başladılar. Onlardan giderek geleneksel yaşam biçimine ve yerleşik ilişkilere muhalif, sanatın daha çok edebiyat alanıyla ilgili bir gençler topluluğu oluştu. Bunlara daha sonra Beat Kuşağı dendi ve Jack Kerouac’ın Yolda adlı romanı ve Allen Ginsberg’in Carl Soloman’a ithaf ettiği Uluma (Howl) başlıklı şiiri dönemin en tanınan edebî ürünleri oldu:
“Gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini, / zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken, / gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile cennetle bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler, / yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken cazı seyredenler…” diyordu Ginsberg ve tabii modernist vaatlerin sınıfı için bir dehşetti bu; derhal mahkemelerde dava konusu oldular.
1960’larda Beat’ın muhalif tavrını müzik alanında The Beatles, Pink Floyd, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Doors gibi gruplar sahiplendiler. Öte yandan aidiyet ve mülkiyete zerre değer vermeyen Hippiler de bu kuşağın etkisindeydiler. Özetle kapitalist modernizm, özenle inşa etmekte olduğu ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın kontrolünü sağlamakta, kendi sınıfına ait gençlerin yıkıcı kültürel “muhalefeti” nedeniyle güçlük çekiyordu. İlk olarak Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi düşünür ve yazarların işlediği ve felsefi açıdan varoluşçuluğa dayanan “yabancılaşma” ve “özgürleşme”, Beat Kuşağı’nda engel tanımayan bir yaşamın yüceltilmiş coşkusuyla buluşuyor; 1960’ların sonlarına doğru Batı dünyasının sınırlarına sığmaz oluyordu. Ne var ki bir süre sonra her örgütsüz muhalefetin kaçınılmaz olarak toslayacağı, kapitalizmin ördüğü kültür duvarlarına çarparak sönümlenecekti!
GEÇ BEATNIK BUKOWSKI
Beat gençleri gibi karşı kültürün edebiyat alanında önemli bir fenomeni olan Charles Bukowski, bu kuşağa olan ilginin, yine ama umutsuzca canlanma belirtileri gösterdiği bir dönemde, 1994 yılında öldü. Kuşkusuz Bukowski’nin “yok sayıcı” eylem biçimi ve alkol şişeleriyle çevrili mekânlardaki yaşam tarzı, onu daha çok, kökleri 1970’li yıllara giden ve Amerika Birleşik Devletleri ile Birleşik Krallık’a dayanan, “muhalif” punk alt kültürü estetiğiyle benzeştiriyordu.
Charles Bukowski, 16 Ağustos 1920’de Almanya’nın Andernach şehrinde doğmuş, ailesi 1923’te Amerika’ya göç etmiş ve Los Angeles’e yerleşmişti. Şiddet ve çatışmanın eksik olmadığı bir ailede çocukluk ve gençlik dönemi oldukça zorlu geçti. Şiir ve yazıya ilgisi bu dönemde başladı. Lise eğitimini tamamladıktan sonra farklı işlerde çalıştı, en uzun süren işi posta dağıtıcılığı oldu. Bu deneyimlerinin yansıdığı ilk şiirleri ve hikâyeleri 1940’ların sonlarında yayımlandı, ancak geniş çapta tanınan bir yazar olması uzun yıllar aldı.
Sert ve bazen açık cinsellik içeren üslubuyla tanınan Charles Bukowski’nin roman ve öyküleri, çoğu kez grotesk edebiyat ve pikaresk romanla benzerlikler kurar. Yapıtlarının dayandığı olaylar otobiyografik ögelerle doludur. Yaşadığı duygusal ve toplumsal sorunları bütün açıklığıyla ifade etmekten kaçınmaz. Alkolün ve yoksulluğun etkilerini ele aldığı roman ve öykülerinde karakterlerinin çoğu, düşük gelirli işlerde çalışan ve alkolle başa çıkmakta başarısız olan kişilerdir. Bukowski, yaşam deneyimlerine dayandırdığı yapıtlarında, toplumsal yozlaşma ve çürümüşlük temsilleriyle yerleşik normları, ahlaki değerleri sorgular. Yapıtlarında kadeh ve kadınla çevrelenmiş bir yaşamın edebiyat yoluyla yeniden kurulurken, “Beatnik”lerin hiç değilse grup halindeki muhalifliği, tümüyle bireysel bir kaçışa dönüşür.
OYOBİYOGRAFİK ANTİKAHRAMAN HENRI CHINASKI
20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, toplumsal gerçekçi akımdan bozularak türemiş olan, özellikle Amerikalı edebiyatçılar tarafından benimsenmiş Raymond Carver ve Denis Johnson’la birlikte temsilcisi olduğu “kirli gerçekçilik”in önemli yazarı sayılan Charles Bukowski, eserlerinde sıradan insanların yaşam deneyimlerini, toplumsal sorunları, çatışmaları ele alarak daha gerçekçi ve çoğu zaman “kirli” veya “çirkin” olarak nitelendirilebilecek detaylara bolca yer verir. Edebiyatın geleneksel güzellik anlayışına meydan okuyan, sert, çarpıcı ve yaşamın karmaşıklıklarını yansıtan bir yaklaşımı benimsediği romanlarında kendi yaşam deneyimlerinden alıp kullanacağı malzeme çoktur.
Kurgularında toplum değerleriyle çatışan diğer karakterler gibi, kendi kişiliğini kurguladığı ana karakter Henry Chinaski de karmaşık ruh halleri ve toplum dışına düşmüş aykırı yaşamıyla betimlenen bir antikahramandır. 1971’de yayımlanan Post Office’de posta dağıtıcısı Henry Chinaski, alkol, toplum ve bireylerle kurduğu ilişki sorunlarıyla mücadele eder. 1975 tarihli Factotum’da aynı karakterin yaşamından başka bir dönem öne çıkar ve hiçbir işte dikiş tutturamayan Chinaski, bir yandan da yazarlığı temelinde kendi iç çatışmalarıyla yüzleşir. 1978’de yayımlanan Women adlı romanı, kadınlarla olan deneyimlerine ve cinselliğe odaklanır. 1982’de yazdığı Ham on Rye, yazarın gençlik yıllarını ve ailesinin zorluklarını ele alan otobiyografik bir romandır. Hollywood’daki deneyimlerine dayanan romanı Hollywood’dan sonra bir özel dedektifin hikayesini anlattığı Pulp, Bukowski’nin son romanıdır. Kısa hikâyelerini içeren Barfly, Tales of Ordinary Madness, South of No North ve şiirlerinden oluşan Love Is a Dog From Hell ile The Last Night of the Earth Poems’ten başka bir de makale ve denemelerinin toplamı olan Notes of a Dirty Old Man adlı kitabı yayımlanmıştır. Charles Bukowski, 9 Mart 1994’te Kaliforniya’da karaciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirir.
“BARFLY” BUKOWSKI
Kendini kendi romanlarının bir antikahramanı olarak, genellikle karmaşık bir ruh hali içinde, ahlaki çelişkilerle dolu, kusurlu ve toplumun değerlerini hiçe sayan bir birey olarak betimleyen Charles Bukowski, sinemaya, özgün senaryosunu yazdığı ve Barbet Schroeder’in yönettiği 1987 yapımı Bar Kelebeği ile girdi. Filmin özgün adı “Barfly”, bar kuşu, bar sineği mecazıyla barlardan çıkmayan kimseleri tanımlar. Film, Bukowski’nin otobiyografik kurgu karakteri, alkolik yazar Henry Chinaski (Mickey Rourke) ve kendisi gibi toplum dışına düşmüş, alkolik bir kadın olan Wanda Wilcox (Faye Dunaway) ile gerilimli ilişkileri temelinde, neredeyse barla sınırlı bir mekânda geçen, sefil, sosyofobik ve dipsomanik yaşantılarını betimler. Wanda üzerinden tetiklenen rekabetleri, Chinaski ile barmenin (Frank Stallone) rutin bir hale dönüşmüş düellolarıyla ilerleyen Bar Kelebeği, karakterlerin, her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan, artık başka bir hayat kurma çabalarına odaklanır. Onların bu sefil rutinini, Chinaski’nin yazarlık yeteneğini keşfeden yayıncının kitabını yayımlama teklifi, bir kereliğine de olsa keser ve Chinaski’yi zenginlik ile “özgür”ce yaşadığı yoksulluk arasında bir seçim yapmaya zorlar.
Cannes’te Altın Palmiye Ödülü’ne ve Faye Dunaway’ın Sinema Dalında En İyi Aktris Altın Küre Ödülü’ne aday gösterildiği Bar Kelebeği’nin çekim öyküsü, yazarın 1989’da yayımlanan Hollywood adlı otobiyografik romanının konusu olmuş; filmde Bukowski’nin eserlerinde alter egosu olan kurgu karakter Henry Chinaski’yi başarıyla temsil eden Mickey Rourke’nin fotoğrafı, Bukowski öldüğünde The New York Post’ta çıkan ölüm ilanında onunkinin yerine basılmıştı!
SIRADAN BİR DELİ CHARLES SERKING
1981 yılında Sergio Amidei, Marco Ferreri, Anthony Foutz yazarın kısa öykülerinden altısını bir olay örgüsü bütünlüğünde bir araya getirdikleri Sıradan Delilik Öyküleri’nin senaryosunu İtalyan yönetmen Marco Ferreri filme aldı. Bukovski’nin beyaz perdedeki adı bu kez (Chinaski’nin yasal haklarını Postane romanı yayımlandığında yönetmen Taylor Hackford aldığından) Charles Serking’di ve Ben Gazzara’nın oynadığı bu Bukowski de kendini alkol ve kadın hedonizminde buluyor, toplum normlarına uymayan karakterini, aralarında fırtınalı bir ilişki de olsa, kendisi gibi hazcı bir fahişe olan Cass’la (Ornella Muti) pekiştiriyordu.
Film, Serking’in elinde içki şişesiyle kalabalık bir topluluğa okuduğu, Bukowski’nin sanat anlayışını açıklayan, “stil” konulu şu şiirsel metni sunuşuyla açılıyor:
“Stil her şeye verilebilecek bir cevaptır. / Stil ruhsuz ve tehlikeli şeylere yeni bir yaklaşımdır. / Tehlikeli bir şeyi stilden yoksun yapmaktansa, ruhsuz bir şeyi stille yapmayı tercih ederim. / Tehlikeli bir şeyi stille yapmak, işte ben ona sanat diyorum. / Boğa güreşi bir sanat olabilir. / Boks bir sanat olabilir. / Aşk bir sanat olabilir. / Sardalya balığı konservesi açmak bir sanat olabilir.
Çok az insan stil sahibidir. / Çok az insan stili koruyabilir. / Köpekler gördüm birçok adamdan daha çok stil sahibiydiler. / Bununla birlikte çok az köpek stil sahibidir. / Kedilerde bolca stil vardır. / Hemingway beynini bir av tüfeğiyle duvara yapıştırdı. / İşte bu stildi.
Bazen de insanlar size stil verir. / Jan Dark’ın stili vardı. / Yahya Peygamber, İsa, Sokrates, Sezar, Garcia Lorca’nın… / Hapiste stil sahibi adamlarla tanıştım. / Hapiste, dışarıdakinden daha fazla stil sahibi adamlarla tanıştım.
Stil bir farktır. / Yapmanın, yapılmamış olmanın yöntemidir stil…”
Charles Sarking, birlikte olmaktan mutlu olduğu Cass’tan, yine büyük bir yayınevinin önerdiği yüklü bir telifin çekiciliğine kapılır; hatasını anlayıp geri döndüğünde Cass’ın intihar ettiğini öğrenir. Yıkılmış bir haldeyken Cass’lı anılarını canlandırmak için deniz kenarındaki misafirhaneye gider. Burada cinsellikle şiiri birleştirdiği sekans, Bukowski’nin hedonizminin güçlü bir örneğidir ve filmde yaratılan şiirsel dilde, kuşkusuz yönetmen Ferreri’nin şair kişiliğinin etkisi vardır:
“Ve güneş merhamet buyurur / Ama fazla yükseğe taşınmış bir meşale misali / Boydan boya kırbaçlar görüntüsünü jetler/ Kurbağa gibi zıplar füzeler / Her nedense değersizdir artık barış / Küçük bir göldeki nilüfer yaprağı gibi
Sürüklenir delilik hissiz daireler çizerek. / Resim yapar ressamlar / Kırmızı, yeşil ve sarılara batırıp fırçalarını / Şairler uyaklara döker yalnızlıklarını / Müzisyenler her zamanki gibi açtır. / Ve romancılar kaçırır meselenin özünü / Ama pelikan kaçırmaz, martı kaçırmaz / Pelikanlar dalıp dalıp yükselir / Şok geçiren yarı ölü radyoaktif balıklarını gagalarında sallayarak
Kırmızı ve turunca çalmaya devam eder gökyüzü. / Her daim açtıkları gibi açar çiçekler / Üstlerinde füze yakıtlarının ve zehirli mantarların ince tozu var. / Bir milyon odada aşıklar yatar kenetlenmiş, yitik ve barış gibi hastalıklı / Uyanamaz mıyız sevgili dostlar, uykumuzda mı ölmeliyiz sonsuza dek?
Bu kez cinsellikten uzaklaşmaya çalışan ve toplumsal eleştiriyi öne çıkaran bir Bukowski betimleyen film, Avrupa’da başarılı bulunurken Amerika’da tepkisizlikle karşılanır; ama İtalyan Sinema Akademisi tarafından verilen David di Donatello’dan Marco Ferreri En İyi Yönetmen, Sergio Amidei, Anthony Foutz ve Marco Ferreri En İyi Senaryo, Tonino Delli Colli En İyi Görüntü Yönetmeni, Ruggero Mastroianni En İyi Kurgu ödülü alır.
Filmin aklımızdan çıkmayan şu diyaloglarıyla Sıradan Delilik Öyküleri bahsini bitirebiliriz:
“Yüzde yüz insan yoktur aslında; hepimizin, başkalarının farkında olup bizim fark etmediğimiz deli ve çirkin bir yanı vardır; yoksa bu çiftliğe nasıl katlanabilirdik?”
“Beni hayvanat bahçene mi katmak istiyorsun?”
“Evet.”
“Ben insanım ama.”
“Evet ama bozulmamışsın, onlardan farklısın; içinde hâlâ yüzen bir şeyler var. Onlar kaybolmuş, sertleşmiş. Sen de kaybolmuşsun ama sertleşmemişsin. Bulunmaya ihtiyacın var.”
FACTOTUM: NE İŞ OLSA YAPARIM ABİ!
Sinema, Bukowski’ye ölümünden sonra da ilgi göstermeye devam etti ve 2005’te Bent Hamer, yazarın aynı adlı romanından uyarladığı Factotum’u yönetti. Fransız-Norveç kara komedi- drama filmi olan Factotum’da Matt Dillon, Bukowski’nin ikinci kişiliği Henry Chinaski’yi canlandırdı. Chinaski (Hank), öykü boyunca bir yandan yaşamını sürdürebilecek bir gelir elde edebilmek için heykel temizlemek, buz dağıtmak, fabrikada turşu üretmek ve bisiklet tedarik etmek gibi çeşitli vasıfsız işlerde çalışırken bir yandan da yazar olarak edebi yaratımının sancılarıyla kıvranıyordu.
Türkçede “her işi yapabilen kişi” anlamına gelen Factotum, Charles Bukowsi’nin yazar olabilme ve hayata tutunabilme mücadelesi verdiği gençlik yılları yaşantılarını anlatan bir roman olmakla birlikte, uyarlandığı film, yazarın başka kitaplarından da esinler taşıyordu. Ailesi ve yakın çevresiyle sorunlar yaşayan Chinaski, bir yandan işsizliği aşmak, bir yandan da içindeki yaratma dürtüsünü açığa çıkararak iyi bir yazar olmak istiyordu. Bu amaçla, yazdığı kısa öyküleri yayımlanması için çeşitli edebiyat dergilerine ve daha çok beğendiği bir yayın olan Black Sparrow’a gönderiyordu.
Barda tanıştığı Jan (Lili Taylor) da onun gibi alkolik bir kadındı ama film boyunca en sadık arkadaşı olacak, onunla sefil bir hayatı huzurla yaşayacaklardı. İlişkileri tekdüzeleşip sıradanlaşana ve artık öngörülebilir olana kadar, birbirlerine gerçekten ihtiyaç duymadıklarını fark edip yeniden ayrılacaklardı. Jan, kendisini zengin bir adamın yanına atacak; Chinaski sadık dostları alkol ve yazılarıyla baş başa kalacaktı. İş başvurusunda tanıştığı, “Keyifsiz görünüyorsun. İyi misin?” diye soran yaşlı adama “Kadınımı kaybettim…” diye dert yanınca, adam deneyimlerinin süzgecinden geçirdiği Chinaski’yi teskin etmek için “Üzülme, yenisini bulur, onu da kaybedersin!” diyecekti.
1995’te çektiği Yumurtalar’da (Eggs) eksantrik karakterleri betimleme başarısını kanıtlayan Bent Hamer, Factotum’da Bukowski’nin öykü ve romanlarındaki karakterleri karikatürize etme tarzından uzak kalarak güvenilir bir biyografi ve inanılır bir drama etkisi yaratıyor. Factotum’un olay akışı düz bir çizgisellik yerine, yönetmenin romandan seçtiği çeşitli parçalardan oluşan bir anekdotlar kolajı biçiminde sunuluyor. Chinaski’nin düşüncelerini ve duygularını şiir okuma, işçi bulma dairesinde bekleme ve finaldeki striptiz salonu gibi sahnelerde oldukça etkili kullanılan dış ses yardımıyla öğreniyoruz.
Filmde romana sadık kalınmakla birlikte, sinemanın sınırlı süresinden dolayı romandaki olaylardan elemeler yapmak kaçınılmazdır; ancak bunun son derece özenli yapılması gerekir. Örneğin Chinaski’nin işçi bulma dairesinde “iki yıl gazetecilik ve güzel sanatlar” okuduğunu belirttiği başvuru formunu yırtıp yenisine sadece “lise mezunu” olduğunu yazdığı gibi, dramatik etkiyi güçlendiren bölümün senaryoya alınmaması bir eksikliktir. Çalıştığı deponun küçücük penceresinden devasa binalarıyla kente bakarken dış sesle verilen şu şiir ise oldukça isabetli bir seçimdir:
“Bir şiir caddelerle ve lağımlarla, / Azizlerle, kahramanlarla, dilencilerle, delilerle dolu bir şehir gibidir, / Basmakalıp sözlerle ve içkiyle, yağmurla ve şimşekle ve kuraklık mevsimleriyle doludur.
Bir şiir bir şehirdir. / Alaycı sarhoşlarla dolu bir berberdir.
Şiir savaştaki şehirdir. / Bir şiir bir ulustur. / Bir şiir bir dünyadır…”
ÖRGÜTSÜZ MUHALİF
İrlandalı aktör, yönetmen ve yazar Richard Harris, bir ekonomik bunalım ile iki dünya savaşı görmüş Beat’tan Bukowskilere uzanan kuşağın dünya görüşünün ve yaşam tarzının sosyal arka planına işaret ederken savaşın çocukları olduklarını, hayata henüz hâlâ yaşıyorlarken sıkıca tutunmak istediklerini, çünkü çok fazla ölüm gördüklerini söyler ve ekler: “İçebildiğimiz kadar içelim, sevişebildiğimiz kadar sevişelim… Dışarıda başka hangi zevkler varsa onları bulalım, deneyelim. Hayatı tamamıyla dürtülere teslim olunan bir bayrama çevirelim ve ne hoşumuza giderse onu yapalım; çünkü bu hayat yarın son bulabilir.” (Akt. otekisinema.com, 2005)
Hayattan da sanattan da asla vazgeçmeyen bu kuşağın etkilerinin sürdüğü Charles Bukowski, Factotum’da anlattığı yazarlık ve şairlik mücadelesini işte bu dünya görüşüyle ve yaşam tarzıyla birleştirir. Hikâyelerini gönderdiği Black Sparrow’un yayın yönetmeni John Martin’den aldığı “…Hikâyenizi basmaktan mutluluk duyacağız.” yanıtından sonra filmin finalinde stiptiz sahnesiyle Richard Harris’in tavsiyesine uyarak edebiyatının esin kaynağı kıldığı ama kendini tükettiği yalnızlığına, içkiye ve cinselliğe döner, dış seste şu sanat ve hayat manifestosuyla:
“Deneyeceksen sonuna kadar git, yoksa hiç başlama. / Bu sevgilini, eşini, akrabalarını, işini, hatta aklını kaybetmek anlamına gelebilir. / Üç dört gün aç kalmak anlamına gelebilir. / Parktaki bir bankta donmak anlamına gelebilir. / Hapse girmek anlamına gelebilir. / Hor görülmek anlamına gelebilir. / Alay edilmek anlamına gelebilir. / Tecrit bir armağandır. / Geri kalan her şey dayanıklılığını sınar. / ve başarmayı ne kadar istediğini…
Deneyeceksen sonuna kadar git. / Tanrılarla yalnız olacaksın ve geceler ateş gibi yanacak. / Mükemmel kahkahaya doğru hayatı izleyeceksin. / Tek değecek mücadele budur.”
İçkiyle güzelleşmenin süresi en fazla sekiz, cinsel ilişkiyle ise taş çatlasın yarım saat! Hangi kişisel güzellik, toplum güzelleşmeden kalıcı olmuştur ki? Edip Cansever yanılmış olamaz: “Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir…”
Bedeli ağır da olsa, insanı güzelleştirmenin yolu, dünyayı güzelleştirmekten geçiyor. Sanatçı hariç değil!