“Sana göre öyle, bana göre böyle!” diyerek “tarih”i, “toplum”u ve “laikliği” yeniden tanımlamaya çalışan Milli Eğitim Bakanı, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’yle eğitimi toplumcu değerlerinden ve bilimsel niteliğinden soyarak, kamu görevi olmaktan çıkardı ve hem niteliğini hem etiğini yerle bir ett. Artık işimiz daha zor ama imkânsız değil…
Gİzlİ pazar, gölge eğİtİm
Milli Eğitim Bakanı, görmeyen bir “bakan”. Okullar, eğitim yılının ilk çeyreğini bitirdi ama ne okulların temizlik ne öğrencilerin beslenme ne de öğretmenlerin liyakati esas alan atanmalarıyla ilgili sorunların çözümünde bir adım atabildi! O, çağdaş ülkelerde kamu hizmeti olan laik ve bilimsel eğitimi bir kenara bırakmış; fesli “tarihçi”nin tedrisatıyla “tarih”, tarikat ve cemaatlerle “sivil toplum kuruluşu”, benim ki böyle diyerek de “laiklik” kavramlarını, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’yle uyumlu kılabilmek için yeniden tanımlama çabasında! Eğitimimizin iç içe girmiş iki yarasından derin olanı bu, yani gericilik; geniş olanı ise özelleştirme!
Kapitalist dünyada liberalizmin yarışmacı etiğinin eğitim alanındaki sonucu, kaçınılmaz olarak sınav odaklılık olacaktı, öyle oldu. Ülkemizde cemaat ve tarikatların laik Cumhuriyet değerleriyle mücadele edecek “dininin ve kininin davacılarını” yetiştirme isteği, bu alanı çok daha önemli kıldı. Sınav odaklı eğitim, önlenemez biçimde test yayınları, uygulama merkezleri ve özel ders araç gereçleri ağından oluşan kendi sektörünü yarattı. Dershaneler, bu ağın test uygulama merkezleriydi; onların şimdiki adları ise “kurs merkezi” veya “kişisel gelişim kursu”dur. Adı ne olursa olsun, bir kısmı lise ve üniversite giriş sınavlarına dört beş seçenek içinde doğrusunu bulabilen adaylar, diğer kısmı da tarikatın sunduğu seçeneklerle düşünüp davranabilen mücahitler yetiştirmek için birbirleriyle yoğun bir rekabet içindedir.
Dershane sektörü, tüm kapitalist ülkelerde, ekonomik sistemlerinin doğası gereği vardır ve yaygınlıkları derece farklarıyla ifade edilir. İlginç olan, kapitalizmin Batılı merkez ülkelerindeki yaygınlık derecesi; Doğu Asya’nın kapitalist ülkelerindekinden daha fazla değildir. Bu durum, belki de burjuvazinin önderliğinde gerçekleşen Fransız Devrimi’yle birlikte yasallık kazanmış bir düzen kuran toplumsal yapının üzerinde yükselen sosyal devlet disiplini ve kültürüyle açıklanabilir.
Yerleşik düzen ve kültürlerde sisteme ilişkin ögeler “gizli” veya “gölge” kavramlarıyla tanımlanmaz; çünkü toplumsal her öge, yasallığını reddedilmez gerçekliği içinde edinir ve sistemin hukukuna dâhil olur. Oysa özel öğretim kurumları alanına ilişkin yapılan akademik araştırmalara bakılırsa, dershaneler ve kurs merkezleri için “gizli Pazar”, “gölge eğitim” gibi tamlamaların sıkça kullanılmakta olduğu ve bu adlandırmanın, devletin resmî eğitim örgüsü içinde ilmek kaçığı gibi ortaya çıkan bu tür yapılara cuk oturduğu görülmektedir.
Gizli pazarların ve gölge eğitimlerin yaygınlaşmasının, onları üreten kapitalist sistemlerin giderek mafyalaşmasıyla paralel ilerlemesi, dershane olgusunun neden ve sonuçlarını yeterli açıklıkta göstermektedir. Yine konuyla ilgili yapılan onlarca akademik çalışma, dershane olgusunun özellikle kademeler arasında geçişlerin ulusal merkezi sınavlarla yapıldığı eğitim sistemlerinde meşrulaştığını, velinin rekabetçi sistemle baş edebilmek için bin bir fedakârlıkla çocuğunu sisteme dâhil etmek zorunda kaldığını göstermektedir.
Öte yandan toplumda sosyoekonomik eşitsizlikler üreten sistemlerin devamlılığı, merkezî eğitim politikalarının bu sistemle uyumlu olması kaçınılmaz bir durumdur. Cumhuriyet gibi aydınlanma atılımları yaşamış Türkiye gibi ülkelerde, vatandaşların hukuksal ve yönetsel düzen içinde görece eşit olması beklenir. Ne var ki mevcut durumda kamusal eğitim sistemi içinde vatandaşların görece de olsa eşitliği, söz konusu sosyoekonomik eşitsizlikle çelişki içindedir. Yani devletin yasalar karşısında eşit kabul ettiği vatandaşların bu kuramsal eşitlikleri, ekonomik olarak yaşadıkları kılgısal eşitsizliğe toslamaktadır.
TÜİK’in 2023 yılına ilişkin yayımladığı istatistiklere göre, en yüksek eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirine sahip %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, bir önceki yıla göre 1,8 puan artarak %49,8’e çıkarken, en düşük gelire sahip %20’lik grubun aldığı pay ise 0,1 puan azaldı ve %5,9 oldu. Gelir dağılımının, resmî verilerde dahi böyle olduğu bir ülkenin, kâğıt üzerinde de olsa, kamusal eğitimde eşitliği sürdürülebilir değildir. Nihayet Millî Eğitim Bakanlığı’nın okulları “Proje Okulları”, “Sınavla Alan Okullar” gibi adlandırmalarla ve “nitelikli-niteliksiz” sıfatlarıyla bölmesi, toplumun gelir dağılımındaki eşitsiz konumuna uygundur. Böylece sistemin eşitsizlik üretme ve bunu sürekli kılma arzusu, düzenin devamında etkili olan eğitim sisteminin de eşitsizlik temelinde yasallaştırılmasıyla resmiyet kazanmıştır.
Ülkemizde “gizli pazar” ve “gölge eğitim” dershaneleri, böyle bir yasal zeminde var oldular ve var olmaya devam ediyorlar. Devam ediyorlar, çünkü eşitsizlik üreten sosyoekonomik çarkın dönmesi gerekiyor. Öte yandan, iktidarın dershaneler üzerinden FETÖ’ye karşı verdiği paylaşım savaşı döneminde güç kaybeden dershanelerin, paylaşım savaşı sonunda kazandıkları bu yasallıkları karşısında, özel okullar da konumlarını güçlendirmek istiyorlar. Şimdilik tek sorun, iktidarın Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile el yükselttiği Cumhuriyet karşıtlığının, etkisi dışındaki özel okullarda ne derece karşılık bulacağı sorunudur!
Pazarın büyüklüğü anımsanacak olursa, Türkiye’de 2012 yılında, yaklaşık 1,3 milyon öğrenci ve elli iki bin öğretmenle eğitim veren dört bin kayıtlı “özel dershane” vardı. Çünkü aynı yıl MEB bünyesinde 1627 Anadolu lisesi, 144 Fen lisesi, 907 Özel lise ve 1111 genel lise bulunmaktaydı. “Seçkin” liselere kayıt yaptırabilmek için merkezî liselere geçiş sınavına 1 milyondan fazla öğrenci giriyordu. Bu “seçkin” liselerin son sınıfına gelen öğrenciler, “saygın” üniversiteler için bu kez de merkezî üniversiteye geçiş sınavında yarışıyordu. Bu son yarışın yarışmacılarının sayısı mezunlarla birlikte neredeyse 2 milyondu, bugün 3 milyona dayandı. Bu sayılar, “öğrenci müşterilerin”, lise ve üniversite hazırlık sektörü için ne denli iştah açıcı bir kaynak olduğunu göstermeye yeter.
Bu iştihaya eklenen kira, personel, sıra, tahta gibi dershanelerin nispeten masrafsız kuruluşuyla artan kârlılık ve yüksek verimlilik, sektör için öteden beri büyük bir rekabet nedeniydi. 12 Eylül darbesiyle birlikte eğitim sisteminden uzaklaştırılan “sol değerlere” bağlı öğretmenler bile zorunlu nedenlerle “gizli pazar”, “gölge eğitim”e dahil olmuştu. Öte yandan sistemin patronları hem vergilendirmeye dönük denetimden kaçıran açıkları çoktu ve hem de bu açıklar Nur cemaatinin Fethullah Gülen tarafı mensuplarına eğitim yoluyla devlet bürokrasisine sızma olanağı yaratıyordu. Sistemin kârlılığı ve Gülen örneğindeki gibi önce iktidara ortak olma, sonra devleti ele geçirme gibi aktüel politik amaçları, giderek inisiyatifi kaybeden iktidar için büyük sorun olmaya başlamıştı. Çünkü cemaat, akla hayale gelmeyecek hile, düzen, soru dayatma, soru çalma ve algoritmik kopya sistemleriyle mensuplarını, meczuplarını istediği okullara yerleştirip mezunlarına devlet kapılarını açabiliyor, onları özellikle güvenlik noktalarında kilit görevlere getirebiliyordu.
Günün sonunda AKP, cemaatle birlikte devlet yönetme ortaklığını bozarak dershaneleri özel okula dönüştürme, dönüşmeyenleri ise kapatma kararı aldı. Dershaneler “temel lise” adıyla 4 yıl boyunca okul statüsü kazandı. Bu sürede cemaatin dershane ve sınavlara hazırlık şirketlerine el kondu. Ancak dershanecilik iki, hatta üç biçimiyle devam ediyor: Biri, çoğu kuruluş yönetmeliğindeki “sınırlı ders” şartını, “kişisel gelişim kursu” adı altında aşan ve “merdiven altı” diye adlandırılan, bu kez sözcüğün gerçek anlamıyla “gizli”, kaçak kurs merkezleri olarak; diğeri, dershaneden dönüşüp özel okul adıyla dershanecilik yaparak ve üçüncüsü, ders içerikleri, uygulamaları, açık öğretim liseleri ve açık öğretim ortaokullarıyla bir bütün olarak “kamusal” eğitim sistemi! Evet dershaneler okula dönüşürken devlet okulları tersinden bir dönüşümle dershaneleşti!
Eğİtİmİn nİtelİğİ
Peki bütün bu kavga, değişim ve dönüşüm, eğitimin niteliğine nasıl yansıdı, bir durum saptaması yapmamız gerekiyor. Aslında durumu OECD saptıyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) bağlı Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın (PISA) 2022’nin verileri ortadadır:
PISA uygulaması, öğrencileri 6 yeterlik düzeyinde değerlendirmektedir. Özetle 2. düzey, öğrencilerin 21. yüzyılda hayata hazır olmaları için gereken temel becerileri kapsamaktadır. Ne var ki Matematik alanında öğrencilerimizin %39’undan fazlası temel yeterlik düzeyinin altında kalmaktadır. Yani her 100 öğrencimizden 40’ı dört işlem yapma, grafik okuma gibi temel matematik yeterliklerinden yoksundur.
Okuma alanında öğrencilerimizin %29’undan fazlası temel yeterlik düzeyinin altındadır. Bu demektir ki her 100 öğrencimizden en az 30’u okuduğunu anlamada, kısa bir metinde gerekli bilgiyi bulmada ve okuduklarından anlam çıkarmada sorunlar yaşamaktadır. Bu alanda temel yeterlik düzeyi altında kalan öğrencilerimizin oranı önceki uygulamalara göre 2022’de yaklaşık %8 artmıştır.
Fen alanında ise öğrencilerimizin %25’iı temel yeterlik düzeyinin altındadır. Yani 4 öğrencimizden 1’i bilimsel olguları anlamlandırmak, verileri yorumlamak, basit bilimsel sonuçlara ulaşmak gibi temel bilimsel süreçler konusunda yetersizdir.
PISA uygulamasının 5. üst ve 6. en üst düzeyleri yorumlama, analiz ve sorgulama gibi üst düzey becerileri listelemektedir. Ülkemizin bu düzeylerdeki öğrenci oranları üç alanda da OECD ortalamasının altındadır. Okuma alanında üst yeterlik düzeyindeki öğrenci oranımız, maalesef %1,9’dur. Yani her 1000 öğrencimizden sadece ve sadece 19’u uzun bir metni anlayabiliyor, soyut kavramlarla düşünebiliyor, bilginin kaynağına ilişkin açık olmayan ipuçları yoluyla gerçekler ve görüşler arasında ayrım yapabiliyor!
Matematik ve fen alanlarında da durumumuz çok farklı değil ne yazık ki. 1000 öğrencimizden matematikte 54’ü ve fende 40’ı, karmaşık durumları matematiksel olarak modelleyebilir ve karmaşık durumları çözmek için uygun problem çözme stratejilerini seçebilir, karşılaştırabilir ve değerlendirebilir durumdadır.
Ancak 2022 PISA sonuçlarının gösterdiği ve MEB yetkililerimizin görmemizi pek istemediği bizce çok önemli bir veri daha var: 5. düzey ve üstünde performans gösteren öğrencilerimizin oranları önceki yıllarla kıyaslandığında, profesyonel destek ve özel ders olanaklarıyla geliştirilebilecek matematik alanında nispeten korunduğu, fen alanında yükseldiği; ancak daha fazla sosyal ve kültürel gelişmişlik gerektiren okuma alanında ise adeta çakıldığı görülmektedir.
Bunun nedenini de aynı araştırma bulguları açıklamaktadır. Zira bu bulgularına göre Türkiye’deki öğrencilerin %33,2’si en alt 1. sosyoekonomik, %60’ı ise en alt 1 ve 2. sosyoekonomik dilimde kümelenmektedir. OECD ülkeleri ortalamasında bu oran %16,7’dir. En üst sosyoekonomik dilimdeki öğrenci oranı ise ülkemizde %11,1; OECD ülkeleri ortalamasında %37,1’e kadar ulaşmaktadır. Yani öğrencilerin başarı düzeyleri ile sosyoekonomik konumları arasında açık bir korelasyon vardır.
Özetle eğitimi toplumcu değerlerinden ve bilimsel niteliğinden soymak, bir kamu görevi olmaktan çıkarmak hem niteliğini hem etiğini yerle bir etmiş görünmektedir.
Arda’nın geleceğİ…
Şimdi Arda’nın geleceğini konuşabiliriz. “Anayurdu dört baştan demir ağlarla ördüğü” Cumhuriyet atılımları karşısında, iktidarın toplu ulaşım alanında aczini gizlemek hevesiyle “hızlandırdığı” trenlerin “kaza”larında ölen vatandaşların sayısı 100’ü çoktan geçti.
On kadar kazadan biri de Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde meydana geldi. 8 Temmuz 2018’de hızlandırılmış tren raydan çıkıp devrildi. En az 300 yolcunun yaralandığı kazada yaşamını yitiren 25 kişiden ikisi 9 yaşındaki Oğuz Arda ve babası Hakan Sel’di. Ulaştırma Bakanı, yaptığı açıklamada sorumluluktan sıyrılmak kurnazlığıyla kazanın nedeni olarak yağmuru gösterip suçu doğaya yıkmak istedi, yani bu da işin “fıtratından”dı!
Bu, gerçek sorumluların cezasız kaldığı kaçıncı hızlı tren kazası olacaktı? Kazada 9 yaşındaki oğlu can veren anne Mısra Öz, adalet bir kere daha rayların altında kalmasın diye oğlu Arda’nın acısıyla yana yana amansız bir hukuk mücadelesi verdi. Mısra Öz, bütün ülkenin tanık olduğu bu zorlu hukuk mücadelesini, yazdığı “Hep 9 Yaşında” adlı kitabıyla tarihe not düştü. Türkiye’de Çorlu hızlı tren kazasını, Arda’yı ve annesi Mısra’yı duymayan bilmeyen kalmamıştı.
Ama bir gün acılı annenin telefonu çaldı, karşıdaki ses şöyle konuştu: “Özel … Okulları’ndan arıyorum efendim, Mısra Öz ile mi görüşüyorum?” Anne şaşkın, bir anlam veremeden dinledi: Oğuz Arda’nın gelecek dönem eğitimi ile ilgili olarak aramıştım, efendim…” Kapitalizmin, kâr hırsının, toplumsal ve ekonomik eşitsizliğin ürettiği ahlak buydu! Eğitim tarikatlara ve patronlara yaklaştıkça, etik değerlerden, toplumdan, ülkenin gündeminden ve insanlarından uzaklaşmıştı…
Anne Mısra Öz, bir kere daha yıkıldı; yüreğine bir kıymık saplandı, boğazını sıkan düğümden olsa gerek, “Geleceği yok, Oğuz Arda öldü!” diyemedi…