Can Yücel’in Ağzına Biber Sürmek!

‘Argo’nun paradoksu şu: Hem standart dilin duyguyu anlatmaya yetmediği yerde yedeğe koşuluyor hem de en çok sansürlenen dil formu! Başbakan Erdoğan da hakkındaki yolsuzluk iddialarını kanıtlayamayanlar için “İşte ben oraya üç nokta koyuyorum!” diyerek kendini sansürlemişti. Ama otosansüre karşı olanlar da var, CanYücel gibi… Konumuz argo.

“Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa

Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi

Dilimizde akşamdan kalma bir küfür

Salonlar piyasalar sanat sevicileri

Derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni

Yakanda bir amonyak çiçeği

Yalnızlığım benim sidikli kontesim

Ne kadar rezil olursak o kadar iyi”

Can Yücel’in Sevgi Duvarı’nın bu dizeleri “bile” argo konulu dil yazımıza şairi çağırmak için yeterli gerekçeler sunuyor.

Bir karşı dil olarak argo (Fr. argot), dilin en renkli, en dinamik ve aynı zamanda en dışlayıcı biçimlerinden biri. 18. ve 19. yüzyıllarda Batı Avrupa’da, suç çevreleri, çingeneler, seyyar satıcılar gibi marjinal topluluklar tarafından geliştirilmiş bir iletişim aracıydı argo. Toplumun belirli kesimlerince, özellikle de dışlanan veya kendi içinde bir kimlik grubu oluşturanlarca kullanılan bu özel dil, yüzyıllardır insanlığın kültürünün bir parçası oldu, oluyor…

Argo, genel kabul gören, ölçünlü dilin dışında kalan, belli bir grubun kendi içinde anlaşmasını sağlayan ama dışarıdakilerce anlaşılmasını engelleyen veya gizliliği koruyan özel sözcükler ve ifadelerin bütünüdür. Kimi zaman kriminal gurupların (çeteler, dolandırıcılar), kimi zaman meslek gruplarının (denizciler, askerler, esnaf), kimi zaman da gençlerin veya belirli alt kültürlerin kendi aralarında kullandıkları bir iletişim yoludur. Argo, genellikle mizahi, alaycı, küçümseyici veya kaba bir ton taşır. Argonun “Ananı da al git!” gibi ifadeleri, “çapulcular” veya “sürtükler” gibi nitelemeleri, popüler siyasette bile yer buldu!

Argonun kökeni, insanlık tarihi kadar eskidir. İlk medeniyetlerden itibaren, ortak bir düşmana karşı birleşen gruplar, avcı-toplayıcı gruplar, esnaf loncaları kendi aralarında gizli bir dil geliştirme ihtiyacı duymuşlar. Hem dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı bir kalkan görevi görmüş hem de grubun içinde dayanışmayı güçlendirmiş. Sosyolojik kökenlerine göre argo, genellikle bir “karşı dil” olarak ortaya çıkar. Genel geçer toplumsal değerlere, iktidara veya genel dilin sınırlayıcılığına bir tepki olarak gelişir. Hapishaneler, göçmen topluluklar, kenar mahalleler gibi dışlanmış veya marjinal gruplar arasında daha yaygın görülür. Bu gruplar, kendi kimliklerini ve dayanışmalarını pekiştirmek için dilde mizahi bir ton da yaratan argoyu kullanırlar. Argo ayrıca otoriteye karşı bir direniş biçimi olarak da işlev görür; ölçünlü dilin olanaklarından daha geniş bir özgürlük alanı yaratır.

Argo, “düşük” bir dil olarak görülse de her zaman edebiyatın renkli ve canlı bir ögesi oldu. Özellikle gerçekçi ve doğalcı akımlarla birlikte, toplumun her kesiminden karakterlerin edebi metinlere yansımasıyla yazarların ilgi alanına girdi. Edebiyat, argoyu sadece bir dilsel özellik olarak değil, aynı zamanda karakterlerin ruh hallerini, toplumsal konumlarını ve iç dünyalarını yansıtmak için güçlü bir araç olarak kullandı. Dilin bu biçimiyle sokağın, yoksul mahallelerin veya belirli meslek gruplarının kendine özgü atmosferini yansıttı. Yazarlar, karakterlerini, uyumlarını ve çatışmalarını daha inandırıcı, daha samimi bir dille betimlemek için argodan yararlandı.

Türk edebiyatında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Refik Halit Karay, Aziz Nesin ve özellikle hapishaneyle tanışmış Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi isimler, argoyu ve halk dilini başarıyla kullandılar. Dilin en yoğun ve damıtılmış hali olan şiirde, argo gibi “kaba” ve “düşük” olarak algılanabilecek ifade biçimlerinin kullanımı kolayca yadırganabilir. Ancak modern şiir, “yüksek” ve “aşağı” dil ile konu ettiği ve seslendiği toplumsal kesimler arasındaki ayrımı reddederek sokaktan, sıradan yaşamlardan seslerle buluşmayı, kendisini geliştirebilecek bir imkân olarak gördü ve argoyu dışlamayı düşünmedi.

Argonun şiirde kullanılması şiire işlenmemiş bir gerçeklik katabilir; okuyucuyu şaşırtabilir, hatta rahatsız edebilir. Şairin şiirden amacı biraz da bu ise, argoyla geleneksel şiir dilinin kapılarını kırabilir, toplumsal eleştiriyi daha doğrudan ve etkili bir şekilde şiirine taşıyabilir. Bunu yaparken sözcükleri kırıp dökmekten, yeniden kurmaktan, hatta uydurmaktan çekinmez: “Yeter ki bir döşün olsun kocaman / Bu aş ve bu vurgun seksen kulakta yenir / Ve sıkarsa tabiy toplumsal petkan” (“petkası sıkmak”, Rumeli ağzında “cesaret etmek”)

Türk şiirinde argo kullanımı özellikle Garip Akımı ile birlikte daha belirgin hale geldi. Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat gibi şairler, şiiri sıradan insanın günlük yaşamına ve konuşma diline yaklaştırdılar; bu süreçte argo ve halk söyleyişlerine de kapıyı açtılar. Attila İlhan, şiirlerinde sokak estetiğine “serseri”, “kabadayı” veya “delikanlı” imgeleriyle derinlik kazandırarak argonun şiirsel bir ifade aracı olarak ne denli güçlü olabileceğinin örneklerini verdi.

Halk ağzını, jargonu ve argoyu şiirlerinde cüretkarca kullanan şairlerden biri de Can Yücel’dir. Şiirsel evriminin ilk basamaklarında argo kullanımı sadece dilsel bir biçem değil, aynı zamanda onun politik, toplumsal ve bireysel dönüşümünün de göstergesidir. Topluma ve toplumsal değişimlere açtığı şiirlerinde siyasi mizahı öne çıkarır. Özellikle düzene, kapitalizme yönelik eleştirilerde sokak dili ve halk ağzı yoğun biçimde yer alır: “Benim halim memleketin hali / Üç gündür kabızım dışarı çıkamıyorum / Ne geğiriyor ne osurabiliyorum / İçim gırtlağıma kadar bok” (Vaziyet-i Umumî)

Onun şiirlerinde argo, toplumsal haksızlıklara bir isyanın, bir halk ve halk dili sevgisinin dışavurumudur. Onun şiir dili zaman zaman müstehcen, zaman zaman kışkırtıcı, ama her zaman samimi ve halktan bir sestir. Bu sesin ve halka yakınlığının en belirgin göstergelerinden biri, “Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin / İçindeymişik yeşilmişik sazmışık” (Suda) ya da “Acıyorsam sana anam avradım olsun, / Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” (Mare Nostrum) örneklerinde olduğu gibi halkın konuşma dili; diğeri ise o dilin argosunun şiirlerinde yoğun ve etkili bir biçimde kullanılmasıdır: “Şiir fenerimle de baktım, son çığlık! / Aşk yokmuş sizde beş paralık! / Gidiyorum ben boşçakallar / Sıçmışım ortalık yerinize / Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık” (Kibar Hırsızın Türküsü)

Can Yücel için argo, sadece bir kelime seçimi değil, aynı zamanda bir tutkunun, bir isyanın, bir toplumsal eleştirinin, halk diline olan derin sevginin ve bağlılığının dışavurumudur da. O, şiiri “sokağa indiren”, sokağı “şiire kaldıran” şairlerdendir ve sokağın tüm seslerini, renklerini, hatta kabalıklarını, küfürlerini bile estetik bir alana, şiire taşır. İşte argonun dozajının yükseldiği, Safo’ya ithaf edilmiş Şiir Dikeni: “Sözler uçuşuyor / Ben ardından hezarfen / Yere indirip sözleri / Toprağa dikiyorum / Yediveren şiirler açıyorlar / Dikeni sikeyim”

Şiirlerinde halk kültürüne özellikle dil yoluyla sokulan Can Yücel, argo sözcükleri ve ifadeleri sadece okuru şok etmek için değil, aynı zamanda şiirdeki duygu ve düşünceleri derinleştirmek için kullanır. Özellikle öfke, hayal kırıklığı, isyan gibi güçlü duyguları ifade ederken argo yoluyla, doğrudan ve ulaşılabilir bir etki yaratır. Toplumdaki riyakarlığı, otoriteye boyun eğmeyi eleştirirken argoyu bir silah kılar. Argo ifadelerle ironiyi pekiştirir ve okuyucuyu iğneleyerek düşündürmeye çalışır. Cemal Süreya’ya ithaf ettiği Mülemma’daki gibi: “Kaçıncı seferberliği bu şiirin / Fizan yemen Kokayin // Bu ters çizilmiş yürek / Bu götyüzü / Kediye verdim yemiyor / Kedimin adı gece”

Can Yücel, argo yoluyla geleneksel “yüce” şiiri reddederken bir yandan da “aşağı” sayılan dili ve “aşağı” sayılan halkı yüceltir. Halkın konuştuğu dilin doğallığıyla kurar şiirini. Argo, bu bağlamda, şiire otantik bir gerçeklik ve “canlılık” kazandırır. Köy kahvesinden, sokak muhabbetinden, meyhane masasından gelen sesler, şiirlerinde yer bulur. Dili asla kutsallaştırmaz, tersine bilinçli olarak “kirletir”; çünkü halkın dili de öyledir: “Hava cehennemi sıcaktı / Daltaşak yatıyordum sedirde / Bir esinti çıktı birden / Göğsümün kıllarını / Sikimin tellerini titretti.” (Prova)

Dilin sınırlarını ve sinirlerini zorlayan şair, aynı zamanda okuyucu ile şair arasında yükselmiş tabu duvarını yıkar ve samimi köprüler kurar. Bu “ayıplı” veya “küfürlü” sözcükleri şiire sokarak, dilin ve ifadenin ne kadar geniş bir yelpazeye sahip olduğunu gösterir. Bu durum ve alışılmadık bağdaştırma ile bağlaştırmalar Can Yücel şiirine özgürlükle beraber özgünlük de getirir: “Komünizm kızılcıktır / Kabza iyi gelir / Ne güzeldir daneleri / Ne güzel reçeli olur / Şurubu da / Yemiştir ama yenilmiş değildir” (Övgü)

Konuşma dilinin bir özelliği olarak devrik cümleleri sık kullanan Can Yücel’in şiirlerinde argo, çoğu zaman estetik bir işlev görmektedir. Bu durum, sözcükler ve ifadeler argo olmasa bile şiire argolu bir “tını” katar. Sadece bir dilsel ögenin ötesinde, sanatçının toplumsal duruşunu, dünyaya bakışını ve insanlara olan samimi yaklaşımını yansıtır. Onun şiiri, dilin tüm olanaklarını zorlayarak, uzak yakın çağrışımlarla okuyucuyu hem düşündüren hem de sarsan bir deneyim yaratır. İşte Menapoz: “Yardımı kesildi ya Amerikan Dostluğunun   / Gençler, kendinize mukayyet olun! / Kime saldıracağı belli olmaz haaa / Adetten kesilmiş kibar orospunun.” 

Memleketin içinde bulunduğu durumu betimlerken ve bu duruma yönelttiği siyasi eleştiriyi dile getirirken sert ve yargılayıcıdır. Bu üslup Can Yücel’in ironik bir tavırla toplumsal meselelere dikkat çekmek için argovari bir dil kullanmasını doğallaştırır. O ‘iblis Mercedes’in masum kamyona’ çarptığı “Susurluk”tan “su sığrı”na, “su sığırı”ndan “manda”ya geçen çağrışım zinciri, olayla hem hiç ilgisiz hem çok ilgili bir sona ulaşır; argo artık dil ile ideolojinin bire bir örtüştüğü alandır: “Gazi tarafından vaktiyle / Vaktinde sittir edilip de / Sonradan harimimize / Sinsi sinsi sokulan / Manda var ya / İşte o MANDA göle sıçtı” (Benzetmeyi Benzetme)

Görüldüğü gibi Can Yücel’in şiir dilinde argo, zaman içinde bir dil olanağı olmaktan çıkıp, bir politik tutum, estetik strateji ve içsel dürüstlük aracı hâline gelir. Başlangıçta mizah ve eleştiri için kullanılan argo, giderek aşkı, öfkeyi, acıyı, bireyin en içten duygularını taşıyan asli bir şiirsel damara dönüşür, tıpkı Seke Seke’ye yazdığı Ön Söz’deki gibi: “Çatal yüreğimle türkülü yollara / Düştüm ki o kadar olur… / Seke Seke ben geldim / Sike sike gidiyorum…”

Yeri gelmişken yazımızı bir şehir efsanesinden Can Yücel’i çıkararak bitirelim: Kahramanları Can Yücel ve Duygu Asena olan, uzun yıllar duyan herkesin kolayca inandığı “Kart ve Postal” temalı efsaneye göre, televizyonların birinde bir ‘Can’lı yayında Yücel, Nazım Hikmet’ten bahsederken, Duygu Asena araya girip “Hatırladım, şu kartpostal şairi değil mi?” demiş. Ee, buna Can dayanır mı, “Kart sensin, postal da sana girsin!” diyesiymiş. Takipçileri yanıtı Yücel’e pek yakıştırmış doğallıkla. Edebiyat, şiir ya da entelektüel hayatımızda hiçbir zaman yaşanmamış olan bu olay, belli ki eşcinselliğiyle toplumsal cinsiyet normlarına meydan okuyan küçük İskender için yazdığı, Ece Ayhan’a da bir güzel ‘çaktığı’ şu dizelerden kurgulanmış:

“Kuşumla fazla oynama sen! 

Seni becereceğime, ayol,

Büyük İskender’i beceririm!

Hem sana şunu da söyleyeyim:

Nâzım için “Gurbette yazdığı şiirler

Kartpostal şiiri” diyen Ece’nin kendisi

Kart bir postal…”

(Portreler, Doğan Kitap, 2008)

Görüldüğü gibi dilini eşek arısı sokasıca Can Yücel’in ağzına biber sürmenin de yararı olmayacak!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir