Ülkemizde son yıllarda çocuk istismarlarını çok konuştuk, konuşuyoruz. Pandemi geldi, eğitime erişimde eşitsizlik içinde kıstırılmış çocuklarımızı vurdu en çok. Art arda yaşadığımız, geliyorum diyen felaketlerin mağdurları da en başta çocuklarımızdı… İran Yeni Dalga yönetmenlerinden Mecid Mecidi’nin çocuk masumiyetine odaklandığı Bacheha- Ye Aseman’ı (Cennetin Çocukları) nasıl anımsamazsın?
İran Sineması
Hayatla sanat arasında, galiba en dolaysız ilişkiyi beyaz perdeye yansıyan hikâyelerle kuruyoruz. Bu, sinemanın anlam katmanları yaratmaktan uzak bir dili, gerçekliğin sanatsal kurgusundan kopmuş bir yapısı olduğunu göstermez. Eğitim temalı filmler de bu yargının dışında değil.
Okul, öğretmen, öğrenci, odaklı filmlerin temel izleklerinin, gelişmiş kapitalist ülke sinemalarında etnik, sınıfsal ve bireyler arasındaki çatışmalara; feodal ilişkilerin ve yaşam tarzının tümüyle dönüşmediği, emperyalist sömürüye maruz kalmış veya gelişmekte olan ülke sinemalarındaysa daha çok kültürel ve sosyoekonomik temelli çatışmalara oturduğuna tanık oluyoruz.
İran’da ise durum biraz daha farklı. 1979’a kadar Şah yönetiminin baskısı altında pek fazla soluk alamayan, daha çok ticari “Film Farsi”lerle yetinen İran sineması, 1960’larda başlayan İbrahim Gülistan, Füruğ Ferruhzad, Mesud Kimyai, Daryuş Mehrcui’lere giden son derece zengin ve ilgi çekici bir kültürel arka plana dayanıyor. İslam Devrimi’nden sonra tam anlamıyla bir reform sürecine giren ülke sineması, özellikle Muhsin Mahmelbaf, Abbas Kiyarüstemi, Cafer Penahi, Emir Nadiri, Asghar Ferhadi gibi “auteur yönetmen”lerle büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Yasakçı ve sansürcü İslam rejiminin kontrol ettiği filmlerin yönetmenleri, genellikle çocuk masumiyeti ve geleneksel Fars şiirinin metaforik anlatımıyla yasakları ve sansürü aşmaya çalıştı. Gerçi bazıları 1990’ların sonlarından itibaren biraz da Hollywood esintileri edindiler ve İslami iktidarın baskılarına karşı muhalif duruşlarından dolayı pozitif ayrımcılıkla Batı festivallerinden ödüllerle dönmeye başladılar.
Cennet, Muhammed ve Mecidi
İlk kez Oscar’a aday gösterilen bir İran filmi olan, Batı’da Children of Heaven diye tanınan, özgün adıyla Bacheha- Ye Aseman, Cennetin Çocukları da işte o filmlerden biri. Son derece küçük bir bütçeyle kotarılan 1997 yapımı 89 dakikalık Cennetin Çocukları, filmografisinde izlenme rekorları kıran 1999 yapımı Cennetin Rengi, 2001 yapımı ve yine bir çocuğun ve yoksulluğun başrolünü oynadığı Baran, çok beğenilen 2008 yapımı Serçelerin Şarkısı ve nihayet çok konuşulan 2015 yapımı Muhammed: Allah’ın Elçisi gibi yapımlar bulunan, İran sinemasının yükselen yönetmeni Mecid Mecidi’ye ait. Yönetimi ‘İtalyan Yeni Gerçekliği’nden izler taşıyan Cennetin Çocukları’nın senaryosunu da “mektepli” sinemacı Mecidi yazmış.
Yapımcılığını Amir ve Mohammad Efsandiari’lerin üstlendiği filmin müziğini Kayvan Jahanshahi notalamış. Kameranın karşısında ise iki ilkokul öğrencisi kardeşten Ali’de Amir Farrokh’ı, kız kardeşi Zehra’da Bahare Seddiqi’yi izliyor; yer yer çocuk oyuncuları yönetmenin zorluğuna tanık oluyoruz. Ailesinin geçim kavgası içinde kıvranan babada Mecid Mecidi’nin vazgeçilmez oyuncusu Rıza Naci tam kıvamında bir doğallıkla oynuyor. Hasta annede Fereshte Sarabandi pek iz bırakmasa da toplam olarak Mecidi’nin kadroyu sorunsuz yönettiğini söyleyebiliyoruz.
Film Batı sinemalarında ilgiyle izlenmiş, festivallerde hak ettiği değeri görmüş. Akademi’de Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü, İtalyan filmi Hayat Güzeldir’e kaptırsa da dördü Montreal Film Festivali’nden olmak üzere çeşitli yarışma ve festivallerden toplam 10 ödül kazanmış.
Küçük Sır, Büyük macera
İran sinemasının sıkça başvurduğu ve adından anlaşıldığı gibi filmin merkezinde, bir çocuğun sosyoekonomik güçlükler içinde yaşama tutunma mücadelesi ve bu kez daha fazla bu mücadeledeki iç dünyası yer alıyor. Mecidi bize, yoksulluğun eğitim içindeki çocuğu ne derinlikte etkilediğinden başka, çocuk saflığı içinde sorunlarla başa çıkma gayretini çoğu kez biz yetişkinlerin algısını o çocuğun algısıyla değiştirmeyi başararak görmemizi sağlıyor. Başkent Tahran’ın yoksullukla boğuşan taşrasında çekilen film, yaşanan ağır ekonomik sıkıntıları bir tahrik unsuru olmaktan çok, İran’ın kültürel kodlarında var olan doğal bir tevekkül içinde değerlendiriyor.
Filmin motifi, bir çift eski çocuk ayakkabısı. Açılış sahnesinde detay plan çekimle ayakkabı tamircisinin, kız çocuğuna ait pembe kurdeleli ayakkabısını dikişlerken görüyoruz ve fonda bir eskicinin sesi, biraz sonra iki çocuğun dünyasının kararacağını haber veriyor sanki: “Eskici geldi, eskiciiii!” Ali, kardeşi Zehra’nın ayakkabılarını tamir ettirmiş; ama eve dönerken yanlışlıkla bu eskiciye kaptırmıştır. İki kardeş, yoksul ebeveynlerini üzmemek için bu kaybı bir sırra dönüştürüp paylaşır. İşte o acıklı serüven bu noktada başlar. Artık iki kardeş, okula Ali’nin spor ayakkabılarını değişerek giyip koşacaklardır.
Ali okula koş!
Önce okulunda sabahçı olan Zehra abisinin ayakkabılarını giyecek, okula gidecek; öğlenci olan abisi Ali onu çıkışta okul yolunda bekleyecek, terliklerini kardeşine verip ayakkabıları o giyecek ve derse yetişecektir. Ta ki Ali’nin, kardeşinin kaybettiği ayakkabılarını bulana dek bu böyle devam edecektir. Bu nedenle filmde Ali’yi sürekli koşarken göreceğiz.
Ve tabii Ali, her seferinde derse geç kalacak, eli cetvelli okul müdürünün gazabına uğrayacaktır. Sadece kurallara ve disipline odaklanmış okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin, Ali ile Zehra’nın büyük sırlarını saklamaya dönük davranışlarını anlamlandırmakta, o davranışların arkasındaki trajediyi görmekte hiç de istekli olmayacaklardır. Oysa çocukların anlam veremediğimiz kimi hallerinin arkasındaki nedenleri görmeye çalışmak öğretmen ve okul yöneticisinin en önemli görevidir. Film boyunca kamerasını bir çocuk gözüne dönüştüren Mecid Mecidi, dünyayı bu gözle görmemize ve özellikle eğitim içinde suç-ceza, dışlama-sahiplenme gibi kavramları yeniden düşünmemize yol açar.
Birçok eleştirmenin, İtalyan Yeni Gerçekçilerinden Vittorio de Sica’nın Bisiklet Hırsızları’yla kıyasladığı Cennetin Çocukları ile Fransız Yeni Dalgasıdan Truffaut’nun 400 Darbe’si arasında, aile ve okulun koyduğu kuralların bir çocuk için nasıl birer engele dönüştüğü üzerinden bir ilişki kurulabilir. Ancak şu fark gözden kaçmamalıdır: Mecidi bunu, çocuk aracılığıyla sistemi sorgulamak değil, çocuk masumiyetini anlamamızı sağlamak için yapıyor. Batılı sinemacılar ise bu konuda Ebert’in de dediği gibi, ‘ukalaca akıl vermek’ sevdasındalar.
Erdemler Resmigeçidi
Öte yandan film, neoliberal kapitalist sitemin tahrip ettiği birçok insani değeri anımsatması bakımından da önemli. Mecidi neredeyse bir erdemler resmigeçidi sunuyor. Masumiyet, iyilik ve sorumluluk duygusunu temele koyarak Doğu kültürlerine ve halk yaşayışına özgü birçok kavramın altını çiziyor. Örneğin baba, evinde cami için şeker kırıyor; çayına başkasına ait olan kırdığı şekeri değil, karne ile alınmış ve zor günler için ayrılmış evindeki şekeri atıyor: “Bunlar caminin şekerleri, bize güvendikleri için verdiler!”
Bu dürüstlük dersini, komşuluk ilişkilerinde yardımlaşma, dayanışma konusu izliyor: Anne hastadır, ama zorlukla yapabildiği çorbayı, hasta komşusuyla paylaşır ve komşu, karşılığında ne vereceğini bilemeyerek çorbayı getiren Ali’nin eline bir avuç kuruyemiş bırakır! Eski kazağı söküp yeni bir kazak örmenin yokluktan yaratılan kanaatkârlığı, babanın çaresizlikten ağlaması gibi iç kanatıcı birçok sahneyi aynı tevekkül içinde kurgular Mecidi.
Ortalama bir sinema okuryazarı, filmden daha evrensel dersler de çıkarabilir. Örneğin kentin zenginlerinin oturduğu villalarda “ayakkabılı ama yalnız çocukları” görürüz ki, o çocuklar topunu paylaşacak bir arkadaşa hasrettirler!
Bazen kazanmak kaybetmektir!
Filmin en can alıcı sahnesi finaldedir. Okullar arası 5 kilometrelik atletizm yarışması yapılacaktır. Seçmeler yapıldıktan sonra Ali, üçüncüye bir çift spor ayakkabı hediye edileceğini öğrenir ve yarışmaya katılmak ister. Spor öğretmenini yarışmaya katılmak için yalvara ağlaya, zorla ikna eder. Umudu şudur: Ali yarışmada üçüncü olacak, spor ayakkabısını kazanacak, onu babasının Zehra için söz verip de alamadığı bir çift kız ayakkabısıyla değiştirerek kardeşine verdiği sözü yerine getirecektir!
Ali ve okulun takımı bir kamyonetin kasasında yarışma alanına gelir. Okula ayakkabıları olamadığı için sürekli koşarak gelip giden Ali, alanda varsıl ailelerin bakımlı oğlan çocuklarını şaşkınlıkla izler: Ayaklarındaki ayakkabılar pırıl pırıl, yepyeni; bunların ayakkabıya ihtiyaçları yok ki! O halde neden yarışıyorlar?
Ve yarış başlar. Ali öğrenci atletlerin ortalarında bir yerde koşmaktadır. Virajlar dönülüp kilometreler kısaldıkça önlere doğru hamle yapar. Üçüncü olacaktır, ikinci veya dördüncü değil. O ayakkabıları mutlaka kazanacaktır Ali, kazanacak ve her şey düzelecektir! Annesi iyileşecek, babası zengin olacak, Zehra’nın yüzü gülecek ve okulda öğretmenleri onu el üstünde tutacaktır…
Öğrenci atletler son viraja yaklaşırken Mecid Mecidi yer yer ağır çekimlerle zamana müdahale etmeye başlar, zamanı yavaşlatır. Bu yavaşlamayla birlikte iki katmanlı bir zaman algısı oluşturur izleyicide: Yarışmanın süresini kontrol ettiğimiz, yani filmin genel akışının belirlediği zaman ve Ali’nin yarışmada yavaşlatılmış zamanı. Bu iki katman arasındaki geçişlerde, olay örgüsüne bağlı zamanda filmin dekorunu oluşturan dış gerçekliğe, Ali’nin yarışma içindeki yavaşlatılmış zamanında onun iç gerçekliğine gider geliriz. Ali’nin zamanında onun duygu dünyasıyla hemhâl oluruz.
Finale yakın bir noktada Ali düşer, ayakkabı umudu kırılıverir. Çabuk toparlanır, kalkar, kırılan umudunun parçalarını yerden toplarcasına koşar, koşar, koşar… İpi göğüsleyip yere yuvarlanınca okulunun öğretmen ve yöneticisi onu tebrik eder. Ali gözünü açıp sorar: “Üçüncü oldum mu?” Birinci olduğunu öğrendiğindeyse, elinde sıkıca tuttuğu umut kırıklarını yere düşürür…
Ali, babasının kardeşi için aldığı ayakkabıları görmeden filmi bitirir Mecidi. Belli ki anlatmak istediği ayakkabı değil, onun için taşınan umut, verilen mücadeledir. Ve biz belki de ilk kez kahramanımızın yarışta birinci olmasına sevinmeyiz!
Ama film bitince alçak gönüllü İran sinemasının, “Uygar Batı”nın yitirdiği birçok erdemi, onun suratına bir “çocuk tokadı”yla vurmasından da memnun oluruz!
Sağ olasın Mustafa Hocam.