Anlaşıldı, doğa bize uymayacak; o halde biz doğaya uymak zorundayız. Daha açık yazalım: Kapitalizmin kültür krizinden başka bir şey olmayan postmodernizm büyük bir yanılgı içindedir, bilimden başka sarılacağımız çare yoktur. Sismoloji sosyolojiye boyun eğmiyor, sosyalizme mecburuz!
Sosyalist önder Mehmet Bedri Gültekin’in anısına…
1990’lı yıllarda Avrupa ve Amerika’da akademik çevrelerde “Kıta Felsefesi”nin önde gelen düşünürlerini referans alan “postmodernizm”, hak ettiğinden çok daha fazla ilgi görüyor; sosyal ve beşerî bilimler alanında tanınmış akademisyenler, aydınlanma hareketinin akılcı ve ilerlemeci geleneğini yadsıyor, insanlığın hümanizm, modernizm, demokrasi gibi büyük anlatılarının sonu geldiğini ve bilimin kocaman bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını savlıyorlardı.
Çalışmaları fizik, istatistiksel mekanik, kuantum alanı teorisi, matematiksel fizik alanlarında yoğunlaşan, New York Üniversitesi Matematik Bölümü profesörü Alan David Sokal, bu postmodernizm başıbozukluğunu açığa düşürecek bir deney tasarladı . Aydınlanmayı ve modernizmi tiye alan, burnu havada bu akademik çevrelerin bilimle olan ilişkilerinin derecesini görmek istedi. Onların pek itibar ettikleri, Amerikan kültür araştırmaları dergisi Social Text‘e bir makale gönderdi, yayımlayıp yayımlamayacaklarını bilmek istiyordu. Makalenin adı da bilim çevrelerinin başını döndürecek nitelikte ve pek manidardı: “Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru”
Sokal bu fiyakalı başlıklı makalesinde postmodernistlerin daha ‘baş’tan “sınırları aştıklarını” söylüyordu, ne var ki makalenin içi saçmalıklarla doluydu! Postmodernizmin çok sevdiği göreceliği abarttıkça abartıyor, insandan bağımsız olarak var olan bir dış dünyaya ilişkin “eski moda dogma”yla dalga geçiyor, yine kıta felsefecilerinin dil alanındaki argümanlarına atıfla, fiziksel gerçekliğin toplumsal gerçeklik gibi eninde sonunda dilsel bir olgu olduğunu iddia ediyordu. Newton’un evrensel kütle çekim sabitinin tarihsel olduğunu söylüyor, şimdi artık bunun hem “evrensel” hem de “sabit” olmadığını ileri sürüyordu!
Özetle Alan Sokal, terimlerle ve süslü cümlelerle doldurduğu bu makalesinde fizik gibi doğa bilimleri ve matematik gibi apriori (önsel, deneysel olmayan) bilimler ile sosyal ve beşerî bilimler arasında organik bir bağ olduğunu savunuyordu. Örneğin kuantum fiziğinin atom altı parçacıklar ölçeğindeki “uzay-zaman kuramı”nın siyasal ve sosyal sonuçlarının olduğunu ya da atomlardan meydana geliyor olması nedeniyle sandalyelerle masaların “nesnel” olmayacağını; iki kümenin ögelerinin aynı olması koşuluyla eşit olabileceği argümanına dayanan “eşitlik aksiyomu”yla 19. yüzyıl liberalizmi ya da matematikteki “seçme aksiyomu” ile kadınların “çocuk aldırma hakkı” arasında ilişki bulunduğu gibi tezler ileri sürüyordu.
Siz, Alan Sokal’ın doğa bilimleri ile sosyal ve beşerî bilimler arasında kurduğu bu determinist (belirlenimci) ilişkiye ne dersiniz bilmem; ama ben bu ünlü bilim insanının argümanlarına sismolojinin sosyolojimizi ve psikolojimizi bunca belirlediği şu felaket günlerinde ikna olmuş durumdayım. 6 Şubat’ta art arda yaşadığımız 7,7 ve 7,6’lık deprem felaketine ve ardından toplumca yaşadıklarımıza bakınca bir doğa bilimi olan sismoloji ile sosyal ve beşerî bilimlerden sosyoloji, psikoloji ve hatta filoloji arasında son derece gerekirci bir ilişki olması gerektiğini düşünmeye başladım!
Böyle düşünmemin en büyük kanıtı şudur: Kahramanmaraş merkezli ardışık iki depremden önceki ve hemen sonraki toplumsal halimiz aynı değildir; aynı olduğunu kim iddia edebilir? Pandemi sürecindeki halimiz de öncesindekiyle aynı değildi; hakeza Gölcük, Düzce, Van ve Elâzığ… depremleri, maden ocağı faciaları, sel baskınları, orman yangınları… da öyle.
O “ikinci hal”imizi tanımlamam istenirse, bunu kolayca yapabilirim: Yaşamımın yaklaşık 50 yılını verdiğim bir toplum idealinin görüngüleri, toplumca yaşadığımız büyük felaketlerde çok belirgin bir biçimde öne çıkıyordu. Bunlar, bütünüyle sosyalizm idealinin görüngüleriydi ve inanıyorum ki insanlığı büyük uyum dünyasına götürecek olan onlardır. Kapitalizmin yarattığı yarışmacı, rekabetçi hırsı, bireyci hazzı, egosantrizmimizi, özel mülkiyet tutkusunu, toplumsal sınıfları ve yönetim biçimlerini, o çerçevede kurulmuş ilişkiler bütününü, değerler silsilesini ve ahlakını… geçersiz kılacak olan; enkaz altından bir canı çıkaran arama kurtarmacının sevinç çığlığı, askerin, maden ve orman işçisinin yıkıntılar kentinde kurdukları sistemdir.
İşte o sistemde, deprem anında canını kurtarmak için dışarıya değil, çocukları kurtarmak için içeriye koşan hemşirenin sahip olduğu değerler egemendir. Yıkıntılar önünde kurulan bu sisteme ait değerlerin toplumca yaşadığımız felaket anlarındaki tecellisini görünce, yıllardır savunduğu düşünce ve inançlarının doğruluğu ile gurur duyuyor; ama yine de ağlamaklı oluyor insan! Belki de ideallerinin sadece ve sadece felaket anlarında hayat bulmasındandır hüznü!
Orman yangınları, maden kazaları, sel baskınları, çığ düşmeleri, depremler ve benzeri doğa felaketleri karşısında insanların böylesi çaresizliklerinde, büyük bir huşu içinde birbirlerine koşmaları, kucaklaşmaları, yaralarını sarmaları, yardım kampanyalarına katılmaları… kısacası felakete maruz kalanlarla ırk, sınıf, din, dil, cinsiyet ve başka hiçbir kategori gözetmeksizin dayanışmaları sosyalizmden başka nedir ki? Gücü yetsin yetmesin herkes sadece cüzdanını değil, evini açıyor depremzedeye, öksüz kalmış çocuğu evlatlık ediniyor… Daha dün eğitim ücreti zammından şikâyet eden özel okul sahipleri “bile” depremzede öğrenciyi tam burslu okutma taahhüdüne imza atıyor…
Ama iktidar olmanın (devlet demeye dilim varmıyor.) nimetlerinden yararlananlar kurdukları konfordan vaz geçmiyorlar. Öğrenciler okumasa da olur diyorlar, yeter ki oteller işlesin! İmar affı ne güzel diyorlar, yeter ki müteahhit zarar görmesin, tatiller çok hoş diyorlar, turizm sektörü yaşasın!…
Peki ya sosyalizm? O sadece felaket anlarında ya da ortak mutluluklarda mı yürürlüğe girecek; cenaze, doğum ve düğünlerde mi anımsanacak? İnsanlığın büyük uyum dünyasına ait bu değerlerimizi sürekli ve kalıcı kılamaz mıyız, kılamayacak mıyız?
Evet, Alan Sokal’ın “bilimsel” makalesine dönecek olursak, Sosyal Text dergisi makaleyi kabul etti, üstelik postmodernizmi savunan bilim adamlarının makalelerine ayrılmış özel sayısında yayımladı! Ardından Sokal makalesinin saçmalıklarla dolu düşünceler içerdiğini, bunu bir deney için yazdığını, modernizm, ilerleme ve bilim karşıtlarını bir teste tabi tutuğunu açıkladı ve kıyamet koptu!
Öte yandan sosyal ve beşerî bilimler alanında çalışan birçok bilim adamı, postmodernizmi, belirlenemezciliği ve göreceliği savunanların kendi alanlarına saldırıları karşısında duygu ve düşüncelerini dile getirdiği için Alan Sokal’a teşekkür etti. İçeriği biraz daha dikkatli incelendiğinde görüldü ki bu “makale” matematik ve doğa bilimleriyle felsefe ve sosyal bilimler arasında kurulan bu ilişkiler, Avrupalı ve Amerikan entelektüellerinden yapılan alıntılardan oluşuyordu; yani Sokal onları kendi silahlarıyla vuruyordu!
Sokal’ın meslektaşları, yani doğa bilimciler deneyi şaşkınlıkla karşıladılar, doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasında kurulan ilişkiye dair böyle anlamsız ve boş iddialara inanamamışlardı. Bilimle doğrudan ilişkili olmayanlar ise bu alıntıların neden saçma olduğunun daha basit bir biçimde anlatılması gerektiğini söylediler. İşte o zaman Alan Sokal, Belçikalı teorik fizikçi ve bilim filozofu Jean Bricmont’la birlikte bu isteği gerçekleştirmek için bir kitap yazdılar: “Son Moda Saçmalar, Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları”.
Anlaşıldı, doğa bize uymayacak; o halde biz doğaya uymak zorundayız. Daha açık yazalım: Kapitalizmin kültür krizinden başka bir şey olmayan postmodernizm büyük bir yanılgı içindedir, bilimden başka sarılacağımız çare yoktur.
Sismoloji sosyolojiye boyun eğmiyor, sosyalizme mecburuz!