Paralı- parasız, dinsel- bilimsel, yarışmacı- paylaşmacı tartışması içinde bir eğitim öğretim yılı daha bitti. Günün sonunda kazanımlarımız ne oldu? 400 Darbe’de Truffaut’un, Kapitalist sistemin “iyi-kötü” değerleri içinde bir paradoks gibi duran sorusu şudur: “Çocukların ‘iyi’ yetiştirilip mutsuz olmaları mı, ‘kötü’ yetiştirilip mutlu olmaları mı iyidir?” Ne dersiniz?
YENİ DALGA SİNEMASI
Kamera, genel plan çekimle Paris sakaklarındaki devasa apartman bloklarının çatılarını ve pencerelerini kararsız ve tedirgin dolaşır… Eyfel Kulesi yer yer yaklaşan ve yaklaştıkça büyüyen görüntüsüyle bir güç, bir azamet gösterisi gibi kadraja girerken bir kentin tarihi ve mekânıyla kuşatılmış, baskılanmış hissederiz kendimizi. Az sonra gireceğimiz “okul” denen hapishanenin otoriteye dayanan, ruh ezici ilişkilerine hazırızdır artık. 400 Darbe’nin bu giriş jeneriği “Bu film André Bazin’in anısına adanmıştır.” ithafıyla biter.
André Bazin, yazılarında sinema estetiğine büyük önem veren, ama aynı zamanda sinemanın dönemini yansıtan bir sanat olduğunu vurgulayan Fransız film kuramcısı. Yeni Dalga olarak adlandırılan Fransız sinemacıları üzerinde etkili olmuş, özellikle akımın ilk temsilcisi François Truffaut ile yaratıcı bir yönetmen-eleştirmen diyaloğu geliştirmişler. Truffaut’nun jenerikteki ithafı bu sanat idealine, emeğe ve ilişkiye atfendir.
Klasik film formunu reddeden Yeni Dalga sinemacıları, çocuklukları ve ilk gençlikleri İkinci Dünya Savaşı’nın sert koşullarında geçen savaş sonrası yeniden yapılanma döneminin gelişmeye açık birikimli entelektüelleridirler. Tabuları yıkmada cesur; deneysel girişimleriyle yenilikçi; kurgu, görsel biçim ve sinematografik anlatımda farklı; burjuva karşıtlığıyla toplumcu, “alter ego” (öteki ben) ile diyalektik, açık uçlu senaryo ve lineer olmayan öykü kurgusuyla yaratıcıdırlar.
FRANÇOIS TRUFFAUT
Les Quatre Cents Coups’un (400 Darbe)yönetmeni François Roland Truffaut (1932-1984), sinema kariyerine “Cahiers du Cinéma” (Sinema Defteri) dergisinde sinema tarihi ve film eleştirileri yazarak başlar. Yazılarında kalıpçı, senaryo uygulayıcısı Hollywood yönetmenlerini topa tutar ve film yapım sürecini, yönetmenin kişisel, sanatsal dışavurumu olarak tanımlayan “auteur” kuramıyla (yazar/yaratıcı yönetmen) Fransız Yeni Dalga sinemacılarına ilham kaynağı olur. Filmografisinde Piyanisti Vurun, Fahrenheit 451, Genç ve Güzel, Yeşil Oda, Son Metro, Neşeli Pazar gibi yapımlar bulunan Truffaut, sinema yazarlığından yönetmen koltuğuna ilk kez, henüz 27 yaşında ‘İşte kuramımın bir örneği!’ dercesine çektiği 400 Darbe’yle (1959) oturur.
Fransız sinemasının geleneksel yaklaşımına yönelttiği keskin eleştiriler nedeniyle 1958’de Cannes Film Festivali’ne çağrılmayan François Truffaut, bir yıl sonra bu ilk filmiyle En İyi Senaryo’da Oscar adaylığı ve Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü kucaklayarak intikamını alır. İlk filmlerindeki bu devrimci, yenilikçi ve atak tavrı, etkili kurgu ve kamera hareketleri, sonraki filmlerinde belli bir estetik düzeyde durulur. Truffaut, 1973’te de “La Nuit Americaine” (Amerikan Gecesi) ile En İyi Yönetmen ve Senaryo Oscarlarına aday gösterilir, En İyi Yabancı Film Oscar’ını alır.
OKULU KIRMAK
Genellikle yetişkin perspektifinden sinemaya aktarılan “aile, okul ve toplum tarafından dışlanan genç” teması, Truffaut’nun 400 Darbe’siyle sıkıntılı çocukluktan çıkma sürecindeki Antoine Doinel’in (Jean-Pierre Léaud) iç dünyasından beyaz perdeye yansır. Orijinal adını “okulu kırmak, serserilik yapmak” anlamına gelen Fransızca deyimden alan “Les Quatre Cents Coups”un senaryosunda Marcel Moussy’yle birlikte imzası bulunan Truffaut, “serim, düğüm, çözüm” kalıbı içinde ilerleyen bir öykü yerine, yarı otobiyografik bir mozaik ortay koyar. Kendisi de evlilik dışı bir ilişkiyle doğmuş; anneanne, anne ve üvey baba üçgeninde yetişmiştir. Bu otobiyografik hikâye, sonraki yıllarda çektiği, yine Jean-Pierre Léaud’un başrolüyle üç filmde daha devam edecektir.
Truffaut’nun adeta “alter ego”su (öteki ben) olan Antoine’nin de en büyük zevki film izlemek ve kitap okumaktır. Yeni film yoksa öncekileri tekrar tekrar izler. Çok okur, Balzac’a bayılır. Evin bir köşesinde onun için bir sunak bile yapar; hatta Balzac’a yaktığı mum küçük bir yangın tehlikesi atlatmasına ve babasından sağlam bir tokat yemesine bile neden olur. Kompozisyon ödevini Balzac’tan ödünç alınca da öğretmenin verdiği cezaya maruz kalır!
AİLE, OKUL, TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Biyolojik babasını tanımayan bir çocuk olan Antoine Doinel, sekiz yaşına kadar anneannesinde kalmış, o da yaşlanınca annesi (Claire Maurier) ve soyadını aldığı babasına (Albert Rémy) verilmiş; kendi arzularını tatmine odaklı bir anne, yarış kulübüne oğlundan daha düşkün bir babayla yaşamaya mahkûm edilmiştir. Geçim derdinde bir aile; soba yakan, sofra kuran, çöp döken bir çocuk… luktan çıkmaya çalışan Antoine!
Annesi onu evlenmeden önce doğurmuş, üvey babası ise ona sadece soyadını vermiş, başka da hiçbir şey vermemiştir. İlgi ve sevginin yerlerde süründüğü bu aile yaşamında özellikle anne, ilk gençliğe doğru adım atan Antoine için yok gibidir. Nihayet ödevini yapmadığı için okula gitmediği bir gün, öğretmenine mazeret olarak annesinin öldüğünü söyleyecektir. Belki de Antoine’nin kalbinde annesi, onu bir gün önce başka bir adamla sokakta öpüşürken gördüğü zaman ölmüştür ya da çok daha önce! Truffaut’un çektiği bu fotoğraflar aile kurumunda yanlış giden ne varsa ziyadesiyle bombalar.
Disiplinli yetiştirilmek uğruna bütün kişilik özellikleri ayaklar altında alınmış öğrencilerle birlikte Antoine de eğitim felsefesi “Esasicilik” olan bir okulda “otorite” değil, ama “otoriter” olmayı başaran öğretmenler ve okul yöneticileri tarafından kıstırılmıştır. Sorgulamadan uzak, tahtaya ne yazılmışsa onu öğrenmekle mükellef öğrencilerle, kendilerini sınıfın patronu sanan öğretmenlerin fotoğrafları da Truffaut’un suç-ceza mekanizmasıyla çalışan geleneksel eğitim sistemine yönelttiği eleştiri oklarının sivri uçlarıdır.
Öğrenci-öğretmen ilişkisinin sıfır derecede olması, uzaklaşma ve yabancılaşmayı da beraberinde getirir: Sınıftan atılmanın “kanuna aykırı” olduğunu söyleyen öğrenciye “Kanun kimmiş gösteririm sana!” diye çıkışır öğretmen. Sırtını tahtaya döndüğü zamanlarda sınıf karışır, spor dersinde çocuklar sokakta koşarken öğretmenin arkasından üçer beşer koparak kaybolurlar, bizim Hababam Sınıfı’nın haylaz öğrencileri gibi… Okulun bu katı kuralcı işleyişi, ondan kurtulmak için yalan söyleyen, kuralları çiğneyen, okuldan kaçan, ödev yapmayan, birbirlerini şikâyet edip ispiyonlayan öğrencilerin bu gibi olumsuz davranışlarına adeta meşruiyet kazandırır.
Truffaut’un bir Paris panoraması da verdiği 400 Darbe’de Antoine, toplumun kendisine dayattığı kurallar içinde sıkışıp kalır. Hiçbir yetişkinle anlamlı bir ilişki kuramaz. Tamamen dışlanmıştır toplumdan. “yetişkin adam” olma hevesini tatmin için “adam gibi” davranmaya başlar; kendi kararlarını kendisi alır, arkadaşıyla sigara, şarap içer…
(H)İÇ DÜNYA…
Kimsenin karışamayacağı bir hayatı özgürce yaşamak için hiç görmediği denize ulaşmak hayalini gerçekleştirmek, artık en büyük hedefidir Antoine’nin. Hedefe babasının çalıştığı bürodan çaldığı daktiloyu satıp alacağı parayla ulaşmayı planlar. Yakayı ele verince polis merkezinde ve “toplumsal güven” altındadır. Bu, anne babası için de kendisinden kurtulmanın bir imkânıdır! Artık ya askeri okul ya ıslahevi! Ama katırla satır arasında bir fark yoktur!
-Denize yakın ıslaheviniz var mı Hâkim Bey?
-Madam, burada yaz kampı işletmiyoruz!
Bu, toplum kurumlarıyla aile kurumunun trajikomik çarpışmasıdır ve bu kazanın kurbanı tabi ki çocuktur!
14 yaşında bir “yetişkin”in önden ve profilden “mahkûm” resimleri çekilir, parmak izleri alınır. Anne babasının da isteğiyle Antoine ıslahevine verilir. Buradaki “suçlu” çocukların kimi araba lastiği çalmıştır kimi babasına saldırmıştır… Bahçede birbirlerine vukuatlarını anlatırlarken, çocuğunu sevgiyle kucaklamış biçimde betimlenen bir annenin heykeli girer yakın plan kadraja! Bu da toplumsal ikiyüzlülüğün suratımıza okkalı bir tokat olarak çarpmasıdır.
Filmin senaryosunun ve psikolojik çözümlemenin zirve yaptığı sahne Antoine Doinel’in ıslahevinde psikologla konuştuğu sahnedir. Bir çocuğun ilk kez ciddiye alındığı duygusunu yaşadığına, içini serbestçe ve samimiyetle birinin önüne döktüğüne canımız yanarak tanık oluruz:
– Büyükannenden para çalmışsın?
– 10 bin lirası vardı, yakında ölecekti, farkına varmayacağını biliyordum, varmadı da… Zaten annem de o parayı benden aşırdı!
– Anne ve baban sürekli yalan söylediğini anlattılar…
– Bazen… Doğru söylediğimde bana inanmıyorlar… Yalan söylemek daha kolay geliyor!
– Anneni neden sevmiyorsun?
– …Annemin beni sevmediğini fark ettim. Beni hep azarlıyordu. Ve sonra… duydum ki ben doğduğumda annem evli değilmiş… beni aldırmak istemiş… büyükannem sayesinde doğmuşum.
ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU…
Çocukların, ıslahevinin bahçesinde serbest zamanlarında denetimli bir biçimde oynamalarına izin verilmektedir. Antoine, sahanın kenarından topu oyuna atıp döner ve tel örgüye doğru koşmaya başlar. Görevli kovalar, o kaçar… Doinel kaçmıyordur da sanki denize doğru uçup giden özgürlüğünü kovalıyordur! Kısa süreli de olsa özgür olabilmek uzun sürecek tutsaklığa yeğdir! Koşar, koşar, koşar… Durmadan koşar… Çitler, bahçeler, sokaklar, boş arsalar geçer… Ve sahile ulaşır… Deniz bitmez tükenmez sonsuzluğuyla karşısındadır… Uzun kumsalı geçer… Kıyıdaki dalgalar, geçmişini siler gibi ayak izlerini örter.
Döner, arkasından kendisini takip eden kameraya bakar… Görüntü donar… Doinel mi yakalanmıştır, olup biteni seyreden seyirci mi? Bu final bir yabancılaştırma efekti içerir: İzlediğiniz “kurgu”, yaşadığınız “gerçek”tir!
Antoine’nin okulunda öğretmen yakınmıştı: “Ah, bu nesil on sene sonra ne hale gelecek!” 10 yıl sonra bu nesil, “68 Kuşağı”dır ve evet, güçlü sosyal duyarlıkları ve ödünsüz özgürlük tutkularıyla dünyayı sarsmıştır!
Paralı- parasız, dinsel- bilimsel, yarışmacı- paylaşmacı tartışması içinde bir eğitim öğretim yılı daha bitti. Günün sonunda kazanımlarımız ne oldu? 400 Darbe’de Truffaut’un, Kapitalist sistemin “iyi-kötü” değerleri içinde bir paradoks gibi duran sorusu şudur: Çocukların ‘iyi’ yetiştirilip mutsuz olmaları mı, ‘kötü’ yetiştirilip mutlu olmaları mı iyidir?
Ne dersiniz?
İyi günler.Kurgulayan,değer biçen egemen ekonomik sınıf ,para yığmak için varolma sanrısına,karar verir o yıl ne yapacağına yürüyen bantta benzeştirilmiş gençliğe.Silah üretim ve satışını gerektiriyorsa ticaret ekonomisi,savaşa gönüllü gidecek ve ölecekler,törenle gömüleceklerdir.O yıllarda satılması gereken ,hangi renkte kumaş varsa bir önceki yılın biçimiyle karşılanamayacak modellerle tektipleştiriliceklerdir ya da.Çark aynıdır,dişleri de.Kadına hak ve yer verir gibi yapmalar,sanatla sınırlı ‘çıkıntılık’lar,virüs ve aşı kampanyaları,Nobel Ödülleri,buluşlar….asla değiştiremeyecektir yeryüzünün tümüne çakılmış olan temeli.İşte bir tek yazılarınız,yazılarınız kalır,değerli oyuncaklar gibi,bizden geriye…