Bugün, Cumhuriyet değerlerini halkla buluşturan dünün “Öğretmen Kemal”lerine olduğu kadar, onların mücadelesini yapıtlarına taşıyabilecek sanatçılara da gereksinim var.
DEVRİMLERİN ORGANİK AYDINLARI
20. yüzyıl toplum bilimleri için tam bir laboratuvardı. Daha yüzyılın ilk yarısı, sömürgeciliğin çözülmesine, ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişine, işçi sınıfının ilk gerçek iktidarına ve iki büyük savaşa sahne oldu. Bu dönemde birçok ülke bağımsızlık savaşları verirken, bazıları da aydınlanma devrimleriyle toplumsal ve siyasal dönüşümler yaşadı.
1914-1918 Avrupa merkezli I. Dünya Savaşı, İngiltere ve Fransa’nın Sanayi Devrimi’yle güçlenen sömürgeci pozisyonlarına Almanya ve İtalya’nın bir yanıtıydı; 1917 Sovyet Devrimi’ne yol açtı. Devrim, Çarlık rejimini yıkarak Sovyetler Birliği’nin kurulmasını sağladı; Marksist-Leninist ideoloji temelinde toplumun ve ekonominin sosyalist dönüşümünü hedefledi. 1910-1920 yılları arasında gerçekleşen Meksika Devrimi, feodal yapıyı ve yabancı sermayenin etkisini kırmayı amaçlayan toplumsal bir hareketti. 1919-2023 Türk Kurtuluş Savaşı, Batı’nın sömürgesine dönüşen, köhnemiş Osmanlı İmparatorluğu’ndan çağdaş bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı.
Bu, bağımsızlık ve sınıf mücadeleleri sonunda gerçekleşen toplumsal dönüşümlerin kalıcı ve sürdürülebilir olması; toplumun yaşayageldiği ekonomik, sosyal ve kültürel sistemin de dönüştürülmesine bağlıydı. Kuşkusuz sosyal ve kültürel yapılar, ekonomik yapılara göre çok daha dirençliydi. Böyle bir dönüşüm emek, sabır ve eğitimin temelli uzun bir mücadeleyi gerekli kılıyordu. Rusya’da sınıf, Osmanlı’da ulus karakterli devrimlerin ilki sömürü, ikincisi emperyalizme karşıydı ama her iki devrimin de ortak noktası aydınlanmaydı ve aydınlanmanın dinamiği eğitimdi. Bu nedenle 1920’lerde Sovyetler’in 1930’larda Cumhuriyet’in temel sorunu, mücadelenin önde gelen aydınlarına dayanarak eğitim seferberliğiyle devrimleri taçlandırmak ve sürdürülebilir kılmaktı.
Toplumun yüzyıllardır taşlaşmış geleneksel üretim, yönetim ilişkileri ile onların üzerinde biçimlenmiş sosyal ve kültürel değerleriyle mücadele etmek, yerine devrimle gelen çağdaş ve demokratik değerleri topluma benimsetmek hiç de kolay değildi. Her iki ülkede de Marksist terminolojide ekonomik koşullardan oluşan altyapının belirlediği sosyal ilişkiler ve kültürel birikimle biçimlenmiş “yanlış bilinç” olarak tanımlanan “ideoloji” ile onu “hegemonya” kavramıyla genişleten Antonio Gramsci’nin deyişiyle, bir karşı ideoloji ve toplumsal rıza üretebilmekten geçiyordu.

Çünkü Louis Althusser’e göre insanların düşünceleri zihinleri tarafından oluşturuluyor değildi; onlar dinsel ibadet mekânları, okullar, kitle iletişim araçları gibi “devletin ideolojik aygıtları” aracılığıyla üretiliyor, pekiştirilip sürdürülebiliyordu. Üstelik ideoloji sadece “yanlış bilinç” olmakla kalmıyor, aynı zamanda insanların kimliklerin ve davranışlarını da şekillendiriyordu (Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, 1989). Michael Foucault’a göre ise ideoloji, belirli bir konuda üretilen ve paylaşılan bilgi, fikir ve inanç sistemleri olan söylemlerdi. İdeolojik söylemler, bireylerin kendilerini tanımlayış, düşünüş ve davranışlarını belirleyip onları özneleştiriyor, yani bireyi düşünce ve inancının öznesi kılıyordu. İktidarı, egemen sınıfın yönetici zümresinin tekelinden çıkarıp onu aile, grup, dernek… toplumun tüm kademelerine paylaştıran Foucault, ideolojiyi iktidar ile ilişkilendiriyor; iktidarın bilgi ürettiğini ve bilginin iktidarı desteklediğini, bu nedenle ideolojilerin bilgiyi de etkilediğini ileri sürüyordu (Bilginin Arkeolojisi, 2022).
Öyleyse çağdaş, devrimci, demokratik bir ideoloji ve bilgi için eğitim şarttı ve bu şart elbette ki toplumun görece eğitimli ve bilinçli aydınları aracılığıyla inşa edilebilirdi. Antonio Gramsci, aydınları, toplumsal sınıfların ideolojik ve kültürel mücadelesinde kilit rol oynayan aktörler olarak görüyordu. Ona göre iki çeşit aydın vardı: Geleneksel aydın, organik aydın. Tarihsel olarak belirli bir toplumsal statüye sahip, kendini toplumdan ayrı ve bağımsız görenler, geleneksel aydınlardı. Din adamları, filozoflar, sanatçılar ve edebiyatçılar, böyleydi örneğin; bunlar, genellikle egemen sınıfla bağlantılı ve suya sabuna dokunmayan mevcut toplumsal düzenin pasif hizmetçileriydiler.
Gramsci’ye göre, belirli bir sınıfın çıkarlarını temsil eden ve o sınıfın ideolojik, kültürel mücadelesinde aktif rol oynayanlar ise organik aydınlardı. Bunlar, ait oldukları sınıfın bir parçasıydı ve sınıfı örgütlemek, bilincini yükseltmek, mücadelesini yönlendirmek için çalışırlardı. Örneğin, işçi sınıfının organik aydınları, sendikacılar, sosyalist teorisyenler ve sınıfın haklarını savunan örgütlerin yöneticileriydi. Onlar, sadece teorik bilgi üretmekle kalmaz, aynı zamanda pratik mücadelede de aktif rol oynarlardı. Egemen sınıfın kültürel ve ideolojik hegemonyasına karşı mücadele ederler, kapitalist ideoloji için alternatif bir bilinç yaratmaya çalışırlardı. Bu da sınıfın, “kendiliğinden” bilinçten “devrimci” bilince geçişini kolaylaştırırdı. (Gramsci, Hapishane Defterleri, 2016) Organik aydın tipinin Sovyet ve Türk Devrimi ile yeni toplumun inşasındaki rolü, tarihin en okunaklı sayfalarında yazılıdır.
Sosyalist devrimlerin var olmadığı, dolayısıyla toplumun görünür bir biçimde sınıf temelli değil ama ulusun görece ileri, bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı kesimlerine dayanarak gerçekleşen aydınlanma devrimlerinin söz konusu olduğu ülkelerde, Gramsci’nin tanımladığı işçi sınıfının organik aydınlarının yerini, kuşkusuz Cumhuriyetçi aydınlar alacaktı. Nihayet burjuvazi, palazlanıp geniş halk kitlelerine dayanarak Fransa’da feodal sistemi ve mutlak krallıkları yıkarak Cumhuryet’i kurarken de o aydınlar ön sıralardaydı. Onlar toplumun aydınlanma mücadelesinde, feodal hegemonyaya karşı alternatif bilinç yaratmaya çalışmış, toplumun “kendiliğinden” bilinçten “Cumhuriyetçi” bilince geçişini sağlamışlardı. Bu aydınların, her iki devrim türünde de en çok göz önünde bulunanları öğretmenlerdi. Çünkü devletin, toplumu dönüştürmekte en dolaysız ve etkili gücü eğitimdi.

DEVRİMİN ZOR GÖREVİ EĞİTİM
Yazımızın konusu olan Öğretmen Kemal (1981) adlı filmin hikâyesinin zamanı olan 1930’lu yıllarda dünya genelinde büyük çalkantılar yaşanıyor, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar hüküm sürüyordu. 1929’da başlayan Büyük Buhran, etkisini sürdürüyor, dünya genelinde işsizlik artıyor, ekonomik durgunluk yaşanıyordu. Kriz, birçok ülkede toplumsal istikrarsızlığa ve siyasal kutuplaşmanın yükselişine zemin hazırlıyordu. Almanya’da Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi, ekonomik krizin de etkisiyle güçlenerek iktidara gelmiş; İtalya’da Benito Mussolini liderliğindeki faşist rejim, yayılmacı politikalar izlemeye başlamıştı. İspanya’da General Franco liderliğindeki faşist güçlerle Cumhuriyetçilerin karşı karşıya geldiği iç savaş sürüyor; Japonya’da militarist ve yayılmacı bir rejim güçleniyordu. Amerika’da Roosevelt, Yeni Düzen politikalarıyla ekonomik krize çözüm bulmaya çalışıyor; Hindistan’da Mahatma Gandhi liderliğinde İngiliz sömürge yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi devam ediyordu. Milletler Cemiyeti, faşist devletlerin yayılmacı politikalarına karşı etkisiz kalmış. II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri işitilmeye başlamıştı.
Bu yıllar, Türkiye açısından Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra modernleşme ve uluslaşma çabalarının hız kazandığı bir dönemdi. Bu dönemde 3 Mart Devrim Kanunu “Hilafetin ilgası”, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin Kaldırılması” ve “Tevhidi Tedrisat” ile Türkiye’nin sosyal, siyasal ve eğitim sisteminde önemli değişiklikler yapılmıştı. Bu değişikliklerin topluma anlatılabilmesinde ve benimsetilmesinde büyük sorumluluk halkın organik aydınları olan öğretmenlere düşüyordu. Üstelik eğitim sadece okullarla sınırlı kalmayacak Halkevleri ve Halkodaları gibi kurumlar aracılığıyla, halkın eğitimi ve kültürel gelişimi de desteklenecekti. Geniş bir eğitim seferberliği için Köy Enstitüleri’nin öncüsü olarak Köy Eğitmen Kursları kurulmuştu.
Yine bu dönemde Atatürk’ün önderliğinde, bir yandan devletçilik, halkçılık, laiklik, inkılapçılık, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik ilkeleri doğrultusunda politikalar hayata geçiriliyor; diğer yandan, siyasal birliğin sağlanabilmesi için halkın aydınlanmasından korkan, çıkarları ve egemenliklerinde direnen kesimlerin dirençlerinin kırılması gerekiyordu. Dış politikada “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine bağlı kalınırken, Almanya’da Nazilerin iktidarı ele geçirmesiyle yaydıkları tehdide karşı Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan Balkan Antantı imzalanmış; 1936’da da Türkiye’ye İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerinde kontrol ve savaş gemilerinin geçişini düzenleme hakkı veren Montrö Boğazlar Sözleşmesi kabul edilmişti. Özetle her alanda, başı dik, bağımsız, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti devleti inşası sürüyordu.

CUMHURİYET’İN ‘ÖĞRETMEN KEMAL’İ
Bu inşanın doğal harcı ise eğitim ve öğretmendi, tıpkı Sovyetlerin ilk yıllarında olduğu gibi. Benzer süreçlerden geçen ülkelerde, benzer durumların yaşanması kaçınılmazdır. Sosyoloji böylesi benzerliklerin örüntülerini inceleyerek söz söyleyen bir bilimdir. Bunların olgusal sonuçlarını bilim alanında görebileceğimiz gibi, izlerini sanat eserlerinde sürmek de olasıdır.
Nihayet Sovyet yönetmen Andrey Konçalovski’nin 1965’te, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “İlk Öğretmenim” öyküsünden aynı adla sinemaya uyarladığı tarihi dram filminde Öğretmen Duyşen’in verdiği mücadele üzerinden Sovyetlerin eğitim seferberliğine tanık olabiliriz: Duyşen, devrim sürecinde devrim, devrimden sonra eğitim mücadelesinin bir neferidir. Ordudan terhis olunca, devlet tarafından Çin sınırına yakın bir Kırgız köyüne öğretmen olarak gönderilir. Burada geleneklere sımsıkı bağlı, eğitimini mollalardan alan yerel halkın güçlü direnişiyle karşılaşır. Filmde, ailesi tarafından, istemediği yaşlı bir adama ikinci eş olarak zorla verilen Altınay’ın eğitimi mücadelesi özelinde, Sovyetlerin toplumun ideolojik ve kültürel dönüşümü için başlattığı seferberliği takip ederiz.
Filmde Öğretmen Duyşen’in, devrim sonrası Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal dönüşüm ve yeni bir toplum inşa etme mücadelesi; öğretmenin köye gelişi, okul yapma çabaları, köylülerle kurduğu ilişki, köyün geleneksel egemen güçlerinin öğretmene çıkardığı engeller… Bütün bunları, ayrıntılarına kadar inen benzerlikle Cumhuriyet Türkiye’sinin aydınlanma mücadelesinin eğitim boyutuna odaklanan, Remzi Jöntürk’ün yönettiği, Mehmet Aydın’ın senaryosunu yazdığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. Doğum yılında çekilen “Öğretmen Kemal” filminde de görmek mümkün.
1891 doğumlu Kemal (Cüneyt Arkın) de Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir Kuvayi Milliye askeridir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, yukarıda andığımız eğitim seferberliği çerçevesinde öğretmen olarak Karalar köyüne gönderilmiştir. Karalar, sanki küçük bir Türkiye’dir, burada ülkenin geleneksel tüm ögelerinin temsilleri olabilecek her şey vardır: Köy muhtarı (Zülfikar Divani), köylü üzerindeki kontrolünü ortadan kaldıracağını düşündüğünden öğretmenin köye gelişinden hiç hoşnut değildir. Köy ağası Dayı Bey (Eşref Kolçak) de benzer kaygılar ve el koyduğu araziye okul yapılacak olmasına karşı çıkar. Şerif Hoca (Selçuk Uluergüven), köylünün sadece dini duygularını değil, kaçak ürünlerle maddi varlığını da sömürmektedir. Reçine tüccarı Leon (Nejat Gürçen) ise köylünün emeği üzerindeki tasarrufunun son bulacağını bildiğinden öğretmenin gelişinden çok rahatsızdır.
Öğretmen Kemal’in bu güçlü engellerine karşı, onun yanında yer alan, mücadelesine destek verenler de vardır. Bunlardan biri Karalar köyünün bir kolunu savaşta bırakmış Gazi Dayı’sıdır (Talat Gözbak). Köye ayak bastığından beri Kemal’in yanından bir an bile ayrılmaz. Yakışıklı, enerji dolu, inançlı ve kararlı öğretmene, onu görür görmez abayı yakan muhtar kızı Ayşe (Meral Orhonsay). Köyün bir başka güzeli ve eşkıya Duran Ali’nin sevdalısı Hasret (Funda Gürçen) de öğretmenin yanındadır. Tabii köyün olmazsa olmazı ve doğrucusu, yani iç sesi daima ağzında olan delisi Çayır Mustafa (İsmail Cavcı), öğretmenden gördüğü samimi ilgi karşısında onun yanında yer alır.
Eşkıya tiplemesi Türk edebiyatında, temsillerini Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’de bulan iki farklı biçimde ele alınır. Kemal Tahir, adil ve kerim devlet tasavvuru nedeniyle, bu tasavvurun dışında kalan her şeyi ve dolayısıyla yarı folklorik yarı mitolojik bir öge olarak eşkıyalığı da olumsuzlar. Oysa Taner Timur’un, Kemal Tahir’le birbirlerinin anti tezi olarak değerlendirdiği Yaşar Kemal, egemen sınıfın baskı aracı olarak gördüğü devletin karşısında konumlandırdığı eşkıyaya karşı oldukça sevecendir, onu halkın koruyucusu, destekçisi sayar. Filmin eşkıyası Duran Ali (Fikret Hakan), hikâyenin başında köyün ağası Dayı Bey adına çalışan bir dağ eşkıyasıdır ama gerçeği görmekte gecikmez ve Öğretmen Kemal’in safına geçer; yani iki tip eşkıya algısını kendi karakterinde birleştirmiştir Duran Ali. Ağanın adamı olarak, arazisine okul yapmak isteyen öğretmenin karşısındayken, Cumhuriyet aydının temsili olan Kemal onu cesareti, aklı ve ikna yeteneğiyle hem ölümden kurtarmış hem karanlığa karşı mücadelesinde yanına çekmiştir.
DUYŞEN İLE KEMAL’İN AKRABALIĞI VE VAZGEÇİLMEZLİĞİ
Ö Öğretmen Kemal, köyün egemen ve geleneksel karanlık güçlerine karşı mücadelesinde şimdi daha güçlüdür. O da tıpkı Duyşen gibi köye atanmadan önce kurtarıcı ve kurucu ordunun bir askeridir. O da ahırı tek başına çalışarak okula dönüştüren Duyşen gibi, köy okulunun inşaatında, dere üzerindeki köprünün yapımında bizzat çalışarak okulu da köprüyü de tamamlar. O da ilk dersin, öğrencilere ülkesinin kurucu önderi Lenin’i öğreten Duyşen gibi Atatürk’ün adıyla başlar. Ders sırasında Lenin’in ölüm haberini alan Duyşen gibi Atatürk’ün ölümünü derste öğrenir. Zor durumlarda devletin kolluk kuvvetlerinden yardım alan Duyşen gibi Kemal de jandarmanın varlığını her zaman yanında hisseder.
Öğretmen Kemal sadece öğrencileri eğitmez, karanlığın, kör inançların etkisinde kalmış köylüye de ışık tutar. Eğitim seferberliğini bir bütün olarak görür, sınıfın dışındaki köylüye de çağdaş ve demokratik değerleri benimsetmeye çalışır. Onların kör inançla dilekte bulunup çaput bağladığı dilek ağacını, hocanın şaşkın ve kin dolu bakışları önünde kökünden keser. Köylü kadınların ezilip baskılanmasına karşı çıkar. Hasta olup ateşlenen çocukları hocanın okuyup üflemesine değil derenin serin sularına bırakır…

Ama bütün bu aydınlanma mücadelesinin bir bedeli olacaktır. Köyün ağası Dayı Bey, öğretmenin köyde bu denli güç kazanmasına daha fazla katlanamaz ve köylünün namus hassasiyetine dokunur. Tecavüz ettiği muhtarın kızı Ayşe’ye bunu Kemal’in yaptığı iftirasını atar. Köy halkının büyük tepkisine neden olan bu namus meselesi Öğretmen Kemal’in sonu olur, köylüler onu linç eder… Bedel budur. Oysa filmin çıkış sekansında, hiçbir mücadelenin boşuna verilmediğine, aradan onlarca yıl geçtikten sonra köyün gelişmiş olduğuna, çocukların okullarında mutlulukla eğitim aldıklarına, halkın görece iyileşmiş ve çağdaş yaşam koşullarına kavuştuğuna… tanık oluruz.
Ne yazık ki Öğretmen Kemal filmi, ele aldığı temel sorunu önemsizleştirebilecek denli sinema estetiğinden uzaktır. Yeşilçam’ın belirli kalıplarını tekrarlayan bir yapıdadır. Kişilerin tipleştirilerek siyah-beyaz betimlenmesi, onların içsel derinliğini ve karmaşıklığını azaltan, basitleştirici bir karakterizasyondur. Müzik kullanımı ve oyunculuk performansı, duygusal anların abartılı verilişi, melodramatik bir atmosfer yaratarak hikâyenin gerçekliğini zedelemektedir. Öte yandan basit kamera açıları ve hareketleri yaratıcılıktan yoksundur.
Bütün bu zayıflıklar, filmin sanatsal değerini ve etkisini sınırlandırsa da Öğretmen Kemal, bütün naif/nahifliğine karşın, içerdiği önemli toplumsal mesajlarla 12 Eylül rejiminde bile Cumhuriyet devrimini savunmak ve Atatürk düşmanı gericilik karşısında dik durabilmek cesaretini gösterebildiği için övgüyü hak ediyor; hele karşı devrimin bu denli yükseldiği günümüzde…
Zira bugün “Öğretmen Kemal”lere olduğu kadar, Gramsci’nin “geleneksel aydın” kategorisine itirazını yükseltip Cumhuriyet’in bu “organik aydın”larının mücadelesini yapıtlarına taşıyabilecek sanatçılara da gereksinim var.