Duvar takviminin 365. yaprağını kopardığımız bu gün, yeni yıl nedeniyle, takvimleştirilmiş yaşamımız ve “zaman” üzerine düşünebiliriz bu iki parçalık yazıda. İlkinde “zaman”ı bilimsel bir terim ve felsefi bir kavram, ikincisinde şiirimizin bir teması olarak örnekleriyle ele alabiliriz mesela.
Zamanla
Bireysel, toplumsal etkinliklerin planlanıp bir takvime bağlanması, etkinlik programlarının uygulanmasında belli kolaylıklar sağladığı bir gerçek. En eski uygarlıklarda bile zamanın belli kesitlerle çerçevelendirilip adlandırılması, bu toplumsal yaşamın, kişiler ve toplumlar arasındaki ilişkilerin pratikleştirilmesi bakımından gerekli görülebilir.
Öte yandan sosyolog, sosyal psikolog ve nüfus bilimcileri, belli süreler içinde sosyal/kültürel özelliklerin benzeştirme, yakınlaştırma etkisindeki bireyleri, gösterdikleri benzer davranış kalıplarına göre aynı kuşağın üyeleri kabul ediyor. Dünyanın yarısından fazlasını kasıp kavuran “60 kuşağı”, edebiyatımızın çileli “40 Kuşağı” ya da sosyalleşme pratikleri dijital ağın içinde belirlenen ve şu ara çokça konuşulan “Z Kuşağı” gibi.
Bu zamansal çerçevelemeleri kişilerin ömürlerine uyguladığımızda bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi kişisel yaşamı doğumdan ölüme doğru evrelendirmiş oluyoruz. Hele hayatımızı 365 günlük zaman birimi olan “yaş”la düzenleyip sımsıkı bir kayıt altına alınca, toplumsal geleneğin her yaş aralığımıza atadığı değerlerle sınırlı kalmak, ilerleyen yaşımızda “artık işe yaramaz olmak”tan başka bir şey kalmıyor elimizde!
Eskiden köy yaşamımızda sabah kalkıp kahvaltı ediyor, öğleye doğru arkadaşlarla buluşuyor, ikindi zamanı tarladan dönüyor, gün batmadan hayvanları yemliyorduk… Şimdi kent yaşantımızda çığırından çıkmış kapitalizm, kişisel zamanımızı o kadar matematikleştirdi ki yumurtamızı üç veya beş dakika kaynatıyoruz, çorbamızı kısık ateşte yedi dakika pişiriyoruz, metro servisimiz en yakın durağımıza yirmişer dakikalık aralıklarla geliyor. Buradan şehir merkezine kırk dakikada varıyoruz, yürüyüşe elli dakika, televizyona bir buçuk saat, kitaba gerek yok, internete dört saat ayırıyoruz, Ankara- İstanbul beş saat çekiyor…
Ama Fransız antropolog Marc Augé, insan yaşamının böyle çerçevelenip sınırlanarak kayıt altına alınmasını bir özgürlük sorunu olarak görüyor haklı olarak ve soruyor: “Fakat bu kurallar yığını beni gerçekten ilgilendirir mi? Ben gerçekten yirmi bir yaşıma geldiğimde mi reşit oldum? Bu dönüşüm şimdilerde benimkinden üç yıl önce mi gerçekleşiyor? Emekli olunca başka biri mi oldum? Altmış beş, yetmiş ya da seksen yaşımdan sonra söyleyecek bir şeyim kalmadı mı?”
Augé’nin Yaşsız Zaman’ını (YKY, 2017) okuduktan sonra konu üzerine düşünmeye başladım. “Zaman” üzerine sıkı okumalar yapmam gerekti. Yapınca da konuyla felsefe, fizik, sanat/edebiyat gibi üç ayrı düzlemde karşılaştım ve “zaman” kavramının insanın düşünce konforunu nasıl bozduğunu deneyimlemiş oldum. Eleştirel düşünme disiplini olarak felsefeci, Newton mekaniğinden kuantumun atom altı parçacıklarının mikro yapılarına yönelen fizikçi, dünyayı ve hayatı daima insanın çalkantılı perspektifinden görmeye çalışan sanatçı/edebiyatçı, ilgi alanı gereği düşünsel konforunu daha baştan terk etmişti zaten; sorun bencileyin okurlardaydı.
Fizik Bilimine Göre
Her ne kadar fizikçiler, “Kolay canım!” dese de “zaman” olgusunu fizik bilimi bağlamında anlamlandırmak, alana uzak benim gibiler için hiç de kolay değildir. Değildir, çünkü alışageldiğimiz ve her bağlamda kullanadurduğumuz perspektifimizi değiştirmek gerekir ki, çok zordur. Tamam, zaman ve mekânı birbirinden bağımsız mutlak gerçeklikler olarak gören Newton’un mekanik fiziği içinde, gözlemciden bağımsız olarak, iki olay ya da nokta arasında nesnel bir biçimde ölçülebilen mutlak ve sabit “zaman”ı anladık diyelim.
Peki, Albert Einstein‘in Görelilik Kuramı’nın ön gördüğü gibi hız arttıkça yavaş, hız azaldıkça hızlı akan zamanı ne yapacağız? İşte bu ilmin sırrına varabilmek için sadece perspektifi değiştirmek değil, bütün bildiklerimizi unutmamız da gerekiyor. Çünkü klasik mekaniğe göre her yerde aynı olan zaman, Einstein’in kuramında gözlemcilerin bulunduğu referans noktasına göre değişiyor. Eşit hızla yan yana yol alan A ve B kişileri, birbirlerine göre hareketsiz duruyorlardır. A’nın hızı artınca ona göre B geriye, B’ye göre A ileriye hareket ediyordur.
Bilindiği gibi görüntü nesneden göze ışıkla taşınıyor ve bilinen en yüksek hız ışığınki, saniyede yaklaşık 300.000 km. (Saniye, uluslararası zaman birimi ve sezyum atomunun titreşim frekansı ile tanımlanıyor. Saniyede 300.000 km. hıza sahip olan ışık, kolayca hesaplanabileceği gibi, 1 günde 26 milyar km, 1 yılda ise yaklaşık 9 trilyon km. yol alıyor.) Güneş dışında, dünyamıza en yakın yıldız Alpha Centauri, buraya 4,5 ışık yılı mesafede yani. Yukarıda, normal yaşamının hız standardındaki B kişisi dünyamıza en yakın yıldızın 4,5 yıl önceki halini görebiliyor. Eğer A, tam ışık hızında hareket edebilseydi, yıldızın o anki görüntüsüne, ışıktan az hız yapabilseydi de bir iki yıl önceki görüntüsüne bakmış olacaktı!
Işık hızına erişmek mümkün değil, ama belki bir parça yaklaşılabilir. Işığın hızına yakın bir hızla 1 yıl boyunca durmadan yol alan A kişisinin 1 yaş almış olmasına karşılık, günlük yaşamına devam eden B kişisi 4 yıl yaşamış olur mesela! Dolayısıyla B’ninkine göre A’nın zamanı yavaşlamış, yani genişlemiş ve A zamanda ileri, yani geleceğe gitmiştir! Tersiyle B’nin zamanda geçmişe yolculuğu ise mümkün değildir. Neden-sonuç ilişkisinin öncelliği-ardıllığı buna izin vermez çünkü. Geçmişe gidip şimdiki bir sonucun nedenini ortadan kaldırmak paradokstur. O halde gözlemcinin referans noktasından bağımsız, şimdinin sürekli ve sabit hızla ilerlemesi tezine dayanan zamanın nesnel varlığı ve gerçekliği doğru değildir. Zaman görecelidir!
Zamanın akış yönü konusunda bize değişimin niteliği fikir verir. Canlı varlıklar canlılığını, cansız varlıklar düzenliliğini sürdürmek için iş yapma kapasitesi demek olan enerjiye ihtiyaç duyarlar, bu nedenle kullanılan enerji zamanla belli miktarlarda azalır. Bu enerji azalmasından dolayı değişimin belli bir düzenden düzensizliğe doğru olduğunu söylemek bilimsel gerçekliğe ters değildir. Canlılar doğar, yaşlanır ve ölür; eşya paslanır, bozulur, iş görmez olur… Bilim bu düzensizliği “entropi” (düzensizlik) denen bir nicelikle ölçer. Fizik bunu Termodinamiğin İkinci Yasası’yla açıklar: “Kapalı sistemlerin entropisi asla azalmaz.” Yani zamanın akış yönü, entropinin artış yönüdür.
Bardak düşüp kırıldığında parçalara ayrılıp dağılır ve içindeki sıvının biçimsel düzeni bozulur örneğin. Yerdeki kırık bardaksa içindeki sıvıyla birlikte zamanla, masanın üstünde düzenli biçimini almaz. Yani düzenlilik önce, düzensizlik hep sonradır; işte bu, zamanın yönüdür.
Felsefe Ne Diyor?
Felsefe “zaman” kavramını nasıl ele alıyor? Felsefeyi, bir hakikat kategorisinin geliştirilmesi olarak tanımlayan Alain Badiou’ya bakılırsa, “zaman”ın felsefeye ait hakikat kategorilerinden biri olduğu görülür. Antik Çağ’da başlayan ontoloji tartışmalarına kadar uzanan “zaman”ı anlama çabası, Platonistler dışında, “değişim”i anlama çabasıyla birlikte yürüdü.
Zaman, felsefe tarihi boyunca “değişim”, “oluş”, “akış” ve “devinim” kavramlarıyla birlikte düşünüldü. Platonizm değişim olmaksızın da zamanın olabileceğini ileri sürüyor; ama Aristoteles, zamanı “nun” dediği iki “an” arasında meydana gelen “hareket” olarak ölçüyordu. O, zamanın tanımında “hareket”i temel alıyor ve şöyle diyordu: “Zaman, önce ile sonraya göre devinim sayısıdır.” Yani zaman, ardı ardına dizilmiş “şimdi”lerdir. Geçmiş, geçen şimdilerden, gelecek ise sonraki şimdilerden oluşur.
Etkisi modern felsefeye kadar uzanan düşünür Aurelius Augustinus (354-430), algılamayı (idrak etmeyi) şimdiyle, hatırlamayı geçmişle ve beklentiyi gelecekle ilişkilendirdiği zamanı üç kategoride değerlendiriyordu. Augustinus, İtiraflar’da şöyle diyor: “Peki o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da biri sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde bilmiyorum. Buna rağmen bildiğimden eminim diyeceğim bir şey varsa o da şudur; hiçbir şey geçip gitmemiş olsa geçmiş zaman olmaz …” Şimdiye dair yaşadıklarımız, geçmişe ait anılarımız ve geleceğe dönük beklentilerimiz var; ortaya koyduğumuz eylemlerimizle şimdiyi ve geleceği etkileyebiliyoruz, ama geçmişi değiştirmemiz olası değil.
İdealist İngiliz düşünürü J. M. E. McTaggart (1866-1925) yüz yıl kadar önce şu önermeleri ortay koyuyor: “1. Gelecek, şimdi ve geçmiş birbirleriyle bağdaşmayan niteliklerdir. 2. Zamanın içindeki her olay bu niteliklerin hepsine sahipmiş gibi görünür. 3. Bu iki önerme, olayların birbirleriyle bağdaşmayan nitelikler içermesi çelişkisini zorunlu kılar.”
Düşünür, zamanın akış sorunuyla ilgili iki dizi öneriyor. “A Serisi” olarak adlandırılan ilk dizi, kipli zaman anlayışına dayanıyor, dinamik ve değişim içeriyor. Bu seriye göre şimdi, zihinden bağımsız olarak geçmişten geleceğe (veya gelecekten geçmişe) akış halinde bulunuyor. Örneğin Birinci Dünya Savaşı 1800’de uzak gelecek, 1900’de yakın gelecek, daha sonra şimdi ve ardından yakın geçmiş, 2021’de uzak geçmiş oluyor. Burada zaman, kipli bir yapıya sahip ve değişimle var olabiliyor.
“B Serisi” kipsiz zamanı anlatıyor, statik ve değişimi temel ilke olarak almıyor. Buna göre zaman, sabit olaylar arasındaki değişmeyen ilişkilerden meydana gelmiş oluyor. Örneğin Birinci Dünya Savaşı, Mustafa Kemal’in doğumundan sonra, İkinci dünya Savaşı’ndan öncedir. Görüldüğü gibi bu seride zaman kipi bulunmuyor, olaylar arasında öncelik, sonralık ve eş zamanlılık ilişkisi bulunuyor ve değişim yer almıyor.
Zamansal kiplerin var olması, zamanın belli bir yönde aktığını gösteriyor ve geçmiş, şimdi, gelecek zaman kipleri olaylara ilişkin gerçekliği ifade ediyor. McTaggart’ın bu iki serisi felsefeciler arasında önemli tartışma konusu oluyor. Öte yandan yaklaşımı ve anlatımı farklı da olsa “dil”, değişimi veya akışı geçmişten şimdiye, şimdiden geleceğe doğru ele alıyor ve devinim ile devinimin ifade edilişi arasındaki ilişki temelinde zamanı üç temel kategoride kiplendirebiliyoruz: Devinim ile sözün birlikte gerçekleştiği şimdiki, devinimin sözden önce gerçekleştiği geçmiş ve sözden sonra gerçekleşeceği gelecek zaman.
Antik felsefenin zamanı ele alışındaki ilk kırılma, kendisinden sonraki felsefeyi önemli ölçüde etkilemiş olan Alman filozof Immanuel Kant’la gerçekleşiyor. Ona göre zaman, şeylerin varoluşunun önsel koşulu oluyor ve idealite olarak kabul ediliyor. Zaman gerçekte var değildir, sadece insan bilincinin bir tasarımıdır. Leibniz’in zamanı da olaylardan önce gelen ve onların sıralanmasını sağlayan bilinç olarak kedini gösteriyor. Martin Heidegger ise zamanı, insanın varoluşuna ait görüyor; ona göre “Zaman ne soyut bir kavramdır ne de doğada vardır, o sadece bir imkânlılıktır.”
Rus sinemacı Andrey Tarkovski’ye göre sinema, zamanı sabitleştirmeye çalışıyor, böylece sinema ile insan sanat ve kültür tarihinde ilk kez, zamanı dondurma ve zamanda geri dönme olanağına kavuşmuş oluyor. Tarkovski insanın sinemaya gitmesini, sinemanın zamanla özgürce oynamasına bağlıyor. (Mühürlenmiş Zaman, Afa, 1986)
“Zaman”ı fizikten ve hatta felsefeden sanat ve edebiyata kaydıran Fransız düşünür Henri Bergson oluyor. Bergson, zamanın uzay gibi maddesel olmadığını; onu bölenin, aylara, yıllara ayıranın akıl ve bilim olduğunu söylüyor. O, gerçek olanın akış, akışın süreklilik ve bunun da değişikliğin kendisi olduğunu; bu nedenle gerçek zamanın, matematik zaman olmadığını ileri sürüyor. Yaşamda iki zaman bulunuyor; ilki kronolojik, ikincisi geçmiş, şimdi ve gelecek içinde gidip geldiğimiz zaman. Bergson ikincisini gerçek zaman kabul ediyor ve kavramı “geçmekte olan, süre” anlamında “durre” terimiyle adlandırıyor. “Durre”yi, niteliksel olarak değerlendiriyor, onun matematiksel zaman gibi maddesel olmadığını söylüyor.
Bergson’a göre insanın ruhunda ve bilincinde meydana gelen değişimin algılanması öznel zamandır ve bu, kişinin sahip olduğu kültürden, yaşadıklarından duyumsadığı süre olarak beliriyor. Düşünür, belleği, geçmişi saklayan bir gerçeklik ve geçmişin şimdi ile birlikte içinde yaşadığı bir yer biçiminde tanımlıyor. Zaman ve değişim içsel bir olgu olarak geçmişten bugüne bilinçle taşınıyor. Bellek yoluyla birleşen geçmiş ile şimdiyi “süre” olarak adlandırıyor. Bu “süre”de geçmiş yitip gitmiyor, belleğin geçmişteki şeyleri şimdiye getirmesiyle varoluşunu sürdürüyor. Zaman bağlamında “süre” ve “bellek”, Bergson’da anahtar kavramlar oluyor.
Felsefeyi olduğundan biraz daha fazla kültür ve edebiyata yönelten Henri Bergson’dan sonra, şimdi “zaman”ı bir tema olarak şiirimiz bağlamında ele alabiliriz artık.
Ders çalışır gibi okudum. Zamanın akışı ile ilgili hiç düşünmediğim yorumları düşündüm, somutladım. Çeşitli açılardan baktım. En fazla da Mustafa Pala’nın analiz sentez gücüne hayran kaldım.
Yeni yılın ilk okuması, ilk düşünmesi, ilk anısı olsun… YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN. 🙏❤️☺️👏