Bu üç parçalık yazıda meramımız, toplumsal mücadelenin sönümlenmesi ve salgın sürecinin etkisiyle geri çekile çekile varlığı iyice hissedilmez olan “öğretmen”i, onun edebiyatımızın öznesi veya nesnesi oluşu üzerinden anımsamak, anımsatmak. Hem belki böylece 24 Kasım’a doğru, Reşat Nuri’nin ideolojisiz, ama toplum içinde “Çalıkuşu” gibi hareketli, kalabalık ve Şahin Efendi gibi adanmış öğretmenlerinden Ferit Edgü’nün “hindi” gibi filozof , “o” zamirince belirsiz, yalnız ve yalıtık öğretmenlerine kadar tüm öğretmenlerimize bir selam salmış oluruz!
Önce Şiir Vardı…
Ve şair, yeryüzünün her parçasında olduğu gibi Orta Asya’da da “baksı” idi; bilgin, öğretmen, ozan ve hekim yani. Sonra toplumsal iş bölümü gereği bilim adamlığı, öğretmenlik, hekimlik meslekleri baksıdan; türlü sanatlar da şiirden bağımsızlaştı, şairin mesleği giderek şiirle sınırlandı.
Sözlü edebiyatın ürünleri olan destanlar, kahramanlık/şovelye hikâyeleri, dinî hikâyeler ve masallar; 15. yüzyıl İtalya’sında başlayan Rönesans aydınlanmasından sonra 16. yüzyılda ilk örnekleri sayılabilecek Giovanni Boccaccio‘nun Dekameron‘u ve yüzyılın sonlarına doğru Miguel de Cervantes‘in Don Kişot‘u ile roman türüne evrildi. Türk edebiyatı, roman türüyle ilk defa Tanzimat döneminde Batı’dan yapılan çevirilerle (İlki, Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemaque) tanıştı ve hemen ardından ilk telif örnekler yazıldı: Şemsettin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat.
Edebiyat Hep Önde
Hangi aydınlanma, toplumsal atılım ve kültürel sıçrama dönemi olursa olsun edebiyat, önemli ağırlığıyla bu seferberliğe katılmakta geri kalmadı. Tanzimat’ın özellikle birinci döneminde Şinasi’ler, Ziya Paşa’lar şiirleri ve Namık Kemal’ler, halkın “hâce-i evvel”i (ilk öğretmeni) Ahmet Mithat’lar romanları ile topluma yeni bir kültürü öğretmekte ve benimsetmekte birbirleriyle yarıştılar.
“Işığı alınlarında ilk hisseden tüm sanatçılar” gibi edebiyatçılar da sözlü edebiyat döneminden günümüze her aşamada, alınlarında hissettikleri ışıkla halkı aydınlatmakta, halka öğretmenlik yapmakta hep öndeydiler. Nihayet Cumhuriyet döneminde de yazar ve şairlerimiz, yeni değerleri topluma kazandırmakta ortaya koydukları ürünlerle aydınlanma mücadelesinin en önemli parçası oldular.
Roman-Şiir
Edebiyat tarihi boyunca diğer edebi türlerin şiirden bağımsızlaşmasıyla, “iş bölümünde” romanın payına toplumsal ilişki ve sorunlar, bireyin toplum içindeki konumunu dışarı doğru; şiirinkine ise bireyin kendi merkezli durumunu, duyarlıklarını ve içsel kımıltılarını içeri doğru belirleme, betimleme düştü. Bunun kuşkusuz bir nedeni vardı. Toplumsal bir olguyu roman kurgusunda belli bir olay örgüsüyle somutlaştırmak hem dışsal gözleme, realizmin ikna gücüne hem de halkın geleneksel anlatma ve dinleme gereksinimine uygundu. Oysa şiir, her ne kadar içsel gözlemde biriken lirik yüküyle bireye ait olsa da genellemeci ve kavramsallaştırıcı eğilimiyle daima soyut bir düzlemde devinmekteydi.
Bu nedenle roman, şiire göre aydınlanma mücadelesinde halka yönelmede ve ona ulaşmada daha elverişli; şiir ise böyle bir işlevi yüklendiği yerde bile, ki toplumsal kırılma anlarıydı çoğunlukla bu yerler, kendinden ve en azından geleneksel estetiğinden önemli ölçüde ödün vermek zorundaydı. Bu yüzden sosyal bir tema olarak “öğretmen”i ele alışta roman, şiirden hem daha cesur hem daha yaygın hem de daha başarılı olabildi.
***
Romanda Öğretmen
Osmanlıda yaygın eğitim mekânları; esnaf kuruluşları, camiler, tekkeler ve dergâhlardı. Örgün eğitim ise saray eğitimi dışında 5-6 yaş çocukları için sıbyan mektepleri ile orta ve yükseköğretimin gerçekleştiği medreselerdi. Hepsinde de bilimin sınırları dinin kapsamı kadardı ve hocaları da ağa ve paşalara bağ(ım)lıydı.
Osmanlı saray çevresinin önde gelen Paşa ve diğer bürokratlarının, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batılı yaşam tarzı arzuları, bu geleneksel eğitim kurgusuyla örtüşmemeye başladı. Çocuklarını bu yeni yaşam tarzının kültürüyle eğitmek için eğitimli yerli ya da yabancı “özel hoca”ları köşk ve konaklarına almaya başladılar. Bu “özel hoca”lar, Tanzimat romanında, özellikle yan karakterler olarak bolca yer alır. Ancak bu yazının okumakta olduğunuz bu bölümünün amacı, erken Cumhuriyet ve Cumhuriyet döneminde devletin birer ideoloji taşıyıcıları olarak öğretmenlerin Türk romanında nasıl ele alındığını ve bu ele alışın hangi dönemeçlerden geçtiğini anımsamak.
Tanzimat döneminde toplumsal bir tema olarak Batılı değerlere yönelişteki yanlışları eleştirel bir biçimde önüne koyan Türk romanı, Cumhuriyet’le birlikte toplumun modernleşme mücadelesini odağına oturttu. Böyle olunca, tam da bu mücadele için donanmış “öğretmen”le karşılaşması kaçınılmaz oldu. Çünkü yeni bir toplum inşasındaki yönetim için de ona destek veren romancı için de öğretmen, yeni yaşam tarzının kitlelere ulaştırılmasında en işlevsel “araç”tı.
Cumhuriyet’le birlikte öğretmenler, toplumun önde gelen aydınları olarak meşaleyi ellerine alıp da yönünü Anadolu’ya çevirince romancı konusunu, şair de temasını öğretmene doğrulttu; yani edebiyat bizatihi “halkın öğretmeni” olmaktan, öğretmenin kendisini konu edinmeye yöneldi. Türk edebiyatı sürekliliğinde söylersek, bütün bunlar Cumhuriyet’ten sonra oldu. “Öğretmen”in romana konu, şiire tema olması, yine de toplumsal duyarlığı yüksek edebiyatçılar sayesinde gerçekleşti. Çünkü toplumdaki öğretmen algısı, en azından 1980’lere kadar, öğretmenin bilgi ve bilinç kaynağı, sosyal ve bireysel ilişkilerde erişilecek örnek olduğu biçimindeydi. Yani öğretmen, toplum içinde duruşuyla önder bir kişilikti ve örneğin görece eğitimsiz halk kitleleri önünde henüz imamla karşılaşmamış, karşı karşıya getirilmemişti.
Tip Olarak Öğretmen
Türk romanı bağlamında kısa bir özet verecek olursak, kendi adından çok “Çalıkuşu yazarı” olarak anılan Reşat Nuri Güntekin’in söz konusu romanıyla başlayabiliriz. Cumhuriyet’in amaçladığı yeni insan tipinin ilk örneği Çalıkuşu’nun (1922) Feride’sidir ki yaşadığı kırık bir aşk hikâyesinin alt başlıklarındaki betimlemelerde, Cumhuriyet’le birlikte gelecek olan insanı görebiliriz. Çalıkuşu’nun yeterince ürkek, mücadelesiz ve bir “fikir” taşımayan, bir ülküsü olmayan Feride’si, Yeşil Gece’de (1928) yerini daha kararlı, mücadeleci ve Cumhuriyet idealiyle donanmış bir öğretmene, Ali Şahin’e bırakır. Acımak’ın (1928) Zehra Öğretmen’i ise Cumhuriyet değerlerini çok daha ileri taşımakta kararlı ve katıdır. O kadar ki hiçbir yanlışa ve zaafa tahammülü yoktur. Reşat Nuri’nin son romanlarından olan Kan Davası’nın (1955) öğretmeni Ömer ise Cumhuriyet misyonunun taşıyıcısı olarak eğitim ve öğretmene değil; eğitimin kendisiyle ilgili sorunlarıyla birlikte sosyal bir yaraya, iki köy arasında yılardır sürmekte olan “kan davasına” neşter vurur.
Bu öğretmen temalı birinci dönem romanları, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in çatışmalı iki dünya görüşünü merkeze alır: Bir tarafta Cumhuriyet’in idealize edilmiş ülkücü öğretmeni, diğer tarafta dinî taassup içinde yeniye direnen hocalar, eşraf ve eski rejimin bürokratları. Nihayet Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye’sinin (1926) Aliye Öğretmeni de bunlarla yoğun bir mücadele içine girecek ve romanın sonunda vahşice öldürülecektir. Eski-yeni çatışmasının yeni tarafında yer alan bir başka öğretmen de yine Halide Edip’in Tatarcık’taki (1939) Zehra’sıdır ve Cumhuriyet kadını için rol model olarak idealize edilmiştir.
Aydınlanma İzleğinde Çeşitlenme
1940’lara gelindiğinde roman düzleminde öğretmenin Cumhuriyet mücadelesinde hayli yol aldığı görülür. Ancak aydınlanma izleği de başka izleklerle bir yandan çeşitlenmeye bir yandan da yön değiştirmeye yüz tutar. Vedat Nedim Tör’ün Resim Öğretmeni (1943) Mehmet köylüden başka, eşraftan ağaları da eğitir ve onları düşüncelerine hayran bırakır. Samim Kocagöz’ün Bir Şehrin İki Kapısı’nda (1948) ele aldığı yurt kalkınması kavgası, feodalizm-kapitalizm çatışması üzerinden ve Sıtkı Öğretmen’in tuttuğu ışık altında verilir.
Sunullah Arısoy, Karapürçek (1958) adlı romanında aydın-eşraf çatışmasına CHP-DP çekişmesini katar; “Öğretmen” verdiği bütün ödünlere karşın istediği aydınlanmayı yaratamaz ve bu dağ köyünü terk eder. Aynı yıl yayımlanan Cevdet Kudret’in Havada Bulut Yok adlı romanının Süleyman Öğretmen’i de atandığı kentin halkıyla ve yönetimiyle uyuşamaz ve görevinden uzaklaştırılır.
Tipten Karaktere Geçiş
Esasında bir kültür devrimi olan Cumhuriyet’in aydınlanma meşalelerinden biri işte bu aydın, ülkücü öğretmenler ise diğeri de 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile kurulan Köy Enstitüleri’ydi ki artık köyler dışarıdan ithal öğretmenlerle değil, enstitülerde yetişen köylü çocuklarınca içeriden aydınlatılacaktı. Enstitüler 1950’de ilk meyvesini verdi ve Mahmut Makal, Bir Köy Öğretmeninin Notları’nı yani Bizim Köy’ü yayımladı. Notlar, kısa bir süre sonra Türk romanına bambaşka bir damar kazandırdı; “Köy Romanı” akımı böyle başladı.
Fakir Baykurt’un Onuncu Köy (1961) adlı romanı, Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmeni, sadece köylüyü muhtarla iş birliği içinde sömüren Durana Ağa’yla mücadele etmez; aynı zamanda Demokrat Parti bürokratlarıyla da karşı karşıya gelir ve doğru söylediği için dokuz köyden kovulur, “onuncu köy”e sığınır! Öğretmen yazar Baykurt, ilk basımı 1967’de yapılan Kaplumbağalar’da ise bir eğitmenin öncülüğünde Alevi köylüsünün, bozkırı üzüm bağlarıyla yeşertme sürecine odaklanır ve sürecin devlet tarafından engellenişini son derece doğal ve başarılı bir dille anlatır.
Köy Enstitülü öğretmenlere köylüyü aydınlatma mücadelelerinden dolayı bu türden güzellemelerin yazıldığı yıllarda, Enstitüleri “köyden çıkan kişileri köyün başına bekçi yetiştirmek”le eleştiren, onların tek parti fikriyatının propagandasını yapmak ve yönetimini sürdürmek amacıyla kuruldukları tezini ileri süren bir roman yayımlanır: Bozkırdaki Çekirdek (1967). Kemal Tahir, bu romanıyla birlikte Cumhuriyet aydınlanmasını Anadolu’ya taşıyan, abartılı bir biçimde idealize edilen öğretmen “tip”ini öldürmüş olur. Bundan sonra yazılacak romanlarda artık tek yönüyle işlenmiş bir öğretmen yoktur; onun yerini olumlu ve olumsuz yanlarının birlikte verildiği, idealize değil realize edilmiş öğretmen “karakter”ine bırakacaktır.
Hababam’ın Eleştirel Gerçekçiliği
Türk Edebiyatı’nın ulu çınarı öğretmen Rıfat Ilgaz, İlhan Selçuk’un kurduğu, ilk sayısı 5 Ocak 1956’da çıkan ‘siyasi mizah dergisi’ Dolmuş’ta “Stepne” adıyla yazmaya başladığı, kısa hikâyelerinin bir kısmını birleştirerek 1957’de “Hababam Sınıfı” adıyla roman olarak yayımlar. 15 yıl sonra 1972’de serinin ikincisi Hababam Sınıfı Baskında, üçüncüsü Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı ve dördüncü kitabı Hababam Sınıfı Uyanıyor; bundan 15 yıl sonra 1987’de de beşinci ve son kitabı olan Hababam Sınıfı İcraatın İçinde çıkar.
Rıfat Ilgaz’ın, Emin Özdemir’in ”Eğitim fakültelerinde, öğretmen adaylarına ders kitabı olarak okutulması gerekir!” dediği Hababam Sınıfı’nı, eğitim sistemindeki çarpıklıkları ortaya koymak, eleştirmek amacıyla yazdığı açıktır. Romanın öğrenci karakterleri, yazarın Kastamonu Öğretmen Okulu’ndaki sınıf arkadaşlarıdır. Birçok okulda “aynıyla vaki” olaylara dayanan daha sonra sinema ve tiyatroya da aktarılan kurgunun, hikâye ve roman formlarında eğitimdeki bu çarpıklığın sosyal arka planını görmek de zor değildir.
Roman, kimi adanmış ve fedakâr, kimi kendinden emin ama beceriksiz, mizahın ve amaçlanan yerginin gerektirdiği kadar abartılan öğretmen karakterleriyle, tatlı sert Müdür yardımcısı Kel Mahmut’tan havalı jimnastik hocası Badi Ekrem’e, laboratuvar deneylerinde tüpleri patlatmakla bitiremeyen Kimyacı Sallabaş’tan Coğrafyacı Vak Vak Rıza’ya, Haşimci Edebiyatçı Piyale İhsan’dan Auguste Comte’den mülhem Felsefeci Öküz Kont’a… tam bir karakterler atölyesidir.
Yapıt, birbirleriyle alay etmekten, birbirlerini zor durumda bırakmaktan ibaret samimiyet anlayışına sahip öğrencilerin, öğrencinin durumu ne olursa olsun müfredat programını bir milim bile esnetemeye yanaşmayan öğretmenlerin, öğrenciyi müşteri gören okul yönetiminin, aman çocuğun yeri belli olsun yeter zihniyetindeki velilerin etik ve kültürel kodlarına hatırı sayılır bir eleştiridir.
Sosyal ve Estetik Dönüşüm
Ortaöğretimde Hababam’ın, birikimi Milli Eğitim’in kalın çizgilerle çizdiği çerçeve içinde kalan öğretmeni, yükseköğretimde yerini toplum-birey çatışmasında “birey”den yana konumlanan entelektüel düzeyi yüksek “hoca”ya bırakır.
Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak (1973) romanının kahramanı Doçent Aysel tam da böyle bir karakterdir: “İnsan krepon kâğıdından kanatlar takınca kelebek olduğuna inanır. Koyun postunda koyun, kurt postunda kurt (…) Ülkü de giydirilebilir üstünüze ve Etlik tepeleri dağ gözükür gözünüze.” Aysel, Cumhuriyet dönemi aydınlarının yüklendiği misyonun ağırlığı altında ezilmiştir. Bu ezilmişlikle bir otel odasında “ölmeye yatar”; ama kendine yaptığı ve cinsel kimliğinin, bireysel özgürlüğünün peşine düştüğü yolculuğunun sonunda hesap sormak isteğiyle tekrar yaşama bağlanır! Bir anlamda bu, “halkın hâce-i evvel”inden “hâce-i efrad”a geçiştir. Sadece bu mu? Aynı zamanda sosyal kalıplara sıkışmış roman da “birey”e yönelirken geleneksel anlatım kalıplarından daha modernist bir yapıya evrilir.
Nihayet Ferit Edgü’nün 1976’da yayımlanan ilk romanı Kimse, bir “yalnızlık destanı” olarak sunulur. Ama bu bildiğimiz destan değildir; roman, bir dağ köyünde, uçsuz bucaksız görünen karla kaplı ortamda roman kişisi öğretmenin kendisiyle konuşmasının “anlatı”sıdır. Bu konuşma bir “Anmak anımsamak, anlamak, sormak, karşılık aramak, ayakta kalabilmek için sürdürülen yalnızlık konuşması.”dır.
Bir yıl sonra yayımlanan “O” da eleştirmenlerin büyük övgüsüyle karşılanır. Kimse’nin ve O’nun öğretmeni, Cumhuriyet ışığını Doğu’ya götüren, köylüyü bilgilendirip bilinçlendirmeye çalışan öğretmen değildir artık. O, köylüyü sorunlar karşısında örgütlemek, onun dertleriyle hemhal olup çare için önüne düşen, adanmış bir öğretmen değil; köylüyü, onun duygu ve düşünce dünyasını “anlamak” ve köylüyle “iletişimsizliğini” bu elitist yolla bitirmek isteyen, yalnızlaşmış bireydir. Böylelikle Türk romanında halk-aydın ilişkisi ve çelişkisi bambaşka bir boyut kazanmış olur. Artık roman, gerçek bir ortamı doğrudan aktaran bir aracı değil, nesnel yaşamı roman yaşamına çeviren estetik bir kurgudur.
Bütün bu dönüşümü, Türkiye’nin sosyal gelişiminden kopararak bir “öğretmen erozyonu” gibi değerlendirip sevinçle ıslık çalmak ve “Öğretmen imama yenildi.” diyen Şerif Mardin’den medet ummak, roman sanatının gelişim aşamalarını ıskalamak ve ülke sosyolojisini bu aşamalarda izleyememek anlamına gelir ki son derece yanlıştır.
Yazıyı şiirde “Şair Öğretmenler” ve “Öğretmen Şairleri” ile sürdüreceğiz…
👍🙋♂️
Öğretmenliğin Bibliyografyası olmuş çok da güzel olmuş teşekkürler Mustafa