Türk Eğitim Devrimi

99 YIL SONRA

Devleti dinsel dogmadan, hukuku şeriattan, eğitimi parçalı ve bilim dışı yapıdan kurtaran 3 Mart 1924 tarihli 3 Devrim Kanunu, bir bütünlük içinde Cumhuriyet’in laik, çağdaş ve hukuku esas alan niteliklerini güçlendirmişti. Bu kanunlar, 99 yıl sonra bugün yeniden Cumhuriyet mücadelesinin odağında yer alıyor.

CUMHURİYET

“…Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan

                        bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri

                         yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz:

Vahdettin Sultan,

                        ve damadı Ferit

ve İngiliz muhipleri

                            ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

yüce Türk halkı,

malûmun olsun çektiğimiz acılar…”

1923’ün 29 Ekim’inde Cumhuriyet’in ilanıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı’nın temel çelişmesini böyle saptıyor, Nazım Hikmet Kuvayı Milliye destanının İkinci Bab’ında. Bir yanda Batılı emperyalistler ve onların kuklalarıyla yurt içindeki işbirlikçileri, diğer yanda “İstanbul şehri” ve “yüce Türk halkı”. Aynı çelişmeye Mustafa Kemal, Türk Devrimi’nin sürekliliği bağlamında Nutuk’un sonunda Türk gençliğini uyararak işaret ediyor: “…dâhilî ve haricî bedhahlar” ile “fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş” olan millet!

Çelişmenin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ülkemiz bağlamındaki düğümü, üç buçuk yıl süren, fedakârlıklarla dolu zorlu bir mücadeleden sonra “yüce Türk halkı” lehine çözüldü. Bundan sonra hem tarihsel olarak hem de ödenen ağır bedeller nedeniyle dışta bağımlılığa, içte eski nizama bir daha dönülemezdi. Anadolu, zamanda ve mekânda yeniden var olacaksa, ancak yeni bir devlet ve çağdaş bir toplum olarak var olabilirdi. Kurtuluş savaşı sürecinde meclisin açılışı ve çalışma düzeni bunun kurumsal altyapısını oluşturmuştu. Kurtuluştan iki ay sonra 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, iki hafta sonra da Vahdettin ülkeyi terk etmişti.

“Dün Büyük Millet Meclisi makam-ı hilafetin Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin ilgası hakkındaki kanunları kabul eyledi.” (Hakimiyet-i Milliye, 4 Mart 1924)

Türk Devrimi, bu topraklarda yaşayan halkın, tarih boyunca öznesi olduğu en kapsamlı ve en köklü dönüşümlerin adıydı; çünkü “istiklal-i tam”, “hakimiyet-i milliye” ve “muasır medeniyet” mücadelesini kapsıyordu ve bu kapsam önemli ölçüde aydınlanma hareketinin bir sonucu olan Fransız Devrimi’nin mirasına denk düşüyordu. Bu nedenle kurtuluştan yaklaşık bir yıl kadar sonra, özü bakımından aydınlanma, kültür ve eğitim dönüşümü olan Cumhuriyet’in ilanı, beklenmedik bir gelişme değildi. Ama yine de bu gelişme, en azından başlangıcında güçlü bir dirençle karşılaştı. Zira yerinden söktüğü değerler, toplumun her tabakasında Osmanlının 600 yıldır derinleştirdiği ümmi ve ümmete ait değişim, dönüşüm ve ilerlemeye dayanıklı değerlerdi. 

O kadar ki Falih Rıfkı’nın Çankaya’da anlattığına göre “Yunanlardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?” diye düşünenler bile vardı ve üstelik onlar İlk Meclis’teydi! Halbuki Kurtuluştan sonra 10 Eylül 1922’de İzmir’e geldiğinde, emperyalizmin Yunan askeri eliyle yakıp yıktığı kadim İzmir şehrine hüzün ve sevinç karışımıyla bakarken Mustafa Kemal’in aklından geçen, ihtimaldir ki şuydu: “Düşmandan kurtulduk, bakalım şimdi öteki düşmandan nasıl kurtulacağız?” İşte öteki düşman Atay’ın anılarında anlattığı, Nazım’ın yukarıdaki dizelerinde adını koyduğu “Vahdettin Sultan ve damadı Ferit ve İngiliz muhipleri ve Mandacılar”dı. Bugünkü dille soyutlayıp genellersek, ezilen ulusların temel çelişmesinin bir yanını temsil eden emperyalizm ve gericiliğin kurduğu ittifaktı.

O nedenle bağımsızlıkçı ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti, beklemeden hızla yasal koruma altına alınmalıydı. Asıl devrim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra, 3 Mart 1924’te gerçekleşti ve meclisin çıkardığı ardışık üç yasayla yeni Türk devletinin hukuksal yapısı biçimlendi: 429 sayılı kanunla Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti (Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı) lağvedildi, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye (Genel Kurmay Başkanlığı) kaldırıldı; halkın dini işlerini görecek diyanet kurumuyla halkın ve ülkenin güvenliğini sağlamakla yükümlü silahlı kuvvetler aktüel politikadan bağımsızlaştırıldı. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla, dinî okular, çağdaş okullar ve misyoner okulları biçiminde uygulanan üç ayrı eğitim sistemi birleştirildi, ulusal bütünlük öncelendi. 431 saylı kanunla da Osmanlı devletinin son kalıntısı olan Halifelik kaldırılarak Halife ve yakınları yurt dışına gönderildi.

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilişinin devamı diyebileceğimiz, 3 Mart 1924’te çıkarılan ve bugün “Devrim Kanunları” olarak bilinen bu köklü atılım, 1926 Hukuk Devrimi ve Medenî Kanun ile 1928 Harf Devrimi ve Millet Mekteplerinin açılmasının da öncülüydü. Kuşkusuz bütün bunlar, Türk Devrimi’nin Mustafa Kemal Atatürk’ün “arasız devrimler” sürecinin bağımsızlaşma, çağdaşlaşma ve aydınlanma aşamalarıydı.

TEVHİD-İ TEDRİSAT

Mustafa Kemal kız öğrencilerle

Özetle Devrim Kanunları, duruk “ümmet” yerine dinamik “millet”i inşa etmeyi amaçlarken dinin ve dogmanın yerine de akıl ve bilimi koyuyordu. Çünkü “Hayatta en hakiki mürşit bilim”di. Bilimin devrimsel gelişimi aydınlanmaya yol açmış, aydınlanma da insanı ümmetin edilgen bir nesnesi olmaktan çıkarmış, yaşamın özgür düşünceli öznesi kılmıştı. Tabi bu süreç ülkelerin, kültürlerin ve yerel toplumların özgülüklerine bağlı bir seyir izledi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderleri gibi, belli bir program temelinde mücadeleyi örgütleyen önderler gerektirdi.

Fransız Devrimi’nin önemli önderlerinden Georges Jacques Danton’un “Ekmekten sonra halkın ilk gereksinimi eğitimdir.” demesine bakılırsa, diğer bütün devrimler gibi, Türk Devrimi de her şeyden önce, hatta ekmekten bile, bir eğitim devrimi olmak zorundaydı. Çünkü Cumhuriyet ilan edildiğinde yaklaşık 12 milyon nüfusun neredeyse %90’ı köylerde yaşıyor, köylerin %90’ında okul ve öğretmen bulunmuyordu. Başka bir %90 da erkek nüfusta okuma bilmeyenlerin oranını gösteriyordu, kadınlarda %96. Okuyabilenlerin yarısı da yazma bilmiyordu!

1923’te ilkokuldan üniversiteye toplam öğrenci sayısı nüfusun sadece %3’ünü oluşturuyor ev bu öğrenciler de üç başlı bir eğitim içinde bulunuyorlardı: Birincisi, dinsel bir eğitimin egemen olduğu “mahalle mektepleri ve medreseler”; ikincisi, çağdaş bir müfredat izleyen “Tanzimat okulları” ve üçüncüsü, yabancı dille eğitim öğretim uygulayan, yabancı kolejler ve azınlık okullarından oluşan “misyoner okulları”ydı. Siyasal düşünceleriyle Fransız Devrimi’ni etkileyen filozoflardan Jean-Jacques Rousseau’nun “Bitkiler kültürle, insanlar eğitimle biçimlenir.” sözü uyarınca ülkede üç ayrı “kültür”e sahip üç ayrı insan “biçim”leniyordu: Biri Dünya’yı evrenin merkezi görüyor, diğeri Güneş’in uydusu, bir başkası da kendi ülkesini o dünyanın sahibi, kendi kültürünü o dünyanın kültürü belliyordu!

Öte yandan ilkokulda okuyan 336 000 öğrencinin sadece 63 000’i kız öğrenciydi. Ayrıcalıklı kimi yerleşimlerde bulunan toplam 23 lisede 1240 öğrenci bulunuyor, 9 fakülte ve yüksekokulda üniversite öğrenimi gören öğrencilerin sayısı ise 3000’i bulmuyordu. Kuran ve Arapça eğitimine dayalı medreselerde 18 000 kayıtlı öğrenci vardı, ama bunların sadece üçte biri fiili öğrenciydi. Medreseye kayıt yaptıranlar ehl-i din, dine hizmet eden kişi sayılıyor, bu nedenle askere alınmıyor, vergi vermiyor, bir çeşit ayrıcalık ve dokunulmazlık kazanıyordu. Sovyet Büyükelçisi Aralov’un anlattığına göre, savaşın en yoğun günlerinde mollalardan biri Mustafa Kemal’den medreselerin sayısını artırıp öğrencilerinin askere alınmamasını talep edince Paşa’nın yanıtı sert olmuştu: “Ne o, sizin için medrese, Yunan’ı mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada sapasağlam gençleri besiye çekmişsiniz. Bu besili delikanlılarınızın askere alınmaları için yarın emir vereceğim!”

Cumhuriyet önderlerinin, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” diyerek tüm Anadolu’yu kucaklayacak ulusal bir üst kimlik kurma ve Cumhuriyet’i bu ulusla yaşatma ideallerini böyle üç başlı bir eğitimle gerçekleştirmeleri mümkün değildi. Bu nedenle 3 Devrim Kanunu’nun ikincisi olan Tevhid-i Tedrisat’la eğitim ve öğretim hizmetleri birleştirilerek ulusal birliğin sağlanması yolunda önemli bir adım atıldı. Yasayla tüm medreseler kapatılarak dinî eğitim-bilimsel eğitim ikiliğine son verilerek laik eğitim temel alındı. Misyoner okulları da devletin denetimine sokuldu ve Türkçe dersi zorunlu kılındı. Böylelikle Cumhuriyet eğitimi ulusal, bilimsel, çağdaş ve karma bir nitelik kazandı.

‘TEVHİD’SİZ ‘TEDRİSAT’

Tayyip Erdoğan kız öğrencilerle

Diğer taraftan aydınlanmaya yol açan bilim alanındaki devrimsel gelişmeler, burjuvazinin önderliğinde üretim araçlarının önünü açarak sanayi devrimine yol açmıştı. Bu devrimle sınıfsal konumunu ve iktidarını pekiştiren burjuvazi, bilimin daha da ileri giderek sosyalleşmesinden, bilimsel sosyalizmin ortaya çıkmasından rahatsız oldu. Bu rahatsızlık burjuvazinin bilimle olan ilişkisine de yansıdı ve burjuvazinin feodalizmi tasfiye eden ilerlemeci kültürü, daha sonra postmodernizm olarak adlandırılacak bir krize girdi. Burjuva modernizmi, bilimi “hayatta en hakikî mürşit” yapmışken, postmodernizm onu itibardan düşürüp “mürşit”liğini elinden aldı.

Bilimin düşünce dünyasındaki yol göstericiliğinin maruz kaldığı postmodern saldırı, kapitalizmin 1970’lerin sonlarında yaşadığı kaynak sorunuyla birleşti. 1950’lerin ilk yıllarında ülkemizin emperyalist sisteme resmen dâhil olmasıyla bu sistemin müttefiki olan gericilik tekrar yüzeye çıkmaya başladı. 1980 Amerikancı 12 Eylül darbesiyle ivmelendi ve 2000’li ilk yıllarda kurumsallaşmaya başlayan karşı devrimin ulaştığı noktada bugün Cumhuriyet eğitiminin ulusal, bilimsel, karma nitelikleri tanınmaz hale geldi. Emperyalizm ile orta çağ gericiliği eğitimde el ele verdi ve müfredatlar Dünya Bankası’nın finansörlüğünde yapılan revizyonla ulusal niteliklerinden uzaklaştırılırken, öğretmen yetiştirme modeli de ABD Canegie Formu’nun “21. Yüzyıl İçin Öğretmenler” başlıklı raporundan kes yapıştır yapıldı.

Eğitimde imam hatiplerden başlayarak okul öncesine kadar inen dinselleştirme, seçmeli derslerle genel ortaokul ve liselere yayıldı. Partiler oy ve iktidar hesaplarıyla medreseler ve sıbyan mekteplerinin açılmasına göz yumdu, bilim dışı gerekçelerle karma eğitim genel ilke olmaktan çıkarıldı, müfredatlar bilimden ve Cumhuriyet değerlerinden “hafifletildi”, üniversiteler YÖK’le özerklikten, politik iktidarlarca atanan liyakatsiz yöneticilerle de bilim yapmaktan uzaklaştırılarak medreseleştirildi.

Anayasa’nın 174. Madde’sine göre “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.” denilerek koruma altına alınan Devrim Kanunlarından Tevhid-i Tedrisat hâlâ yürürlükte ve üstelik “Özel vakıflarca yönetilen okulların Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandığı” hükmünü taşıyor. Bu hüküm, eğitimi çeşitlendirme liberalliği ile çıkarılan 1965 tarih ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları yasası ile de uyuşmuyor. Buna karşın cemaatler ve tarikatlar, kız-erkek ayrı özel okullar, Kur’an kursları, talebe yurtları açabiliyor, hem laik hem karma eğitimi baltalayabiliyor! Birçok olayda görüldüğü gibi bu kuruluşlar devlet denetiminden muaf kalabiliyor. Millî Eğitim Bakanlığı, kamu okulları için cemaatlerle protokoller imzalayıp iş yapabiliyor. Nihayet eğitim tarihçilerinin dediklerine göre 1924’teki medreselerin müfredatıyla bugünkü imam hatip liselerinin ders programı aynı… Özetle günümüzde Cumhuriyet’in hedeflediği ve kurguladığı bilimsel eğitimin birliği yok edilmiş; eğitim Cumhuriyet öncesinin “tevhid”i olmayan “tedrisat”ı olarak yeniden yapılandırılmıştır!

YENİDEN CUMHURİYET

Devleti dinden, hukuku şeriattan ve eğitimi parçalı ve bilim dışı yapıdan uzaklaştıran 3 Mart 1924 Devrim Kanunları, bir bütünlük içinde Cumhuriyet’in laik, çağdaş ve hukuku esas alan niteliklerini güçlendirmişti. Tam da bu yüzden bu üç yasa çıkarıldığı ve ülkemizin bağımsızlığını kurumsallaştırma sürecinin başladığı günden beri emperyalizmin ve orta çağ gericiliğinin hedefi oldu. Dün Türkiye’ye “manda”yı dayatan bu ittifak, bugün de laik ve çağdaş Cumhuriyet yerine “ılımlı İslam”ı uygun görüyor. Dün “son bir Yunan kurşunuyla Mustafa Kemal’den kurtulma”yı düşleyen ile bugün “Keşke savaşı Yunanistan kazansaydı!” diyen “dahili” ve Batı’dan kopmasın diye Türkiye’yi tehdit etmekten çekinmeyen “harici bedhahlar” el ele! Çelişmenin iki tarafı, bir kere daha aydınlanma ve bilim ile orta çağ ve dogma; yani ezilen uluslar ile emperyalizm!

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye destanı ile başladık, onunla bitirelim:

“…ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,

                 yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,

Kâzım’ınki taştan değildi çok şükür,

                                fakat namuslu…

Ve kavga bittiği zaman

ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.

Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,

                    kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…”

Tarih tekerrür etmez, Cumhuriyet’i ancak sosyalizmle kazanabiliriz bu kez. Hem de Nazım’ın Kazım’ını dönüştürerek!

Türk Eğitim Devrimi” için bir yorum

  1. Kalemine sağlık Mustafa Hocam. Çok güzel bir değerlendirme yapmışsın. Tek yol sosyalizm demen de çok doğru. Ben de sizlerleyim. Selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir