Postmodernist düşünme biçimi, toplumu, kültürü ve anlamı atomlarına kadar çözdü. Bunu daha doğru bir anlam üretmek için yapmadı, tersine anlamı çözdüğü yerde kocaman bir boşluk yarattı. Sonuç, anlamlar, değerler, ilkeler çözüldü, bağlamsız kılındı. Dünyayla birlikte ülkemiz de artık en büyük sorunları, bir dil ve anlam kriziyle birlikte yaşıyor.
Malum, dilin sözcük gibi anlamlı birimlerini, “gösterge” (séme) terimiyle adlandırmaya İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’nin Genel Dilbilim Dersleri’yle başladık. Örneğin “ampul” (İçinde, elektrik akımı ile akkor durumuna gelerek ışık verebilen bir iletkeni bulunan, havası boşaltılmış cam şişe), “ok” (Yayla atılan, ucunda sivri bir demir bulunan ince ve kısa tahta çubuk) ya da “kurt” (Köpekgillerden, Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika’da yaşayan, postu gri sarı renkli, yırtıcı, etçil memeli hayvan; börü, canis lupus) anlamı olan birer göstergedir.
20. yüzyıl dilbiliminin kurucusu olarak bilinen Saussure’nin “gösterge” dediği kavram, kabaca söylersek “gösteren” (aposéme) ve” gösterilen” (paraséme) dediğimiz bir kâğıdın iki yüzü gibi ayrılmaz iki ögeden meydana geliyor. Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, tırnak içine yazdığımız gösterenler ile parantez içine aldığımız (sozluk.gov.tr’ye göre anlamları) gösterilenler, birlikte göstergeyi oluşturuyor. Yine kolayca görülebileceği gibi gösterenle gösterilen arasındaki ilişki tümüyle uzlaşımsaldır, yani “a-m-p-u-l”, “o-k” ve “k-u-r-t” seslerinden oluşan gösterenler, gösterilenleri ile doğal bir ilişki içinde değildir. O nedenle dil göstergeleri, sentetiktir.
Saussure dilbilim alanına, dilin ve anlamın doğasını daha kolay anlamamıza katkı sunan iki kavram daha yarattı: “Langue” (dizge olarak dil) ve “parole” (ifade olarak söz). Toplumca paylaşılan, değişime dirençli dilbilgisi kuralları, sözcükler, anlamlar ve bunlar arasındaki ilişkiler dilin (langue) temel bileşenleri; söz (parole) ise dil sisteminin kurallarına göre biçimlenen, bireysel uygulamalarıdır. Bunlar, konuşan/yazan bireyin toplumsal, kültürel, kişisel varlığına ve duruma göre değişebilirdir. Dil ve söz karşılıklı bağımlılık içindedir; iletişim amacı taşıyan söz olmadan dil, dilin sistematiğine uymadan söz olanaklı değildir. Bu ikisi büyük bir dil evreni yaratır.
Oysa okul kitaplarımız bu evreni olabildiğince daraltır. Türkçe derslerinin üç beş kurala sıkıştırılmış bağlamsız “dil bilgisi” ne yazık ki içler acısıdır. Hele bir üst kademeye öğrenci seçmek ve yerleştirmek amacıyla yapılan merkezi sınavların Türkçe testleri, dili tümüyle birkaç koda indirgemiş görünmektedir. Bilime ve eğitimbilime bütünüyle aykırı bir soru tipi olan “anlatım bozukluğu” soruları, bu indirgemenin ve kodlaştırmanın somut örnekleridir. “Aşağıdakilerin hangisinde bir anlatım bozukluğu vardır?” veya türevlerine dayanan maddeli soru formları, merkezi sınavlara hazırlık kurslarında çalışan Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri tarafından hiçbir bilimsel zemine dayandırılmadan uydurulmuştu. Giderek yardımcı kitaplarda Türkçe dersinin çok önemli bir konusu olarak şişirilmeye başlandı. Bir dili bozulmuş, yanlış kullanılmış biçimi üzerinden öğretmek dilin doğru kullanımının örnekleri yerine, yanlış kullanımına odaklanan ve başka hiçbir ülkenin, çocuklarına, gençlerine anadilini öğretmekte başvurmadığı bu “yöntem”, ne yazık ki Milli Eğitim’in ortaokullarda Türkçe, liselerde Türk Dili ve Edebiyatı derslerine de sınavlarına da girdi.
“Anlatım Bozuklukları” konusu, eğitim ve öğretimde, adından da anlaşıldığı üzere bozuk, yanlış, kötü anlatım örneklerinden hareket ettiği için pedagojik; dili art süremde değil eş süremde dondurduğu için bilimsel değildir. Üstelik verilen örneklerde anlam ve anlatım birimlerini bağlamdan koparır, dile dair bilgiyi dilin içine kapatıp toplumdan, kültürden ilişkisellikten alır, giderek dilin edebî, poetik ifade olanaklarını dilin dışına iter. Bu nedenle dilsel bozulmaların kaynağı, dilin biçimlenip gelenekselleştiği sosyal, kültürel ve tarihsel zeminin dışında, sadece yazı dilinin dilbilgisel düzeninde aranır. Bu arama biçimi, dilin ifadeyi doğrulama ya da yanlışlama olanaklarını olabildiğince sınırlandırmaktadır.
Oysa dili indirgeyen ve araçsallaştıran bu yaklaşım, ne dil ve kültür arasında güçlü bir bağ olduğuna dikkat çeken Wilhelm von Humboldt’un, her dilin kendine özgü bir dünya görüşünü yansıttığı ve bir milletin ruhunu şekillendirdiği düşüncesini; ne dilin düşünce biçimimizi yapılandırdığını ileri süren Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf’un, farklı dillerin konuşanlarının dünyayı farklı algılamalarına neden olduğu iddiasını; ne Ludwig Wittgenstein’ın toplumsal bir etkinlik olan dilin ve anlamın, bağlamın içinde ortaya çıktığını savunan dil oyunları kuramını; ne Mikhail Bakhtin’in dilin her zaman diyalojik (diyalog ortamında belirlenen) bir yapıya sahip olduğunu ve anlamın iletişim sürecinde karşılıklı etkileşimler sonucu şekillendiği savını; ne de dilin güç ilişkileri ve toplumsal yapı ile olan ilişkisini inceleyen Michel Foucault’un, dilin bilgiyi üretme ve kontrol etme süreçlerinde önemli bir rol oynadığını tezini… dikkate almaktadır.
Sınıfsal güç ilişkileri, toplumsal değişim, kültürel miras, düşünce biçimleri ve kimlik oluşumu ile ilişki içinde dilin bu çoklu belirlenimlerini bir kenara bırakıp konuyu Saussure’le sınırlasak bile, dilin (langue) mantıksal düzeninin, onun “konuşma” (langage) dediği olgusal bir alanda kaldığını ve bu nedenle sosyal, kültürel, bireysel bir boyuta sahip olduğunu kabul etmek zorundayız. Elbette şeyleri anlamlandırma biçimlerimiz, belli bir tutarlılık ölçüsü içinde kurulmalıdır; değilse bir arada yaşamanın zorunlu kıldığı uzlaşı olanakları ortadan kalkar. Ancak toplumsal uzlaşının koşullarını dayatan egemen sınıfın ideolojisi, tarihin ilerlemeci tarafında olmayınca, anlamlandırma biçimlerimizin tutarlılık ölçüsünü de belirleyen güç olarak her türlü toplumsal mutabakatı dağıtıp yok ediyor.
Göstergebilimsel ideoloji kavramına odaklanan Rus Sovyet dilbilimci Valentin Nikolayeviç Voloşinov, dilin nesnel olarak sınıfsal olmamasının, dili ve dolayısıyla göstergeyi bir sınıf mücadelesi alanına dönüştürdüğüne işaret ediyor. Sınıf mücadelesi alanını, bu mücadelenin ideolojik dayanakları biçiminde anladığımızda bile, bu dönüştürmenin ne denli sert olduğunun örneklerini, Victor Klemperer’in, Nazi döneminde tuttuğu günlüklerden yola çıkarak yazdığı “LTI/Nasyonal Sosyalizmin Dili” (İletişim Yay. 2013) adlı çalışmasında, Almanca üzerinden fazlasıyla verdiğini görmüştük.
Ülkemizde bu dönüştürmenin dilimizdeki görünümlerine, sınıf mücadelesinin önüne etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklara dayalı olgular konduğu için, daha çok bu olguların çatışma alanlarında tanık oluyoruz. Güncel politik dil içinde örnekleyecek olursak “Adalet ve Kalkınma Partisi”ni AKP biçiminde kısaltırsanız, partinin karşısında; AK PARTİ biçiminde söylerseniz yanında konumlanmış oluyorsunuz! Terör örgütü “Partiya Karkeren Kurdistane”nin “PKK” olan kısaltmasını, Osmanlıcanın Türkçeye etkisiyle “PeKaKa” biçiminde telaffuz ederseniz, örgüte karşısınız; Cumhuriyet Türkçesinin sesletimi olan “PeKeKe” biçiminde söylerseniz, sempatizanısınızdır! “Hayırlı sabahlar!” veya “Günaydın!” biçimindeki seslenmeler de tıpkı türban ve mini eteğin yaptığı gibi sizi iki ayrı kampa koyar! Bir cinsiyetçi için “hanım” ya da “bayan”, insanı cinsiyet temelinde görmeyen biri için sadece “kadın”dır. Hatta “Sisi” için “Darbeci” ve “Kardeşim” gibi iki ayrı niteleme ya da “Esat-Eset” örneğindeki gibi iki ayrı telaffuz, aynı kişiyi bile iki farklı kümeye sokar… Nietzsche haklı, “Sözcükler yolumuzu kesiyor.” (Tan Kızıllığı)
Olguları ve şeyleri dilsel zeminde anlamlandırıyoruz. Bu nedenle her anlamlandırma belli bir politik ve ideolojik içerik üretiyor. Bu içeriklerse egemen sınıfların iktidarını sürekli kılacak düşünce araçlarını, toplumun bütününe dil yoluyla yayıp bireylerin düşünme ve anlamlandırma biçimlerini manipüle ediyor. Frankfurt Okulu’nun Neo Marksistleri’nden Althusser, Foucault ve Barthes, bu manipülasyonun, yani ideolojinin toplumun bütün katmanlarına nüfuz ederek doğallaştığını ileri sürüyorlar. Gramsci ise hegemonik sınıfın, Althusser’in DİA’lar (Devletin İdeolojik Aygıtları) dediği okul, dinsel kurum, medya… aracılığıyla halkın rızasını ürettiğini söylüyor.
Dilin ideolojik eğilip bükülmesinden daha tehlikeli kullanımına ise Umberto Eco dikkat çekiyor; dilin anlamlı birimlerini, yani göstergeleri kastederek “İşaretler,” diyor Eco, “gerçeği söylemek için kullanılabiliyorsa, yalan söylemek için de kullanılabilirler.” (Akt. Arthur Asa Berger, Medya Çözümleme Teknikleri, 2019). Ülkemiz, dilimizin egemen ideolojiler tarafından nasıl manipüle edildiğine, yalanlar ve yanlışlar üretmede nasıl pervasızca kullanıldığına giderek daha çok tanık oluyor. Örneğin şu cümleleri toplum yönetiminin en güçlü, etkili ve sorumlu yöneticisi kuruyor: “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun basamaklarında ve diğer alanlarında LGBT renkleri var.”, “Akaryakıt fiyatlarında Türkiye, Avrupa’nın en ucuz ülkelerinden biri.”, “Antalya, Erzurum, Esenboğa, Adnan Menderes Havaalanları, Harran ve Van Üniversiteleri bizim dönemimizde açıldı.”, “Bizden önce toplu iğne üretilmiyordu; EMAR cihazı, buzdolabı, ambulans, elektrik yoktu, mum ve gaz lambası vardı.”… Umberto Eco haksız mı?
Egemen ideolojinin, dilin gramerine yaptığı bozucu etki ya da dili bütünüyle yalanın emrine vermesi, bir toplumun yaşamında iyi duygularla anılacak bir iz bırakmaz kuşkusuz. Dil de tarih gibi çeşitli duraksamalara, kesintilere uğrayabilir. Bu kötüdür ama en kötüsü değildir; çünkü dil de tarih gibi genel akışı içinde ilerlemecidir. Bu nedenle Türkçenin kendini kısa sürede onaracağından kuşku duyulmamalıdır. Kırılan bozulan her şey zaman içinde onarılabilir, yalan gerçeğe evrilebilir. Dil, anlam ve ideoloji arasındaki yanlış ilişkiler düzeltilebilir. Bu nedenle bozuk veya yanlış da olsa anlamın varlığı önemli görülmelidir.
Oysa şimdilerde bambaşka bir duruma tanıklık ediyoruz: Anlamsızlık, yani dilin anlamdan boşaltılması durumuna! Yanlış ya da bozuk bir anlam değil, artık düpedüz bir anlamsızlık üretiyor dilimiz! Postmodernist düşünme biçimi, toplumu, kültürü ve anlamı atomlarına kadar çözdü. Bunu daha doğru bir anlam üretmek için yapmadı, tersine anlamı çözdüğü yerde kocaman bir boşluk yarattı. Atom altı evrenin sınırlı bir alanından aldığı bilgi kırıntılarıyla kadim anlatılara şarlatanca baş kaldırdı. Sonuç, anlamlar, değerler, ilkeler çözüldü, bağlamsız kılındı. Dünyayla birlikte ülkemiz de artık en büyük sorunları, bir dil ve anlam kriziyle birlikte yaşıyor.
Dil bireysel anlamlandırmayı, kişiler arasındaki iletişimi ve toplumsal uzlaşıyı; hatta anlamsızlığı, iletişimsizliği ve çatışmaları olanaklı kılan “ağırlıklarından” kurtarılıyor adeta. Anlatım bozukluğu sorularında olduğu gibi dili artık salt bir araç-dil, saf bir sesler birleşimi olarak deneyimliyoruz. Ögelerin yerinde olması yeterli kabul ediliyor ama hangi yerde olduklarının bir önemi yok! Sözcükler sadece onları oluşturan sesleri iletiyor, üstünde anlam taşımıyor. Cümleler de öyle, çoğu kez yarım yamalak bırakılmaları, kulaklarımıza sadece ses olarak ulaşması bu yüzden. Önermeler mantığını, argümanlar kanıtlarını yitiriyor. Özne ile yüklem arasında tutarlı ilişkiler aranmıyor artık. Paragraf düzeyinde anlama yorumlama olanaklarımızı çoktan kaybettik. Dilin; sadece sesler, sözcükler, cümleler yığını olarak belirmesi, toplumun toplum olma vasfından vazgeçip insan yığınına, kalabalıklara dönüşmesinin ardından gittiğini gösteriyor.
Dil, düşünceleri ifade etme araçlarına sahip bir dizge; mantık ise bu düşüncelerin doğru ve tutarlı bir şekilde organize edilmesini sağlayan yetidir. Kavramlar karşıtlarıyla bile bir anlam ifade eder: ABD’nin Irak’tan sonra Suriye’yi “özgürleştirme”si; İsrail’in bugün İran’ı, yarın Türkiye’yi “demokratikleştirme” arzusunu gösterebilir? Oysa kavramların anlamlarından boşaltılması, bozuk veya yanlış bir anlamı bile işaret etmez. “Hiçbir şey olmamışsa bile, biz diyoruz ki kesinlikle bir şeyler oldu!” cümlesi nasıl bir dil dizgesinin örneğidir? Aynı seçmenin, aynı sandık kurulu önünde, aynı sandığa attığı dört oy pusulasının üçünü kabul, birini reddetmek, “100 liralık banknotun yüzde 25’i sahte.” demek değil midir ve hangi mantıksal tutarlılığa dayanmaktadır? “Terörist başının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gelmesine itiraz ediliyor da İmralı’da kalmasına niye tepki gösterilmiyor? Bu ne yaman bir çelişkidir? TBMM ile İmralı adasını egemenlik ölçeğinde ayırmak iflah olmaz bir ahmaklıktır.” önermesi ve çıkarımı ne anlam taşıyor ve özne, yüklem, tümleçleri bakımından hangi dil ve mantık kurallarına dayanıyor?
Yanıt korkutucu ama gerçektir: Toplum çözüldükçe anlam kayboluyor!
Mustafa Bey, emeğinize, yüreğinize sağlık.
Her şey gibi dilimiz de bozulmadan nasibini aldı.