“Türkçenin kuralları, neredeyse bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir!” diyen oryantalistin bu sözleri karşısında sevinç çığlıkları atan “Türkçeci”lerimiz, Türklerin Türkçe ile aşağılanmış, hakarete uğramış olduğunu anlamayacak kadar dilden ve Türkçeden uzak değil midir?
“… Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun uzun bir çalışma oylaşması ile yapılmış sayılacak düzgünlüktedir. Ne var ki hiçbir kurul, Tataristan bozkırlarında kendi kendine yaşayan bu insanların, doğuştan edinilen ve yeryüzündeki benzerlerinden hiç aşağı olmayan, dil duygusu kuralları ya da içgüdü ile ortaya koydukları bu dil gibi güzel bir dil yaratamazdı.”
Dilimizin başka diller karşısındaki “üstünlüğüne” ilişkin bu sözleri, Türkçenin grameri konusundaki çalışmalarıyla bilinen, Türk Dili Gramerinin Temel Kuralları’nın yazarı Fransız Türkolog Jean Deny, Alman filolog ve “oryantalist” Friedrich Max Müller’den aktarıyor. Bunları, Orta Doğu, Asya ve Kuzey Afrika toplumlarını ve kültürlerini Batı’ya ilginç, sevimli göstererek korkulması gerekmeyen sömürgeler olduğunu anlatabilmek için doğu kültürüne üstten bakan genel tavrını açığa vuran bir oryantalistin söylemesinin dilbilimsel geçerliliği yoktur. Bir dile başka diller karşısında hiçbir tarihsel ve sosyolojik koşulun etkisini belirtmeden, o dilin her şeyden yalıtık yapısına dayanarak ona üstünlük atfedilmesine kuşkuyla yaklaşmak, Türk dilinin (bizce) güzelliğinden ve zenginliğinden hiçbir şey eksiltmez; tersine çiğnene çiğnene artık çürümüş olan bir oryantal sakızı çöpe tükürmemizi sağlar.
Hem unutmayın, Washington’daki Georgetown Üniversitesi’ne bağlı Türk Etütleri Enstitüsü’nün (ITS) Başkanı, Osmanlı tarihçisi bir başka “oryantalist” Prof. David Cuthell ise sözünü hiç esirgemeden “Türkçenin kuralları, neredeyse bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir!” demişti de bizim “Türkçeciler” sevinç çığlıkları atmıştı. Oysa bu cümlede Türkler, Türkçe ile aşağılanmış, hakarete uğramış ama bu sözleri sosyal medyada paylaşıp çoğaltanların umurunda bile olmamıştı!
Bir de kendi ulusal dilinin diğer ulusların dilleri karşısındaki “üstünlüğüne” etimolojik nedenler üreten “dil emperyalistleri” var. Sözcük köklerindeki ses benzerliklerine dayanan bu “üstünlükçülerin” dilleri, bütün dillere sözcük vermişlerdir de zinhar başka dillerden bir tek sözcük bile almamıştır! Onları da Marksist edebiyat kuramcısı Fredric Jameson’a bırakıyorum: “Hiç kimse artsürem olgusunu, seslerin kendi tarihleri olduğunu ve anlamın değiştiğini yadsımıyor. Ancak konuşmacı için dilin tarihinin herhangi bir anında yalnızca bir geçerli anlam vardır; sözcüklerin belleği yoktur. Bu dil anlayışı, Jean Paulhan’ın usta işi küçük bir kitapta göstermiş olduğu gibi, kökenbilime çağrıyla doğrulanır, reddedilmez. Çünkü günlük yaşamda kullanıldığı haliyle etimoloji, bir retoriğe ait biçim kadar bilimsel bir olgu olarak kabul edilmez; bu, mantıksal sonuçlar çıkarmak için tarihsel nedenselliğin yasadışı kullanımıdır (“Sözcüğün kendisi böyle söylüyor: Etimology, etumos logos, hakiki anlam. Yani kökenbilim kendi reklamını yapar ve bizi kendi ilk ilkesi olarak kendisine gönderir.” Jean Paulhan, 1953).
Dillerdeki yıkıcı karşılaştırmalar ve üstünlük iddiaları, onların nitelikleri bakımından doğal; nicelikleri bakımından tarihsel, sosyolojik ve kültürel olgular olarak bilimle, edebiyatla ilişkiye girdikçe gelişen, girmedikçe gerileyen yaşayan organizmalar olduklarını dikkate almamaktadır. Oysa doğal diller, öğrenilmelerinin kolaylığı ya da zorluğu, sözcük dağarcıklarının genişliği veya darlığı, sözcüklerinin çok anlamlılığı ya da tek anlamlılığı, seslerinin azlığı-çokluğu, sözdizimlerindeki düzenin öyle veya böyle olması gibi parametrelerle yarıştırılamaz. En azından doğal dillerin artsüremli oluşları, nesnel olarak bu yarışa ve yarışın sonunda bazılarına üstünlük madalyası takılmasına izin vermez.
Eğer böyle bir ölçme ve belirleme yapılacaksa, bunun hangi tarihsel ve sosyal koşullarda, hangi amaç ve nedenlerle yapıldığından başka, yarışmayı birincilikle bitiren dilin, yukarıda bir kısmını saydığımız özelliklerinden hangisi veya hangileri nedeniyle bu madalyaya hak kazandığı da açıklanmalıdır. Nihayet tarihimizde dilimiz üzerine ölçme ve belirleme çalışmaları yapıldığını biliyoruz: Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de başlayıp 1074’te bitirdiği Divan-ı Lügat’it-Türk (Türk Dilleri Sözlüğü) ile Ali Şir Nevaî’nin 1499’da tamamladığı Muhakemet’ül Lugateyn (İki Dilin Karşılaştırılması) bunlardan sadece ikisi. Ama Kaşgarlı da Nevaî de tarihsel, sosyal ve kültürel bir gerekçe ortaya koyuyorlar bu çalışmalarında.
Kaşgarlı, Türkçenin ilk sözlüğü, antolojisi, ansiklopedisi ve dil bilgisi kitabı olan Divan-ı Lügat’it-Türk’ü Bağdat’ta Türkçe-Arapça bir sözlük biçiminde yazıyor. Türklerin o devirde yaşadığı coğrafyayı dolaşıp derlemeler yaparak hazırladığı bu çalışmadaki amacını, giriş bölümünde özetle şöyle açıklıyor: “And içerek söylüyorum, (…) Yalvacımız ‘Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır.’ buyurmuştur. Bu hadis doğruysa, Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder.”
Kaşgarlı’nın öz güveni, Türklerin o dönemde geniş bir coğrafyada etkili olmalarından kaynaklanıyordu. Bu etkinin önemini anlamamış olan Gazneliler, Selçuklular gibi Türk toplulukları, Türkçeyi bir kenara itmiş, resmî ve edebî dil olarak Farsçanın, bilim dili olarak ise Arapçanın egemenliğini kabul etmişti. Kaşgarlı’nın tepkisi işte bu aymazlığaydı. Onun Türk topluluklarını ikna etmek için ileri sürdüğü temel tezi, Türkçenin Arapçadan daha güçlü bir dil olduğu ise de Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla soyunduğu bu çalışmadan sadece bir sözlük değil, Türk dili ve kültürünün ilk ve önemli bir yapıtını; etnografya, coğrafya, edebiyat, tarih ve folklor kitabını çıkardı.
Araplara Türkçeyi öğretmek iddiasında olan Kaşgarlı, 11. yüzyılın edebî dili olan Hakâniye Türkçesi ile yazdığı bu kitapta Türkçe sözcükleri Araplar (ve belki de Türk diline aldırmayan Türkler) kolay anlasın diye Arapça vezinlere uygun biçimde (iki, üç, dört, beş… harfli olarak) sıralamış, her sözcüğü Araplara Türk kültürünü öğretmek için bir fırsat bilmiş, Türkçenin önemini vurgulamış, bazı fonolojik ve gramatik özelliklerini belirttiği Türk lehçelerinin karşılaştırmalı bir değerlendirmesini yapmıştı; yalnızca sözcüklerin anlamlarını vermekle yetinmek kolaycılığına düşmemişti.
Kaşgarlı Mahmud’un bu çalışması “devlet erkânını ve edebiyat muhitini” pek tatmin etmemiş olmalı ki dört yüzyıl sonra hâlâ edebiyatta ve şiirde Farsça; resmi dilde Arapça, Farsça, Türkçe karışımından oluşturulmuş Osmanlıca hükmünü sürdürüyordu. Bu yüzden 15. yüzyılda Ali Şir Nevaî benzer bir işe girişti ve bu kez Türkçeyi Farsçanın karşısına çıkardı. Çünkü Osmanlı “münevveri ve edibi”, evinde, sokakta, çarşıda, pazarda konuşurken “anadili”nden ve “ana dil” Türkçeden vazgeçemiyor; ama yazarken Farsça özentisinden bir türlü kurtulamıyordu!
Kaşgarlı’nın Arapça karşısında yücelttiği Türkçeyi bu kez de Nevaî, Muhakemet’ül Lugateyn’de, benzer gerekçelerle Farsçanın üstüne koyuyordu. Öncelikle yeryüzündeki başlıca dilleri Arapça, Hintçe, Türkçe (Çağatayca) ve Farsça olarak sayıyor; Arapçayı üstün, Hintçeyi değersiz buluyor, geri kalan iki dil arasında hangisinin daha üstün olduğunu çeşitli kanıtlara dayanarak tartışıyor; sonunda Türkçenin Farsçadan daha zengin ve dolayısıyla tercih edilmesi gereken bir dil olduğu kanısına varıyordu.
Bir dil bilgisi kitabı olsa da kültürüyle, sosyal ve siyasal yaşantısıyla Türkler hakkında bilgiler verdiği yapıtında Ali Şir Nevaî, dil bahsinde Türkçe birçok sözcüğün birden fazla anlamı olduğunu, ama Farsçada böyle bir esneklik bulunmadığını söylüyordu. Örneğin Türk lehçelerinde “ördek” kavramının, nüanslarını belirten dokuz sözcükle adlandırıldığını, Farsçada ise aynı kavram için sadece bir sözcük bulunduğunu yazıyor; buradan dil çalışmalarının bilimsel bir nitelik kazanıp henüz çerçevelenmediği bir dönemde Türk lehçelerinin Farsçadan daha kullanışlı olduğu yargısına ulaşıyordu.
Ondan sonra bir süre şiirde Türkçeye ilginin arttığına bakılırsa, “Türkçenin (…) bezekler içinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha üstündü. Bu erdemler, yücelikler hazinesinin incileri, yıldızlardan daha parlaktı.” diyerek işe başlayan Nevaî haksız sayılmazdı! Bu haklılığı, onun Farsça karşısında Türkçeye atfettiği üstünlükten çok, aydın, yazar ve ediplerin Türk diline duydukları ilgisiyle açıklamak, indirgemeci değil, tarihselci bir tavırdır.
Çünkü her iki Türkçe ve dil severin yaşadığı dönem, fetih hukukunun geçerli olduğu çağ idi; bu nedenle fatihin dili zorunlu bir ilgiye mazhar oluyordu; tıpkı sanayi devriminden sonra hammadde ihtiyacını karşılamak için İngiltere Krallığı tarafından hukuk gücü ve silah zoruyla kurulan sömürgeler, ticaret karakolları, dominyonlar, himayeler, mandalar ve diğer bağımlı bölgelerden oluşan, “toprakları üzerinde güneş batmayan” Britanya İmparatorluğunun dili İngilizce gibi.
Bir dilin “dünya dili” olması, Shakespeare’ler, Goethe’ler, Hugo’lar Yunus’lar ve Nazım’larla mümkündür; fetihlerle, sömürgelerle, kampanyalarla, karalamalarla değil! Türk Dil Bayramı kutlu olsun!