Sinemada Arabesk

MÜSLÜM’DEN BERGEN’E

Arabesk müziği yaratan maddi manevi süreçler görmezden gelindikçe, üreticisi ve alıcısının toplumsal konumları belirlenmedikçe, yönetmenler ve senaristler bunları es geçtikçe anlatılanlar bireysel bile değil, kişisel dramlar olarak kalacaktır. Müslüm, Bergen ve Dilber Ay’ın yönetmenleri, Limoncu Ali’den mülhem şu soruyu dürüstlükle yanıtlamalıdırlar: “Kaçtığınız için mi buraya geldiniz, yoksa kovaladığınız için mi?”

Gerçek ‘kurgu

Biyografik Kurgular

Sahne adı Bergen’i, parası olmadığından alamadığı Norveç malı çello markasından alan Belgin Sarılmışer, 1959 yılında Mersin’de çok çocuklu bir ailede dünyaya gelir. Kendisini aldattığı için babasını terk eden annesiyle daha çocuk yaşında Ankara’ya göç eder. İlkokuldan sonra girdiği Ankara Devlet Konsevatuvarı’nın sınavında Piyano Bölümü’nü birincilikle kazanır. Annesinin yaptığı terzilik, geçimlerine yetmeyince yaşını büyütür ve bir süre PTT’de çalışır.

Ankara’nın saygın bir kulübünden sahne teklifi alınca okulu bırakır, sahne hayatına adım atar. Ardından Adana’da bir gazinoyla kısa bir süre için anlaşma yapar. Burada tanıştığı, kendisini her gece çiçeklerle karşılayan evli ve üç çocuklu Halis Serbes’le evlenip sahneyi bırakır. Nikâhın Serbes tarafından planlanmış bir sahtelik olduğunu anlayınca, bu ilişkiye son verir; Ankara’ya dönüp tekrar gece kulüplerinde sahne alır. Halis Serbes’ten defalarca psikolojik ve fiziksel şiddet görmesine karşın 1982’de onunla resmi nikâh kıyar. Gördüğü şiddet devam ettiği için eşi Halis Serbes’ten kaçar. Kaçınca onun azmettirdiği kezzap saldırısına uğrar, ağır yara alır, bir gözünü kaybeder. 1989’da Pozantı’da “Ya benimsin ya kara toprağın!” diyen Serbes tarafından kurşun yağmuruna tutulur ve “Acıların Kadını”nın tüm acıları diner!

1982’de “Şikâyetim Var” ile başlayan stüdyo albümleri 1986’da “Acıların Kadını”yla kariyerini ve hayatını mühürleyip 1989’da “Yıllar Affetmez”e uzanan Bergen’den geriye 5 longplay, 11 kasette 129 şarkı, başrolünü oynadığı “Acıların Kadını Bergen” filmi ve sağ gözünü bazen saçları bazen güneş gözlüğüyle örttüğü, giderek bir ikona dönüşen imajı kalır…

Acıların Kadını Bergen’in kısa biyografisi bu. Bazen gerçeklik kurgudan çok daha etkili olabiliyor. Bu yaşam öyküsünden özel adları çıkarsak ya da başkalarıyla değiştirsek, onun kurgusal bir anlatı metni, bir hikâye ya da roman özeti olduğu üzerine yemin etmeye gerek kalmaz. Hatta bu senaryo kalıbından olay halkalarında küçük değişiklikler yaparak, örneğin karakterlerin cinsiyetlerini değiştirerek, benzer sahne ve sekanslar ekleyip çıkararak onlarca senaryo üretilebilir. Nihayet Yeşilçam’ın arabesk şarkıcı odaklı filmler furyasında senaryolar, böyle yaşamlardan öyküleşen kalıplarla çoğaltıldı.

Sosyal Arka Plan

1970’lerin başında Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ‘hit’lerinin ve sonra “Küçük” sıfatlı adlara sahip şarkıcıların “oynatıldığı” koyu melodramların senaryoları da böyle yaşamlardan üretildi. O yaşamların da 1950’lere uzanan sosyal ve kültürel bir arka planı vardı.

Sözü “Büyük patlama dediğimiz ‘big bang’a kadar götürmeden söyleyecek olursak, yeni buluşların etkisiyle Avrupa’da 18 ve 19. yüzyıllarda başlayan endüstri devrimi bir yandan makineleşmeyle tarımda çalışan nüfus gereksinimi azaltmış ve kente göçü teşvik etmiş, diğer yandan da kentlerde hazır iş gücünün birikmesine ve dolayısıyla üretimin artmasına yol açmıştı. Endüstriyel devrim sonunda Avrupa’da işçi sınıfı doğmuş, burjuvazi palazlanmış, sermaye birikimi olmuş, kapitalizm kurumsallaşmış, sömürü yaygınlaşmıştı.

Kırdan kente, gelenekselden moderne, yalından karmaşığa doğru bir seyir izleyen sanayileşme sürecinde Avrupa’da bunlar olurken Türkiye’de süreç daha yavaş ilerliyordu. Genç Cumhuriyet’in modernleşme atılımını henüz tamamlayamadığı Türkiye, 1950’lerde NATO’ya üye olarak iki kutuplu dünyada kutup değiştiriyor ve kapitalist/emperyalist sisteme dâhil oluyordu. Çok partilileşerek “demokratikleşen” Türkiye, iktidarlara içte toprak ağalığının desteğinin ve bekasının, dışta sömürgeliğin kabul ve sürdürülebilirliğinin garantisini sağlıyordu. DP marifetiyle başarılan “bağımlılaşarak kalkınma” hamlesiyle tarımı makineleşiyor, yapılan yollarla kolay ulaşılabilir bir pazara dönüşüyordu.

Tarımın makineleşmesiyle insan iş gücüne duyulan gereksinimin azalması, nüfusun hızlı artışı, kent yaşamının cazibesi, bir göç dalgasının yaşanmasına neden oldu. Ülkemizde daha yavaş gerçekleşen kentleşme, göçün yönünü dışarıya çevirmiş; Almanya “acı vatan” olmuştu. İç göç de endüstriyel gelişmenin önünde gidiyordu. 1927’de 13,5 milyon nüfusun % 76’sı köyde % 24’ü şehirde yaşarken, 1950’de % 70’i köyde % 30’u şehirdeydi. 1980’lerde artık kent nüfusu köy nüfusunu geçmişti: % 55 – % 45. Şehirlerin altyapısı bu nüfus yoğunluğunu kaldıramayınca büyük kentlerin çevrelerinde kent-köy karışımı bir yerleşim olan gecekondu bölgeleri oluştu.

Büyük umutlarla göçülen şehirlerin gecekondularında aslında Ahmet Telli’nin “Su Çürüdü”deki Göç başlıklı şiirinde “Ve işte devrildi yine kıl çadırlar / göç başladı bir acıdan bin acıya” dizelerinde söylediğinden başka bir şey olmamıştı. Kente göçenler, yeterince sanayileşememiş bu kentlerde umduklarını bulamamışlardı. Kente uyum sağlayamama, dışlanma, umutsuzluk, mutsuzluk, teslim oldukları kaderleriyle baş başa kalma ve zaman zaman isyan duygusunu kontrol edemedikleri bir yaşam ve o yaşamın getirdiği bir kültür içinde hem kentli olamamışlar hem köylü kimliklerini yitirmişlerdi.

Arabesk Yaşamın Müziği

Bu yıllarda sinemamız, Türkçeleştirilmiş müzikleriyle Mısır, “Avaramu” şarkısıyla ikonikleşen Hint filmleriyle tanışmıştı. Bu filmlerdeki Arap ve Doğu müziğinin esintileri, geleneksel sanat müziğinin ezgileri ve türkülerimizin ritmik yapısıyla eğitilmiş kulağımıza pek ters gelmemişti. Daha sonraları Batı müziği çalgılarının sesleri de eklenince arabeskin müzikal altyapısı tamamlanmış oldu. Arabesk, büyük kentlerin periferilerinde yığılıp kalan hayal kırıklığı içindeki yoksulların, huzursuzların, mutsuzların, tutunamayanların psikolojilerinde zaman zaman patlamalara yol açsa da sakinleştirici etkisiyle tevekkülü telkin ediyordu:

“Sevda yüklü kervanlar / Senin kapından geçer”di, “Bu han garip yatağı / Bülbül derdim ortağı”ydı ve “Eller erdi murada / Ben murada ermedim”di.  Ama olsundu, kaderdi bu, sakince kabullenmek gerekirdi: “Bir zamanlar benim sevgilimdin / Yanımdayken bile hasretimdin / Şimdi başka bir aşk buldun / Mutluluk senin olsun.” Bazen garipler de kaderlerine başkaldırabilirlerdi:  “Hor görülenlerin Tanrım isyanıdır bu / Sevip sevilmeyenlerin feryadıdır bu / Düzensiz dünyanın günahıdır bu / Yakarsa dünyayı garipler yakar”dı. Öyleyse “Batsın”“bu dünya!”

Hızla popülerleşen arabesk, aydınlar katında biri sosyolojik, diğeri müzikal iki tepkiyle karşılandı. İlki, Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor W. Adorno’yu izleyerek bu popüler müziğin halk yaratısı değil, bir piyasa üretimi olduğunu ve bu müziğin insanların düzene karşı tepkilerini yumuşatarak onları düzen içi kıldığını öne sürdü. Diğeri ise seçkinci bir yaklaşım geliştirerek müziğin eğitimli, uzman kişilerin işi olduğunu savladı. Onlara göre arabesk müzik “yavşaklık”tı.

Arabeskin Dönüşümü

Kırsal yaşam ile kent sosyolojisi arasında sıkışakalan insanların yaşam kavgalarını, acılarını, umut ve umutsuzluklarını, aşklarını ve isyanlarını kendi tarzlarıyla dile getiren arabesk müzik şarkıcıları, özellikle 1970’li yıllarda, o yaşamın içinde ve etkisinde kalan geniş halk kesimlerinin büyük ilgisine mazhar oldu. Ancak bu ilgi, o yıllarda henüz bu denli liberalleşmemiş, dinselleşmemiş, Cumhuriyet devriminin seküler bir yaşam ve kültür inşa etme hedefinden, bilimsel ve aydınlanmacı eğitiminden bu denli uzaklaşmamış olduğundan Cumhuriyet değerlerinde direnmeye devam eden kurumlarında bir karşılık bulamadı. Bu nedenle arabesk müzik, kendine resmi alanda ve yayınlarda yer edinemeyince özel girişimcilikte bir zemin kazanıyor, kendine özgü bir sektör oluşturuyor, sinemada kendine alan açıyordu.

Dünya genelinde kapitalizmin yaşadığı bunalımı neoliberal bir atılımla aşma eğilimi güçlenince, kamusal ekonomilere ait kaynaklar özel sektöre aktarılmaya başlandı. Sosyal devlet olma zeminini ve yeterliğini yitiren Türkiye, dâhil olduğu sistemin bu yükselen dalgasından, emekçilerin karşı durmasına rağmen bağımsız kalamadı. 12 Eylül darbesiyle özelleştirme ve neoliberalleşme kurumsallık kazandı.

Neoliberalleşmenin kültürel plana yansıması çok gecikmedi. Resmi yayınlarda arabesk yasakları bir bir kaldırılmaktan başka, devletin bizzat kendisi “acısız arabesk” üretmek üzere sanatçı (Hakkı Bulut) görevlendirdi! Bu arada pop müzikten de alacağına alan arabesk, gelişen video teknolojisiyle filmlerini, yaygınlaşan özel televizyon ve radyolar aracılığıyla müziğini daha geniş bir alana yayma şansı buldu. O kadar ki, Türkiye’nin devrimcileri, Marksistleri bile devrimin dinamiği olan işçi sınıfına bu müzikle ulaşabilirdi. Ahmet Kaya işte böyle duyguların taşıyıcısıydı.  

Arabeskin Sineması

Muhsin Ertuğrul’un çektiği 1931 Mısır-Yunanistan-Türkiye ortak yapımı olan, aynı kadına âşık iki kardeşin yaşamlarında meydana gelen sıra dışı olayları konu edinen, sinemamızın “tiyatrocular dönemi”ne ait ve ilk sesli filmi İstanbul Sokaklarında’ya kadar uzatabileceğimiz arabesk damar, 1970’lerin başlarında Orhan Gencebay’lı Bir Teselli Ver’le, sonlarında Müslüm Gürses’li İsyankâr’ından geçerek Küçük Emrah, Ceylan ve Bergen’lerle 1980’lere geldi. 1980’ler boyunca sinemamızı dolduran şarkıcı oyuncuların arabesk temalı filmlere noktayı, tam bir paradoksla yine “Arabesk” (1988) filmi koydu. Ertem Eğilmez’in bu yapıtı, özeleştiri bağlamında müzikal parodinin ender örneklerindendi.

Ertem Eğilmez’in açtığı bu yolda artık arabesk, bu tür filmlerin teması değil, konusu olmaya başlamıştı. Senaryo arabesk yaşamın ürettiği olaylara ve kültüre dayanmıyor, doğrudan bu yaşamın yarattığı kültürün temsilcisine yöneliyordu. “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmenleri” kuşağının aşk filmleriyle büyüyen yeni kuşak yönetmenler, Türk sinemasında soğuyan arabeski ısıtmanın, farklı olduğu tartışılır, ama bir yolunu bulmuşlardı: Türün şarkıcılarının ölümlerinden sonra, biyografilerini temel alan filmler yapmak!

1995 yapımı ve Canan Gerede imzalı “Aşk Ölümden Soğuktur”, yönetmenin bütün itirazlarına karşın ilk Bergen filmi olarak kayıtlara geçti. İstanbul’da bir pavyonda dansözlük yapan Belgin’in yaşadıklarına odaklanan filmi için Gerede, “Bergen’e göndermeler olabilir, ama asla Bergen’in hikâyesi değil, yaşamındaki şanssız olaylardan esinlenerek yazdım senaryoyu.” diyordu (Aktaran Tunca Arslan, Aydınlık, 04. 03. 2022).

Bu ilk Bergen filmi çok fazla hafızalarda yer etmese de 2018’de senaryosunu Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi‘nin yazdığı, Hakan Kırvavaç (Ketche) ile Can Ulkay’ın yönettiği Müslüm, büyük bir etki yarattı. Film, tarifsiz acıları eşliğinde Müslüm Akbaş’tan Müslüm Gürses’e, Müslüm Gürses’ten Müslüm Baba’ya bir evrimi anlatıyordu.

Sonra 2022’nin başında Dilber Ay geldi. Kamuran Süner ile Nalan Merter Savaş’ın senaryosunu çekmek üzere yönetmen koltuğuna yine Hakan Kırvavaç oturmuştu. Göç, sevda doğa, ölüm, halk hikayeleri anlatan barak havalarıyla tanınan, Meyrik türküsüyle sevilip Tavukları Pişirmişem ile fenomen olan, TRT radyosunda başladığı kariyerini sunduğu televizyon programlarıyla sürdüren, 13 yaşında “satılarak” evlendirilen, şarkı söylediği için şiddet gören, tacizine uğradığı adamı yaraladığı için hapis yatan, kendi ayakları üstünde durmak için sürekli mücadele eden… kısacası yazının girişine yazdığımız kalıp senaryonun karakterinden biriydi Dilber Ay.

Gençliğine Zeliha Kendirci’nin, yetişkinliğine Büşra Pekin’in hayat verdiği film, tam bir romantizm karşıtlaştırmasıyla karakterleri iyiler ve kötüler olarak bölmekle kalmıyor, iyileri çok iyi, kötüleri çok kötü betimleme zafiyetine düşerek, bir biyografi filmi olmasına karşın izleyiciye sahihlik sorunu yaşatıyordu. Yine de Dilber Ay’ın şarkılarını başarıyla seslendiren Büşra Pekin’in oyunculuğunun yanına, babası rolünde oynayan ve geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Ayberk Pekcan ile ona anneliğin yakınlığını, sıcaklığını yaşatan ilk kocasının annesi rolünde Nursel Köse’yi de yazmadan geçmemeliyiz.

Belgin’den Bergen’e

Aile içi şiddete defalarca maruz kalmış kadınların biyografilerinden (hele onlar arabesk dünyasının sevilen, göz önündeki yıldızlarıysa) yapılan filmlerin aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadeleyi temel alan uluslararası “İstanbul Sözleşmesi”nden ülkemizin Cumhurbaşkanı kararıyla çekilmesinin ve olayların faillerine uygulanan “iyi hal” indirimlerinin toplumda yarattığı tepkinin de etkisiyle, ilgi görmesi doğaldır. Nihayet 2022’de Dilber Ay’dan hemen sonra gösterime giren, koca şiddetinin kurbanı güzeller güzeli Bergen’in tam bir arabesk filmlik yaşam öyküsünün beyaz perdede gördüğü yoğun ilgi de anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü Canan Gerede’nin Belgin Sarılmışer’inden Mehmet Binay ile Caner Alper’in Bergen’ine gelmiş bulunuyoruz.

Bergen biyografisinin beyaz perdeye bu ikinci aktarımında, sanatçının Belgin’den Bergen’e şiddet dolu 145 dakikalık yolculuğu, Sema Kaygusuz ile Yıldız Bayazıt’ın senaryosuyla daha bütünlüklü, daha belgeselci bir biçimde gerçekleşiyor. Yapımcı Mine Şengöz’ün üç yıldır hazırlamakta olduğu bu projede, senaristlerin ve yönetmen Mehmet Binay ile Caner Alper’in, şiddetin gösteriminden çok etkilerinin hissedilmesine odaklandıkları görülüyor. Bu tercih, filmin izleyiciyi arabesk öykülü filmlerin yarattığı türden bir özdeşleşme ve arınmanın içine değil, görece mesafeli bir bilince çekiyor; ancak bunun yanında film, maalesef izleyiciye bir sosyal arka plan üzerinde kadının durumunu tartışabileceği bir eleştiri alanı açmayı denemiyor.

Sosyal medyanın, filmlerinde yaptıklarından çok, yaşamlarında yaptıklarıyla ilgilendiği yönetmenler, son derece doğru bir tercihle, uygun olmasına karşın Bergen’de duygu sömürüsünden özenle uzak duruyorlar. Ne var ki Binay ve Alper, her ne kadar bütünlüklü bir dönem filmi olmasa da benzer yaşamların ve olayların üzerinde yükseldiği sosyal ve politik zemini es geçiyorlar. Bu es geçişle de psikolojik olarak baba boşluğunu, şiddet görse de bir başka erkekle doldurma gereksinimi içinde defalarca işkencecisine geri dönen Bergen’in acılarında feodal ilişkilerin ve kültür kalıntılarının etkisini yok saymış oluyorlar. Yönetmenlerin görmedikleri ya da görmek istemedikleri bir başka detay da Cumhuriyet değerlerinin son kurumlarından devlet konservatuvarında verilmekte olan nitelikli müzik eğitiminden uzaklaşıldıkça piyasanın yoz müziğine yaklaşıldığı ve geri ilişkilerin hüküm sürdüğü bir yaşamın içine düşüldüğüdür. Bizce vurgulanması gereken önemli bir sosyolojik veridir bu.

Ana karakterlere hayat veren, müzik tutkunu ve şiddet mağduru Bergen’de, onun şarkılarını da başarılı bir biçimde söyleyen Farah Zeynep Abdullah’ın; tek koruyucusu ve dayanağı olan annesi Sabahat Sarılmışer’de Tilbe Saran’ın; film boyunca adı hiç geçmeyen, kusursuz psikopat şiddetçisinde Erdal Beşikçioğlu’nun; feleğin çemberinden geçmiş dansöz Nadire’de Nergis Öztürk’ün başarılı performansları filmi izlenmeye değer kılıyor. Öte yandan müzik düzenlemede Mazlum Çimen’in, görüntü yönetiminde Mirsad Heroviç’in başarıları da yapıma değer katıyor. Bergen’in bıçaklı saldırıya uğradığı konser sekansının inandırıcılıktan uzak ve çok zayıf kaldığını belirtmeden geçmeyelim.

Biyografiden Sinemaya

Arabesk filmlerin Türk sinemasında üç evresi var: Birincisi, arabesk yaşam biçimi ve o yaşam biçiminin zengin, fakir, tesadüf, inanılmaz gibi olgularla örgülendiği konuları ele alan filmler ki bu evrenin Hint ve Mısır yapımlarıyla Yeşilçam sinemasını etkilediğini söyleyebiliriz. İkincisi, arabesk müziğin şarkılarını icra eden popüler yıldızların başkarakterleri canlandırdığı filmlerdi, 1970’lerin başlarından 1980’ler boyunca süren furyada Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Küçük Emrah’larla devam etti. Uzun bir aradan sonra arabeskin sinemaya üçüncü dönüşü ise, ikinci evredeki başkarakterleri canlandıran arabeskçilerin biyografilerine dayanan, kurgu belgesel diyebileceğimiz filmlerle oldu ki bu yazının konusu olan Müslüm, Dilber Ay ve Bergen’le örneklendirilebilir.

Ayla ile iyi bir gişe yapan Dijital Sanatlar’ın bir yapımı olan, çekimleri 2017’de tamamlanıp 2018’de gösterime giren Müslüm Baba (Sıfat, addan sonraysa addan önemli oluyor.) üçüncü evreyi başlatan film oldu. Bu filmde anlatılan, Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinin Fıstıközü (Tisa) köyünde başlayan yaşamı, bu tür filmlerin senaryoları için biçilmiş kaftan olan Müslüm Akbaş’ın, önce Müslüm Gürses, daha sonra Müslüm Baba oluşunun, yine acılarla dolu hikâyesiydi. Hikâyeyi sinema, televizyon dizisi ve reklam dünyasından Gürhan Özçiftçi ile edebiyat ortamından gelen Hakan Günday, küçük dokunuşlarla senaryoya dönüştürdüler. Yönetmen koltuğuna da daha sonra Dilber Ay’ı çeken Hakan Kırvavaç (Ketche) ile ondan önce 90. Akademi Ödülleri’nin “Yabancı Dilde En İyi Film Ödüllü Ayla’dan tanıdığımız Can Ulkay birlikte oturdular.

Dünyada “Father of Arabesque” adıyla tanınan Müslüm Gürses’in yoksulluk, göç, şiddet dolu 60 yıllık biyografisinden yapım ekibinin seçtiği olay halkalarıyla özetleyecek olursak, filmin yer ve tarih belirtilerek belgesel bir nitelik kazandırılan, ama kronolojik bir sıra izlemeyen, ileri geri sıçrayışlarla ilerleyen hikâyesi şöyle:

“Bu resimden hayatta bir ben kaldım.”

1978 Tarsus, Müslüm (Şahin Kendirici, Timuçin Esen) pavyonda çalışmaktadır. 1959 Urfa, kardeşi ölür. 7 yıl sonra Adana, babası (Turgut Tunçalp) ailede şiddet uygular. Babasından kaçarken Adana Halk Evi’ne sığınır, saz hocası Limoncu Ali’yle (Erkan Can) tanışır. Onunla sinemada sahneye çıkar. Muhterem Nur’un rol aldığı filmleri aşkla izler. Babası cezaevinden çıkar. 1967 Mayıs, katıldığı ses yarışmasında birinci olur. Babası annesini (Ayça Bingöl) ve henüz bebek olan kardeşi Ezo’yu öldürür. 9 ay sonra Konya, Kardeşi Ahmet’i (Taner Ölmez) yatılı okula kaydettirir. Halk Evi’nde sahne adını seçer: Müslüm Gürses. 1975 Adana, Ahmet, Konya’dan döner, bir daha gitmek istemez. Müslüm, trafik kazasında ağır yaralanır, öldü sanılarak morga konur, son anda fark edilerek ameliyata alınır. Beynini koruyan alın kemiği dağılmıştır. 3 yıl sonra yüzde 50 işitme kaybı, tat alma duyusunun yitimi, ağır konuşma ve alnında bir platinle sahneye döner. Aynı yıl İstanbul’a gider, plak yapar. 1979, İsyankâr filmini çeker. 1980, 12 Eylül darbesi olur. 1982 Malatya, Muhterem Nur’la (Zerrin Tekindor) turnede tanışırlar. Yaşadıkları acıları paylaşırlar. Muhterem Nur’a evlilik teklif eder, evlenirler. 1989 Gülhane Konseri, jiletçi fanlarından birinin bıçaklı saldırısına uğrar. Bir kriz anında Muhterem Nur’u döver, anımsamaz. Suçluluk duygusuyla mutsuzdur. Muhterem döner, barışırlar. 11 yıl önce, babası afla hapisten çıkar. Ahmet askerden kaçar, babası ihbar eder, çatışmada ölür. 2006 Harbiye Açık Hava Konseri.

Kardeşi Ahmet’in Konya’dan gelirken getirdiği “Canım ağabeyime…” diye imzaladığı Yunus Emre kitabını elinden düşürmeyen Müslüm Gürses, neredeyse Yunus’ça bir yaşam felsefesini benimser: “Ben gelmedim dava için benim işim sevi için” diyen Yunus gibi o da kimse hakkında kötü düşünüp kötü konuşmaz, kendisini bıçaklayan sevenini bile affeder, ondan şikâyetçi olmaz.

Görüldüğü gibi, arabesk müzik yıldızlarının acılarla, tesadüflerle, aşklarla, pişmanlıklarla ve şiddetle dolu yaşam öyküleri birbirlerinden çok da farklı değildir. Bu yaşam öykülerinden, senaryo ve sinema yaklaşımları yakın olan senarist ve yönetmenlerin filmlerinde de sinemasal anlatım, duyarlık ve vurgu ortaklıkları gözden kaçmaz. Bergen’de devlet konservatuvarının eğitiminden ayrılmakla gelen arabesk müzik ve yaşam tarzına yönelme nasıl önemsenmemişse, Müslüm’de de Cumhuriyet’in kültür kurumları olan Halkevleri’nin müzik terbiyesinden, türküden ayrılmakla benzer bir kariyer ve yaşam tarzına, arabeske savruluş aynı biçimde görmezden gelinir.

Öte yandan filmde Müslüm Gürses’in yaşamının son 13 yılı neden yok sayılmıştır, merak konusudur. Oysa 2000’den sonra Müslüm Gürses’in şarkıları popüler müzikle buluşur ve bu müzikal biyografisinde önemli bir buluşmadır; Kayahan’dan Livaneli’ye, Teoman’dan Tarkan’a, Yeni Türkü’den Sezen Aksu’ya pop müziğin birçok rengini içerir.

Müslüm ve Bergen filmlerinde ortaklaşılan sinemasal yaklaşımları, vurguları şu biçimde listeleyebiliriz: Belki telif sorunu nedeniyle şarkıcıları canlandıran oyuncuların onların şarkılarını kendilerinin seslendirmesi. Aynı şarkının, farklı sekanslarda kesilmeden sürmesi. Şöhretin gazino afişlerinde ad/resimlerle ve gazete haber/yorumlarla gösterilmesi. Zenginleşmenin araba sahibi olmak/özel şoförü bulunmakla temsili. Sahnede bıçaklı saldırıya uğrama. Sosyal/müzikal arka planı es geçme. Aile içi şiddet. Acıları alkolle bastırma isteği. Babasızlığın boşluğunu kocayla (Bergen), annesizliğinkini kendisinden 21 yaş büyük sevgiliyle (Müslüm) giderme eğilimi.

Oyunculukta Zerrin Tekindor, Muhterem Nur’dan çok kendini; Timuçin Esen kendinden çok Müslüm’ü oynuyor. Kamera, Esen’in vücut dilini doğru açılardan yakalayınca o dil daha etkili oluyor. 1970’li yıllara ait dekor, kostüm ve makyajlar bir dönem filmine yakışır çizgiyi yakalıyor. Babasının evde estirdiği terörün, kedinin güvercin kafesine girmesiyle; sevgilinin evi terk ederkenki hüznün, heykelin düşüp kırılmasıyla; özlem ve yalnızlığın, ipe asılmış tertemiz çarşaflara annenin görüntüsünün yansımasıyla; sevinç ve mutluluğun, güvercinlerin havalanmasıyla eğretilenmesi… başarılı bir sinema dilinin örnekleridir. Kimi sahnelerde kullanılan hareketli kamerayla duygunun seyirciye etkili biçimde aktarıldığını da kaydetmek gerekir.

Kaçıyor musun kovalıyor musun?

Müslüm’ün dram filmleri listesinde tüm zamanların seyirci rekortmeni olması bir yanılsamaya yol açmamalıdır. Müzik, içinde üretildiği kültürün tarihsel, sosyal, politik altyapısından ayrı düşünülemez. Bu bağlamda arabesk müziğin bu topraklarda mutlaka bir karşılığı vardır. Bu müziği yaratan maddi manevi süreçler görmezden gelindikçe, üreticisi ve alıcısının toplumsal konumları belirlenmedikçe, yönetmenler ve senaristler bunları es geçtikçe anlatılanlar bireysel bile değil, kişisel dramlar olarak kalacak, ne tarihte kalıcılık ne toplumda iz bırakacaktır.

Müslüm’ün yönetmenleri Müslüm Gürses’in yaşıyorken, biyografisinin filme alınmasını, babasının annesini öldürmesi olayına yer vermesi nedeniyle kabul etmemesini ve bu yöndeki vasiyetini nasıl aştıkları sorusunu duymazdan gelseler de olur; ama bu üç filmin yönetmeni, Limoncu Ali’den mülhem şu soruyu dürüstlükle yanıtlamalıdırlar:

“Kaçtığınız için mi buraya geldiniz, yoksa kovaladığınız için mi?”

“Sinemada Arabesk” için 2 yorum

  1. Acı, şiddet, arabesk müzik filimler derken dünden günümüze kadar gelen iyi bir yolculuk çok sevdim ben bu yolculuğu iyi ki yazdın ben de çok etkilendim kalemine kuvvet yüreğine saglık kal sağlıcakla öptüm iyi bayramlar diliyorum…

Kenan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir