21 Mart’ta halk şiirinin son temsilcisi Aşık Veysel öldü (1973), 40 Kuşağı’nın toplumcu şairi Cahit Irgat doğdu (1916). 21 Mart nevruz, yeni gün, doğanın uyanışı, bahar bayramı ve Nezaket Günü… Ama bizce 21 Mart, sadece Dünya Şiir Günü. Lee Changdong’un 2010 Güney Kore yapımı Si (Şiir, Poetry) adlı filmiyle nezaket timsali bir şair adayının peşinde, şiirin izini sürmenin, bireysel ve toplumsal etkileri üzerine düşünmenin tam zamanı.
şiir
“biliyorum matarada su torbada ekmek ve kemerde kurşun değil şiir ama yine de matarasında suyu torbasında ekmeği ve kemerinde kurşunu kalmamışları ayakta tutabilir…”
Dizeler, toplum içinde insanın, yaşadığı maddi hayata dair birçok zorluğun üstesinden gelebilmesinde, kişinin maddi gereksinimlerini karşılamasında şiirin işlevine dair oldukça iyimser bir yaklaşımı dile getiriyor. Yaklaşım, toplumcu gerçekçi şiirimizin önemli şairi Hasan Hüseyin Korkmazgil’e ait. Dizeleri kuran sözcükler sözlük anlamlarıyla donakalınca ve şiirin başlığı “Karagün Dostu” olunca, ilk cümlenin yargısı tüm tartışmalara kapılarını sımsıkı kapatıyor. Peki, toplumun maddi yaşam koşullarıyla doğrudan ilintili olan, insanın içine bakan yönü için de şiir, “matarada su, torbada ekmek, kemerde kurşun” olabilir mi? Yoksa bu bağlamda şiir insanın topluma, insana ve kendine yabancılaşmasının bir engeli midir?
Bu yazıda, genel olarak sanatın her türü için sorulabilecek bu çetin soruların yanıtını, Güney Kore sinemasının önemli yönetmenlerinden Lee Changdong’un 2010 yapımı Si (Şiir, Poetry) adlı filmi üzerinden “şiir” bağlamında arayacağız. Ararken de sanatsal türlerin anlamlandırma özgüllüklerine ve “şiirsel sinemanın (!) önde gelen isimlerinden” Tarkovsky’e saygıyla sinema ve şiir gibi bu iki türü karşılaştırma, ilişkilendirme gibi gereksiz işlerden uzak duracağız. Her ne kadar diğer türlerin şiirden doğduğunu, şiirinse bilinen en eski örneğinin MÖ 2100’lere dayandırılan ve temel teması “ölümsüzlük sırrını ele geçirmek” olan Sümerlere ait Gılgamış Destanı olduğunu biliyorsak da 4122 yıl sonra tüm sanat türlerine hâlâ özgüllüklerini teslim etmemek yanlış olur.
Popüler Kültür Fırtınası
Yazımızın konusu olan Si (Şiir, Poetry) filmi, çok farklı tarihsel dönemeçlerden geçmiş Kore tarihinin kadim kültüründen hızlı kopuş yaşadığı direnme noktasında duruyor. 2012’den beri 4 milyardan fazla Youtube tıklamasına ulaşan PSY’nin Gangnam Style şarkısıyla sıçrayıp popülerleşen, bunu BTS ve diğer K-Pop gruplarıyla sürdüren Güney Kore, bugün dünyaya 12,3 milyar dolar popüler kültür ihraç ediyor. Ülkemizi de önemli ölçüde etkisi altına alan bu popüler kültür fırtınasının sinemasından yapılan 7. Koğuştaki Mucize, Mucize Doktor, Evim Sensin, Kiraz Mevsimi gibi uyarlamalar da hatırı sayılır izleyiciye ulaşıyor. Twitter’in 2020 verilerine göre Türkiye’nin, K-Pop’un en çok konuşulduğu 12. ülke olduğunu da ekleyelim.
1910’a kadar esas olarak Goryeo ve Joseon hanedanları tarafından yönetilen ve bu tarihten sonra Japon İmparatorluğu’na katılan Kore yarımadası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir bölümü Sovyetler Birliği’nin (Kuzey Kore) bir bölümü Amerika’nın (Güney Kore) kontrolünde aynı halka iki ayrı yurt oldu. 1990’a kadar asker kökenli diktatörler tarafından yönetilen Güney Kore, bu sürede hem büyük bir ekonomik kalkınmaya imza attı hem de toplumda sınıfsal farklılıklar ayyuka çıktı. Tabi bu süreçte otoriter rejim muhalefeti, orta sınıfları, işçileri, üniversite öğrencilerini de yanına çekerek genişledi ve ülke 1980’deki Gwangju ayaklanması gibi sert protestolara sahne oldu.
Bağımsız Güney Kore Sineması
Toplumdaki derin sınıfsal ayrışma ve hareketlilik bakımından Türkiye ile benzerlikler gösteren Güney Kore’de sinema, 1990’ların sonlarında türlü deneysel yaklaşımlarla bir nitelik sıçraması yaşarken aynı zamanda bu sınıfsallığı elle tutulacak denli somut kıldı. 2019 yılında vizyona giren ve Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye, 92. Akademi Ödülleri’nde, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film, En İyi Orijinal Senaryo ödüllerini kazanan Bong Joonho’nun yönettiği Parazit, geniş kitleler için sınıfsal ayrışmanın somut göstereni oldu. Güney Kore’nin son fenomeni Squid Game ise, kapitalizmin çıldırıp insanlıktan çıktığını gösteren konusuyla yine kapitalizmin bir ürünü olan dijital yayın platformu Netflix’e maliyetinin 40 katını kazandırdı!
Son yirmi yıl içinde Güney Kore’de Hollywood filmleriyle birlikte Hong Kong film endüstrisi de yerli pazarda egemenliklerini Kore sinemasına terk etmek zorunda kaldı. Bunda, yeni dönem sinemacıların, Çinli ve yerli şirketlerin yatırımlarının, devlete bağlı kültür ajanslarının yürüttüğü çalışmaların yanında en büyük pay, gelişmiş sinema kültürüne sahip izleyicilerindi kuşkusuz. Sahnelemeden, set tasarımından ve sinematografiden asla ödün vermeyen Güney Kore sinemasının en önemli özelliği, türlere ilişkin farklılıklara aldırmayan karma yapısı, sunumun tek tipleşmemesi ve yaratıcı hikâyeler anlatmasıdır. ABD’nin başlıca ticaret ortaklarından biri olmasına karşın Güney Kore sinemasının bu haliyle, Amerikan sinemasından en bağımsız Uzakdoğu sineması olduğunu söyleyebiliriz.
Auteur Yönetmen Lee Changdong
Lee Changdong 1954 doğumlu, edebiyat öğretmeni ve romancı. Gazetelere köşe yazıları da yazdı ve otoriter yönetimler yanında neoliberalizmi topa tuttu. Kısa bir dönem Kültür Bakanlığı da yapan Lee, 1990’lı yıllarda senaryo yazarlığı ve yardımcı yönetmenlikle başladığı sinema kariyerinin ilk filmini 40 yaşında çekti ve Güney Kore’nin auteur (yaratıcı/yazar) yönetmenlerinden oldu. Toplumsal olayların birey üzerinde yarattığı örselenmeleri, dışlanmış ve yalnızlaşmış karakterlerin hikâyelerini odağına aldı. Bu örselenmelerin, yalnızlıkların ilacını, silkinip kendini yeniden yaratmakta arayan ve bulan karakterleri anlattı. Bunu yaparken roman yazarlığının da desteklediği, incelikli anlatımı, yarattığı karakterler ve alt hikâyelerle zenginleştirdiği bir filmografi inşa etti. Ülkesinin toplumsal yapısını ve insan varlığını yüksek çözünürlükte bir netlikle yansıtarak günümüzün önemli sinemacılarından biri oldu.
İyi dinleyen, az konuşan, mütevazı bir kişiliğe sahip olan Lee’nin çıkış filmi Yeşil Balık (1997) gangster, ikincisi Nane Şekeri (1999) polisiye filmlerdi, ama her ikisi de sosyal iletilerle doluydu. Yönetmen, davranış bozuklukları nedeni ile ailesi ve toplum tarafından dışlanmış bir gencin yaşadıklarına odaklanan 2002 yapımı Oasis (Vaha) filmiyle birçok festivalden ödülle dönerek sinema kariyerinde kritik bir başarı elde etti. Çocuğuyla birlikte yeni taşındığı Milyang’a uyum sağlamaya çalışan dul bir kadını anlattığı, 2007 yapımı Secret Sunshine’den (Gizli Güneş, Milyang) sonra son iki filminde kamerasını edebiyata, kültüre çevirdi ve bu temalar aracılığıyla yaşadığı zamana tanıklık etmeyi amaçladı. Bunlardan ilki yazımızın konusu, 60’lı yaşlarında dul bir kadın olan Mija’nın gerçeklikle zorlu ilişkisini anlattığı 2010 yapımı Si (Şiir, Poetry); diğeri bundan 8 yıl sonra çektiği, Haruki Murakami’nin Barn Burning (Ahır Yakma) adlı kısa öyküsünden uyarladığı, genç bir yazarın roman yazma serüveni arkasında, gelir dağılımı son derece bozuk Güney Kore’nin sınıfsal fotoğrafını çektiği son filmi Burning (Şüphe).
“Acayip Acayip Konuşmak”
Lee Changdong’un senaryosunu yazıp yönettiği, belli başlı film festivallerinde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu dallarında 30’dan fazla ödüle layık görülen, Yoon Jeonghee’nin 16 yıl sonra başrol oynadığı Si’ye (Şiir) dönebiliriz artık: Nehrin kenarında oynayan çocuklardan nehrin akışına kayan ve suyun üzerinde bir genç kız cesedine yakın plan yapan, gösterdiği nehir kadar ağır akan bir sekansla açılır film. Sonra orta yaşı biraz aşmış, bakımlı, temiz ve renkli giysiler içinde; yüzünden güzellik, ruhundan iyimserlik akan Yang Mija’yla (Yoon Jeonghee) tanışırız hastanede doktor için sıra beklerken. Kolundaki ağrı şikâyetiyle gelmiştir; ama doktor, kimi sözcükleri unuttuğunu fark edince kendisine Alzheimer başlangıcı olabileceğini söyler ve büyük bir hastanede muayene olmasını önerir. Bayan Mija burada, yanında küçük bir çocukla ayakta duramayacak kadar perişan, ağlaya ağlaya gözyaşları kurumuş bir kadını fark eder. Yakınındakiler, bir tiyatro izler gibi tepkisiz izlemektedirler. Yönetmen, bu ve az sonra Mija’nın gördüklerini anlattığı markette insanların dinleme zahmetine bile girmedikleri duyarsızlıklarının yer aldığı sekansla topluma ilk tokadı atar.
Yang Mija, eşinden ayılmış ve başka bir kentte yaşayan kızının lise öğrencisi oğlu John-wook (Lee David) ile yaşamakta; devlet yardımı ve kısmi süreli çalışmayla yaşlı adam Kang’ın (Kim Heera) bakıcılığını yaparak geçimini sağlamaktadır. Otobüsten indiği durakta bir ilan görür: “Edebiyat Kursu, siz de şair olabilirsiniz!” Eve gelip de torununa, köprüden atlayarak intihar eden okulundaki kızdan söz edince, aynı tepkisizlikle karşılaşır. Bütün bu vurdumduymazlıklar Mija’yı, topluma ve diğerine yabancılaşmanın ters yönünde yer alan, en azından geniş okur kitlesince böyle algılanan şiire iter. Telefonda kızına edebiyat kursu ilanını heyecanla anlatır: “Şair damarı var bende; çiçekleri sevmemden, acayip acayip konuşmamdan belli.”
Böylece daha kurs başlamadan Mija’dan ilk şiir dersini almış oluruz: Toplumsal katılıklara karşı, doğaya ve tüm canlılara duyarlıkla yaklaşmak, şair damarlı olmanın ilk özelliğidir. Ama bu kadarı her insanda olabilir, bu şiir için yetmez. Sıradan sözler söylemekten, yani standart dilden uzaklaşmak da gerekir; hatta dilsel sapmalarla imgesel örüntüler kurmak, şiire özgü bir dil oluşturmak, yani “acayip acayip konuşmak” da lazımdır.
Mija’nın şair damarı gerçekten de şiir gibi konuşmasından bellidir: Kayısıları yerde görünce, onların özlem dolu olduklarını düşünür. Kendilerini yerlere atarak, ayaklar altında kalıp ezilmişlerdir. Bir sonraki hayatlarına hazırlanıyorlardır. İlk bakışta kayısılarda fark ettiği şey budur. Kayısı ağaçlarının yanında, halk arasında “kirli hanım çiçeği” (!) olarak bilinen zinya çiçeği bahçesi de vardır; etrafı ne güzel bezemişlerdir zinyalar. Böyle bir güzelliğin içinde yürürken kendini kutsanmış gibi hisseder. Çiçekleri seyretmek onu o kadar mutlu eder ki canı yemek yemek bile istemez.
Bakmak Görmek Değildir
Kore edebiyatının çağdaş şairlerinden Kim Yongtaek (Kendisi), kursun ilk gününde şiire çok daha temel bir noktadan başlar, şiir yazabilmek için iyi bir gözlemci olmak gerektiğini vurgular. Bir şeyi görmek demek, onu duyumsamak demektir. Bizi şiire taşıyacak olan bu duyumsamadır. Kim, bunu elma örneği üzerinden somutlaştırır. Kursiyerlerin hiçbiri daha önce bir elma görmemişlerdir! Evet, belki binlerce kez elmaya bakmışlardır ama görmemişlerdir; çünkü bakmak, görmek değildir. Bir nesneyi görmek, onun özünü bilmek, onunla ilgilenmek, onu anlamak, onunla iletişim kurmaktır. Ona bakmak, gölgesini gözlemlemek, her bir kıvrımını hissetmektir… Şiir için her şeyden önce gerekli olan budur.
Sonra Kim Yongtaek’e göre boş, beyaz bir kâğıt, içinde büyük potansiyel barındıran, henüz inşa edilmemiş bir dünyadır; sizin tarafınızdan orada kurulmayı, yaratılmayı beklemektedir. Şiir için bir kâğıt ve bir kalem hazırlayıp doğru anın gelmesini beklemeli, o an geldiğinde yazmalıdır. Şiir yazmazsanız şiiri bilemezsiniz. Bu nedenle bilmek için mutlaka yazmanız gerekir… Şiir yazmak bir bakıma keşfetmektir, günlük yaşantımızda karşımıza çıkan her şeydeki güzelliği keşfetmek; yalnızca güzel görünenleri de değil, her şeyi… Herkes kalbinde şiir barındırıyordur; şimdi şiiri özgür kılmak vaktidir; içlerinde sıkışıp kalmış şiirler kanatlanıp uçmalıdır… “Kursun sonunda hepinizden birer şiir yazmış olmanız beklenir.”
Kim, kursiyerleri uyarır, durup ilhamın kendiliğinden gelmesini beklememelidirler; çünkü ilham kendisi gelmez, kendiliğinden ortaya çıkmayacak kadar nazlıdır o. Onun ayağına gidip yalvarmak gerekir. Tabi bunun da bir garantisi yoktur! İyi ama nerededir ilham, nerede aranacak, nerede bulunacaktır? O, belli bir yerde değildir. Bulmak için her tarafı aramak gerekir. “Ben buradayım.” demez hiçbir zaman; ama çok uzakta da değil, yakınlarda bir yerdedir. Orada hemen yanı başında, onu bir bulaşık leğeninde bile görebilirsiniz! Şair bunları söyleyerek, şiirin salt bir düşünsel etkinlik olmadığını ima eder. O gözlemleyebildiklerimize dâhildir, gözlemleyip çözümleyebildiğimiz günlük yaşamın içindedir yani; hatta daha çok o yaşamın zorluklarındadır… Görmeyi bilirlerse şiiri bulabilirler!
Şiir ve hayat
“Çiçeklerden ve garip şeylerden söz etmeyi hep sevmiş” olan Mija’ya, üçüncü sınıftayken sonbaharda yapılan şiir yazma yarışmasından sonra öğretmeni, günün birinde şair olacağını söylemişti; ama şimdi neden şiir yazmayı öğrenmek istediğini kendisi de merak etmektedir. Şair olmak iddiasında değildir, şimdilik hedefi kendisinden beklenen şiiri kursun sonuna kadar yazabilmektir.
Mija’nın bu şiiri yazma süreci, aynı zamanda yaşamın en çirkin yüzüyle karşılaştığı süreçtir. Çünkü kendini köprüden nehrin soğuk sularına bırakan kızın intiharına, aralarında torunu Wook’un da bulunduğu altı erkek öğrencinin aylarca devam eden tecavüzlerinin neden olduğunu öğrenecektir! Daha kötüsü, kapitalizmin toplumda derinleştirdiği sınıfsal ayrışmanın yarattığı, çocuk denecek yaşlara kadar yürümüş insani değerlerdeki çürümenin, yine kapitalizmin yarattığı maddi güçle örtülmek istenmesidir. Okul yönetimi bu tecavüz olayını duyulup yayılmadan kapatmak, emniyet sorunu dallandırıp budaklandırmamak, kızın ailesinin yoksulluğunu fırsat bilen diğer beş erkek çocuğun babaları, aralarında para toplayıp bu yoksul aileye vererek çürümeyi görünmez kılmak, bundan sonraki yaşamlarına hiçbir şey olmamış gibi devam etmek istemektedir. Bütün bunları öğrenen Alzheimer’li Yang Mija, bu “unutturma” eylemine, payına düşen parayı vererek ortak edilmek istenir.
Toplum, konformizmi için Alzheimer’i bir sığınak olarak görmekte, kurumları ve bireyleriyle “unutmanın” güvenli limanına koşmaktadır. Henüz adları unutmaya başlamış olan Mija’nın ruhu altüst olmuştur. Bu altüst oluşla da şiiri aradığı elmaya, kayısıya, kuşa, yağmura… kısacası doğaya toplum ve insan da eklenir. Demek şiir bir de buralardadır, insanda ve onun toplum içindeki konumundadır.
şiir hatırlamaktır
Kursun sonuna kadar yazması gereken o tek şiiri, tecavüzün utancına dayanamayıp intihar eden genç kızla kurduğu empati sürüklemektedir. Şimdiye kadar hayata, kayıtsız kalmasa da elmaya baktığı gibi “yargısız” bakmış, orta yaşı aşmış bu dul kadın, henüz çocuk denebilecek yaştaki kızın yaşadığı bu ağır travmayı ruhunun derinliklerinde yaşamış ve bu yüzden büyük bir değişim sürecine girmiştir. Hastalığı belleğindeki adları ve eylemleri alıp gitmeden bu şiiri yazmalı, yaşamı anlamlandırma olanakları olan tüm sözcükleri, belki de son kez hatırlamalı ve etkili bir biçimde kullanabilmelidir.
Yönetmen Lee Changdong, toplumsal cinsiyetçiliği, bunun neden olduğu bir utancın üstünü parayla kapatma başarısından duyulan “mutluluğu”, bütün bunları ahlakçı bir yaklaşımdan uzak, anlattığını ve anlatımını ağlatıya dönüştürmeden; ama şiire özgü derin bir duyarlılıkla işler. Sinemanın anlamlandırma olanaklarıyla şiirsel bir dil değil, şiirsel bir etki yaratmayı başarır. Bu başarıda, hiç kuşkusuz 1990’ların sonlarında belirmeye başlayan “Güney Kore Yeni Dalgası” diyebileceğimiz, minimalist tarzın ve yaratıcı yönetmen marifetinin payı vardır. Lee, köşesiz bir mizansen çalışması, yerinde ve dozunda müzik uygulaması, doğal bir oyunculuk yönetimiyle yarattığı atmosfer içinde Mija’nın yaşadığı duygudaşlık deneyiminin ortağı kılar izleyiciyi.
Şiir Sevenler Derneği’nin haftada bir düzenlediği Şiir Dinletileri’ne de katılmaktadır Mija. Orada “Şiir yazmak, kışın gündönümünde şafak vakti buz gibi havada annemin pirinç yıkayan ellerini, şişmiş eklemlerini hatırlamaktır… Şiir yazmak, ağlarken uyanmaktır, gecenin derinliklerine tek başına… Titrerken tüm varlığınla bütün gece, ısıtmaktır pencerenin çıplak köşesini. Kokuşmuş suları pişmanlık duymadan boşaltmaktır. Hiçliğin ormanını yaratmaktır.” biçiminde şiir tanımlamaları yapılmakta ve eşini bulabilmek için günler boyu yaz mevsimini parçalarcasına ağlayan ve tutkuyla yaşayan yeşil renkli ağustos böceklerini anlatan “Arkanızdan seslenen ağustos böceğini duyarım ben. / Ağlar gözlerini ovuşturarak cır cır cır… / Geçen yazın unutulmayacak lekeleri parmak izlerimden silinirken / Ağustos böceği devam eder ağlamaya. / Ağlıyorum ben de kanatlarımı sürterek birbirine.” gibi şiirler okunmakta; şiir severler tam bir “katharsis” yaşamaktadırlar.
Bu şiirsel arınmayı bozan, şiiri kimi yönsemelerinin aracı kılan şiir severler de vardır. Bunlardan biri polis memuru Park Sangtae’dir (Kim Jonggu). O, şiire erotik, hatta pornografik anlamlar yüklemekten hoşlanır. Sadece şiire mi? Sunucunun okunan bir şiir için yaptığı “Soğuk duş etkisi yaratan oldukça sert bir şiir.” nitelemesindeki “duş” ve “sert” sözcüklerinden bile erotik anlamlar üretir. Mija’ya göre, buradaki herkesin şiiri sevmesine ve şiir sevgisinin de güzelliğin peşinden koşmak demek olmasına karşın, Sangtae hep böyle ağzı bozuk bir biçimde şiiri aşağılıyor gibidir. Aslında iyi yürekli biridir Bay Park, Seul Polis Merkezi’nde çalışırken rüşvet alanları rapor ettiği için bu kentteki bir karakola sürülmüştür. Maruz kaldığı yıkım karşısında yoksul bir aileyi susturan paranın hükmü, devlet dairesinde, hatta adalet ve güvenlik kurumunda da geçerlidir yani! Demek insani değerlerdeki kokuşma, kapitalizmin toplum yönetimindeki çürümüşlüğünden uzak değildir!
Alzheimer için yapılan test sonuçları pozitif çıkan Mija, şiirin yarattığı bu arınma içinde hastalığı kabul etmez; “Hayır, ben çok iyiyim.” diye itiraz eder. Doktora göre şimdi ara sıra sözcükleri anımsayamayan Mija, yavaş yavaş adları unutacak, sonra eylemleri… Tabi ki eylemin ne olduğunu biliyordur, ama adlar daha önemlidir. Bu nedenle hayatı anlamlandırdığı sözcükleri koruyabilmek için şiirle egzersiz yapmalıdır. Kolunun ağrısı için torunuyla badminton oynayan Mija, Alzheimer’e karşı da şiir yazacaktır. Çünkü unutmanın ilacı, durmadan anımsamaktır ve şiir unutmaya karşıdır. Kızına adeta müjde verir gibi anlatır: “Alo, hastanedeyim, test sonuçları için geldim. Doktor iyi olduğumu söyledi. Daha çok egzersiz yap, dedi. Doktor da şiir yazmam gerektiğini söyledi…”
Şiir Yüzleştirir
Sadece torunu da karıştı diye değil, ama içinde tecavüzü ve intiharı bütün ağırlığıyla taşımaktadır Mija. Wook’la bu konuyu ne zaman konuşmak istese, başarısız olur. Yine de adalet duygusu ile torunu Wook’a bağlılığı arasındaki gelgit bütün benliğini kuşatır. Terazinin torunundan yana ağır bastığı bir anda ailede açılan yaranın “tazminatı” için ödenecek paranın payına düşen 5 milyon Won’unu bakıcısı olduğu yaşlı ve hasta Kang’dan ister. Hatta bunun için karşılığında tıpkı genç kızın tecavüze uğradığı sırada yaşadığı muhtemel duyguyu kendisi de yaşayarak bu yaşlı adamla cinsel ilişkide bulunur.
Mija, parayı verir, ama içindeki kavga bitmez. Şiirin ruhunda yarattığı o saf adalet duygusuyla, torununu yıkayıp temizleyerek etkili bir ağırbaşlılık ve onurla polis memuru Park Sangtae’ye teslim eder. Film bu noktada kolayca basit bir suç filmine dönüşebilecek, böylelikle ruhsal arınmamız gerçekleşebilecek ve konu adalet terazisinde tartılarak seyircinin hakkaniyet duygusu doyurulabilecekken; yönetmen, sorunu suç-ceza ikileminin çok daha üstünde görerek sanata özgü düşünme, düşleme eylemimizde etkili bir deneyime yer açar.
AGNES’İN ŞARKISI Yang Mija Hava nasıl oralarda Issız mı yine? Ateş kırmızısı mı günbatımı? Orman yolunda kuşlar şarkı söylüyorlar mı? Kabul eder misin Yollamaya cesaret edemediğim mektubu? Dinler misin Söyleyemediğim itiraflarımı? Zaman geçecek, güller solacak mı? Şimdi elveda deme vakti Esip geçen yel gibi, gölgeler gibi. Tutulmamış sözlere, Sonsuza mühürlenmiş aşklara, Bileklerimi öpen çimenlere Ve beni izleyen küçük adımlara Elveda deme vakti. Karanlık çöküyor sanki. Mum yeniden yanar mı? Dua ediyorum Kimse ağlamasın diye, Bil diye seni ne çok sevdiğimi bil diye. Sıcak bir yaz gününün ortasında Uzun bir bekleyiş, Babamın yaşlı yüzüne benzeyen Eski bir patika. Yalnızlık da yabani bir çiçek gibi Ürkek, çeviriyor yüzünü. Nasıl sevdim seni? Sessiz şarkını duyunca Nasıl da titredi kalbim. Dualarım seninle… Kara nehri geçmeden önce Ruhum son nefesiyle, Parlak bir günün hayalini Başlıyorum görmeye. Yine uyandığımda, Işıktan gözlerim kör. Seni buluyorum, Bekliyorsun yanı başımda…
Nihayet Mija, henüz kelimeleri unutmadan, adları ve eylemleri yitirmeden kendisinden beklenen şiiri tamamlar. O, bunu dizelerinde Agnes’i yeniden var ederek, ama kendisini silerek, yoksa “unutarak” mı, gerçekleştirmiştir. Film, nehirle başladığı akışına, hayata ve şiire yakışır bir döngünün altını çizercesine yine nehirle biter!
Edebiyat Kursu’nun son günü, Mija’nın yazdığı şiir kendi sesiyle başlar, kurduğu duygudaşlığı güçlendirerek Agnes’in sesiyle devam eder. Kamera, Agnes’in kendini sulara bıraktığı köprüyü ve arkadan genç kızı görür; kız köprüye gelince döner, kameraya (bize) bakar ve bizi kendimizle yüzleştirir; tıpkı şiir gibi!
Şiir “matarada su, torbada ekmek, kemerde kurşun” değildir belki, ama derin bir yabancılaşmanın engeli olduğu bellidir.
Güney Kore edebiyatı şiiri filimleri hakkında bizi bilgilendirildiğin için teşekkür edrim kalın sağlıcakla Iyi günler