Filmi bir ana düşünceye bağlayacak olursak, Deli ve Dâhi’ye yansıyan dil savaşı Marks’ı doğrular niteliktedir; zira o “Bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür.” der. Eklemek gerekir ki farklı düşünenin dili de farklılaşır! Bu farkın farkına varan İngiltere’nin dünkü aristokrasisi, bugünkü burjuvazisi hem egemenlik hem sınıf savaşında İngilizcenin kılıcını bilemiş kınından çekmiştir! Öyle anlaşılıyor ki sınıf savaşı, dilde de sürüyor!
ALAYLI DİLCİ MURRAY
Oxford Üniversitesi’nin mülakat salonunda, Mütevelli Heyeti üyelerinin karşısında James Murray, büyük bir öz güven içinde anlatıyor:
-Hint-Avrupa ile Arap dili ve edebiyatlarının genel anlamsal ve yapısal bilgisine sahip olduğumu belirtmeliyim. Yakın zamanda Filoloji Kurumu’na Almanca fiillerin bozulmasıyla ilgili makalemi sunmuştum.
–Bay Murray, anladığım kadarıyla üniversite diplomanız bulunmuyor.
–Evet, efendim. Diplomam yok. “Otodidakt”ım. Kendi kendimi eğittim.
–Kelimenin anlamını biliyorum… Ya okul?
-14 yaşında çalışmak için okulu bıraktım… Latince ve Yunancayı akıcı konuşabiliyorum tabii. Ama bunların dışında İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Katalanca ve az da olsa Portekizce gibi Latin dillerini de biliyorum. Fransızcanın farklı lehçelerini konuşabiliyorum. Cermen dil ailesinden Almanca, Felemenkçe, Danca, Flamanca biliyorum. Anglo-Sakson ile Moeso-Gotik’te uzmanlığım var ve bu diller üzerine bazı makaleler yazdım. Ayrıca yeterli derecede Rusça da biliyorum. İbranice ve Süryanice bilgim Eski Ahit’i okumaya yetecek kadardır. Daha az da olsa Aramice, Arapça, Antik Mısır, Eski Fenike dillerini, Genesius’un bıraktığı yere kadar biliyorum… Çok konuştuysam kusuruma bakmayın. Eminim çok fazla sorunuz vardır…
Evet, Oxford Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nin gerçekte çok fazla sorusu yoktur, ama çok fazla sorunu vardır. 20 yıldır İngiliz dilinin genel sözlüğünü hazırlamaya çalışmaktadırlar ama bir ordu akademisyenin çabalarına karşın çalışma henüz bir yere varamamıştır. Onlar geriye doğru giderken dil onlardan hızlı ilerliyordur. Oysa tüm dünyaya yayılan o “müthiş” dilleri, çoktan silahlarını kuşanmış, kılıçlarını bilemiş, kontrol edilemeyeceğini bile beyan etmiştir. Ne var ki sözcükleri derlemenin yöntemi, kapsamı ve amacıyla ilgili konuşmak, sadece konuşmak, onları küçük düşürücü bir yenilgiye mahkûm etmiştir. Şimdi bir mucizeye ihtiyaçları vardır. O mucize Bay James Murray olabilir mi? Belki… Ama yine de emin olmaları gerekir, mülakat devam eder:
-Bay Murray, akla gelen sözcük “zeki”. Bize tanımını yapar ve tarihini anlatabilir misiniz?
-Tabii, kolaylıkla ve zevkle: “Zeki” sözcüğü becerikli, hünerli, maharetli anlamında bir sıfattır… Muhtemelen Alman “klover” sözcüğünden geliyor veya Felemenkçe “klever”den, /k/ ile yazılır. Hayat dolu, kafası çalışan anlamındadır…
Akademik unvanı bırakın, diploması bile olmayan James Murray, mülakatı kolayca geçer; liyakat ise hiç sorun değildir, “Fahri Profesör” belgesini heyet çoktan hazırlamıştır!
RÖPORTAJDAN SİNEMAYA
Türkiye’de Deli ve Dâhi adıyla gösterime giren filminin ilk sekanslarından biri bu. Dâhi, işte az önce mülakatı geçen, kendi kendini eğitmiş, 20’ye yakın dil bilen ve bu nedenle Oxford gibi bir üniversitenin heyeti önünde o yüksek öz güveniyle, akademisyenler ordusunun başa çıkamadığı bir işe, İngiliz İmparatorluğunun dilinin sözlüğünü yazmaya talip James Murray (Mel Gibson); Deli ise ABD ordusundan emekli, İngiltere’ye sığınmış, ordudayken yüzüne “Kaçak” damgası vurduğu ve bu nedenle asker Declan Reilly’in kendisini izlediğini paranoyasından kurtulamadığından, o sanarak, hiçbir şeyden habersiz George Merrett’i öldürdüğü için Kraliçe Victoria’nın jüri üyeleri tarafından katil değil ama deli sayılıp Broadmoor Akıl Hastanesi’ne gönderilen Cerrah Yüzbaşı Dr. William Chester Minor’dur (Sean Penn). İşte bu, kitaplarla yatıp kalkan, sözcüklerle nefes alıp veren deli ve dâhinin yolları, Oxford Üniversitesi’nin İngilizce Sözlük projesinde kesişecektir.
The Guardian gazetesindeki kariyeri boyunca Kanlı Pazar ve Watergate Skandalı da dahil olmak üzere çok sayıda önemli olayın haberinde imzası bulunan, 1944 doğumlu Amerikalı İngiliz yazar ve gazeteci Simon Winchester 1998’de, adı daha sonra The Surgeon of Crowthorne (Crowthorne Cerrahı: Cinayet, Delilik ve Sözcük Aşkının Hikâyesi) olarak değiştirilen The Professor and the Madman (Profesör ve Deli: Bir Cinayet, Delilik ve Oxford İngilizce Sözlüğün Hazırlanma Hikâyesi) adlı kurgusal olmayan bir kitap yayımlar.
Daha çok aksiyon filmlerinin kahramanı rolleriyle bilinen ama bizim asıl 1981 yapımı Peter Weir filmi Gelibolu’dan tanıdığımız Mel Gibson, bir yıl sonra Winchester’in bu kitabının haklarını satın alır. Kitabın yayımından 10 yıl sonra Gibson, 1975 İran doğumlu Amerikalı senarist, film/televizyon yapımcısı ve yönetmen Farhad Safinia ile birlikte hikâyeyi sinemaya uyarlarlar ve ortaya yukarıda “mülakat” sekansını verdiğimiz Deli ve Dâhi filmi çıkar.
Ancak Mel Gibson, çekimler bitince filmin izleyicilerle buluşturulmasını istemez; çünkü yapımcı Voltage Pictures ile karar verilen bütçeye, seçilen mekânlara uyulmadığı gerekçesiyle davalık olmuştur. Ayrıca filmin onaylanmamış bir versiyonu Cannes Film Festivali’nde Voltage tarafından pazarlamaya çıkarılmıştır. Filmin yönetmeni Farhad Safinia da Voltage Pictures’a dava açmış, filmle ilgili gerçekleştiremedikleri her şeyin sorumlusunun yapım şirketi olduğunu belirtmiştir. Ne var ki hakları bu şirkette olan filmin dağıtılmasına engel olamamışlardır.
Bir gazetecinin röportaj türünde çalışmasından uyarlanan filmin karakterlerinin bire bir tarihî karşılıklarının olduğunu söylemek gereksizdir. Gerçekte “Dâhi” James Murray, yoksul bir İskoç ailenin çocuğu. Babası manifaturacı. Yoksullukları nedeniyle 14 yaşındayken onu okuldan almışlar, bu nedenle James çalışarak, kitaplar okuyarak kendi kendini yetiştirmiş. Daha 17 yaşındayken bir lisede öğretmen, 20 yaşında ise başka bir okulda müdür olmuş. Filolojiye büyük ilgisi varmış, boş zamanlarında etimoloji ile ilgilenmiş, İngiliz Filoloji Derneği üyesi olmuş. İskoçya’nın Güney Eyaletleri Diyalekti’ni yayımlamış ve işte filme konu olan Oxford English Dictionary’nin editörlüğünü atanmış.
“Deli” William Chester Minor de gerçek: Siri Lanka’da doğmuş. 14 yaşında okuması için Amerika’ya akrabalarının yanına gönderilmiş. Askeri akademiye başlamış, sonra tıp okumuş ve öğrenciyken daha erken dönemde derlenmiş bir İngilizce sözlüğün hazırlanmasında görev almış. Sözcüklerle ilgisini hiç kesmemiş. Amerikan iç savaşında görev yapmış. O yüzden akıl sağlığını yitirmiş. Savaş bittiğinde New York’a atanmış, burada fuhuşa bulaşmış. Londra’ya gitmiş, akıl hastanesine yatırılmasına neden olan cinayeti işlemiş. Oxford İngilizce Sözlük çalışmasına katılma çağrısıyla binlerce maddenin yazılmasını sağlamış.
Öte yandan filmin merkezinde yer alan Oxford İngilizce Sözlük’ün derlenmesi ve yazılma süreci de tarihsel bir gerçeklik çerçevesi içinde ele alınmış. Kadere bakın ki “dünyanın hiçbir yerinde güneşi batmayan imparatorluğun” bütün silahlarını donanmış dilinin sözlüğü, katil ve deli bir Amerikalı ile akademik kariyeri bile olamayan, İngilizlerin, İskoçların özerklik talepleri gibi tarihsel nedenlerle hiç sevmediği, küçümsediği bir İskoç tarafından hazırlanmış! Bütün bunlar Oxfordlu İngiliz aristokrasisinin canını sıksa da kabul etmek zorunda kalmışlar!
THE PROFESSOR AND THE MADMAN
Aslında her biri merkez hikâyeler biçiminde ayrı filmlere konu olabilecek zenginlikteki Profesör Murray’ın eşi Ada (Jennifer Ehle) ve Dr. Minor’un öldürdüğü George Merrett’in eşi Eliza (Natalie Dormer) ve çocuklarıyla ilişkileri; hastalığının seyri ve hastanede yaşadıkları, kabul etmeli ki birer alt hikâye olmanın sınırlarını aşıp Todd Komarnicki ile Safinia’nın senaryosundaki ana hikâyede kimi sarkmalara neden oluyor. Buna karşın filmin 2 saati aşan süresinin izleyiciye hiç de uzun gelmediğini eklemek zorundayız.
Oxford İngilizce Sözlük’ün ilk baskısının hazırlanışı sürecinde yaşanan olayların film hikâyesine dönüştürülerek kurgulandığı Deli ve Dâhi, mekân ve kostüm çalışmasıyla 19. yüzyıl İngiltere’sinin atmosferini başarıyla yaratan, sağlam bir dönem filmi olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmen Farhad Safinia, tutkulu Profesör James Murray ile şizofren Cerrah Dr. William Minor’un, çok farklı iki film olabilecek hikâyelerini, ustaca geçişlerle birleştiriyor. Bear McCreary’e ait müzikler de filmin duygusal etkisine katkıda bulunuyor.
Rol dağılımında iyi çalışıldığı anlaşılan filmde, abartılı bir oyunculuk gösterisine açık olan Sean Penn’in bu kolaycılığı seçmemesi; Mel Gibson’un da aksiyon filmlerine yatkın oyunculuğunu, düşünce insanının temsili için ağırlaştırarak dengeye varması takdire şayandır. Eddie Marsan’ın canlandırdığı Muncie rolü, Ioan Gruffudd’un Henry Bradley’i, David O’Hara’nın Church’u ve Jeremy Irvine ‘nin Charles Hall’i… iyi ve uyumlu bir oyuncu kadrosuna işaret ediyor.
Farhad Safinia’nın, karakterlerin ruh halleriyle değişerek uyumlulaşan renk paletindeki başarısı, belki de filmin çekiminden sonra ve montajından önce yapımcılarla yaşadığı yasal anlaşmazlıklar nedeniyle filmden çekilmesinden kaynaklanan, ne yazık ki düşünsel tartışmaların ve psikolojik derinleşmelerin sık yaşandığı hikâyesiyle pek de uyumlu gözükmeyen kamera açıları ve hareketleri, kesmeler filme bütünüyle bir aksiyon havası veriyor. Bu uyumsuzluk, yönetmenin filmden ayrılmasından sonra çözülmeden öylece kalmış görünüyor.
SOSYAL SİYASAL ARKA PLAN
Bu tür dönem filmlerinde hikâyenin zaman ve zeminine biraz daha yaklaşarak bakmakta yarar var: Filmin zamanı, siyasi, sosyal ve kültürel açıdan büyük değişimlerin yaşandığı “Viktorya Dönemi” (1837-1901). Bu dönemde İngiliz monarşisi gücünü ve saygınlığını yeniden canlandırmış, muhafazakâr ve liberal partiler siyasi sistemde hâkim güçler haline gelmiş, İngiliz İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaşmış, dünya üzerinde büyük bir siyasi ve ekonomik güce sahip olmuştu.
Sanayileşmenin gelişmesi, hızlı bir şekilde şehirleşmeye ve işçi sınıfının büyümesine yol açmasına karşın egemen sınıf, daha fazla ayrıcalığa sahipti. Viktorya Dönemi’nde toplumun temel birimi aileydi ve Murray’ın karısı Ada üzerinden filme de yansıdığı gibi kadınlar genellikle ev işlerinden ve çocuklarının bakımından sorumluydu. Nihayet sözlük çalışmasını tamamlayabilmek için Ada’dan destek isteyen Murray ona, “Hep sayende başardım, bana bir kere daha kendini ödünç verir misin?” diyor. Kuşkusuz buna Anglikan Kilisesi’nin İngiliz toplumu ve aile yapısı üzerindeki ağırlığını eklemek gerekiyor.
Bir yandan da İngiliz toplumu, sosyal reform hareketleriyle, kadın hakları ve çocuk emeği, yoksulluk gibi konularda ilerleme kaydetmeye çalışıyor; bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, günlük yaşamda değişikliklere yol açıyordu. Eğitim toplumsallaşıyor, daha fazla insanın okuma yazma ve öğrenme olanağı ortaya çıkıyordu. Sanat ve edebiyatta monarşilerle birlikte sarsılan klasisizmin tahtını, uluslaşma, yerelleşme ve toplumsallaşma eğilimiyle romantizm akımı sallıyordu. Oxford İngilizce Sözlük’ün hazırlanmasında, imparatorluğun sömürgelerdeki halkları dilleriyle gütmek istenmesi yanında akademik çevrelerin heyecanını dürten de buydu.
Son derece karmaşık ve çelişkili bir dönem olan Kraliçe Viktorya Dönemi’nde büyük bir siyasi ve ekonomik güce sahip olan İngiltere’de aynı zamanda derin sosyal eşitsizlikler de yaşanıyordu. Karmaşa ve çelişkilerin keskinleştiği her dönem gibi Viktorya Dönemi de modern İngiliz toplumunun temelini oluşturan birçok önemli gelişmeye sahne oluyordu.
ARAÇSALLAŞAN İNGİLİZCE
Deli ve Dâhi, işte böyle bir toplumsal ve tarihsel arka planda Oxford English Dictionary’nin hazırlanma sürecine odaklanıyor. Bu süreci başlatan etmenin ne olduğu ise Oxford hocasının “Dünyanın her köşesine yayılan yüce dilimiz, silahlarını kuşandı, süngüsünü biledi ve evcilleştirilemeyeceğini gösterdi!” demesinden anlaşılıyor. Çünkü dil, masum bir iletişim aracı olmanın ötesinde kimlik, güç ve kontrolün de bir aracı olarak kullanılabilirdi. İngiliz İmparatorluğu, sömürge halkları üzerinde kontrol sağmak, onları kendi kültürleriyle asimile etmek ve dirençsiz kılmak için İngilizcenin de egemen olmasını istiyor, bu nedenle sözlükleri aracılığıyla kendi kültürlerini de sömürgelerine taşımaya çalışıyorlardı.
İngiliz İmparatorluğu, 19. yüzyılda dünyanın en büyük ve en güçlü imparatorluklarından biriydi. Askerî ve ekonomik güce aynı zamanda dile de yansıyordu. İmparatorluğun resmi dili İngilizce, sömürge halklarına öğretiliyor, en güçlü kültür taşıma araçlarından biri olan sözlükle İngiliz kültürünün ve değerlerinin yayılmasına, yerel dillerin ve kültürlerin bastırılmasına olanak yaratıyordu. İngilizceyi konuşmak, sömürge halkları için “medeni” ve “modern” olmakla ilişkilendiriliyor; bu durum, sömürge halkların kendi dillerinden ve kültürlerinden utanmasına ve benlik saygılarının azalmasına neden oluyordu. Eğitim ve iş olanakları genellikle İngilizce konuşabilenlere ayrıldığından, ulusal dillerinde direnenler dezavantajlı bir durumda kalıyorlardı. Bu da İngilizlerin sömürge halklar üzerinde siyasi kontrolünü sağlamlaştırıyor, hegemonyalarını sürdürülebilir kılıyordu.
İngilizce, günümüzde uluslar arasında ticaret, bilim iletişimini sağlayan bir araç dil haline gelmiş ve neredeyse evrensel bir dil gibi pazarlanmakta, hâlâ dünyanın en yaygın dili olarak birçok eski sömürge ülkesinde resmi veya fiilî dil olarak kullanılmaktadır. İngilizcenin çevresine örülen koruma duvarı, bu dilin İngiliz kolonilerinde eşitsizlik üretmesine olanak sağlamaya devam etmektedir.
Araç dillerin başlangıcı Antik Yunan’a kadar gidiyor. O dönemde kültür ürünlerinin dili de Grekçeydi. Roma İmparatorluğunun egemenliği sırasında arkasındaki siyasi ve ekonomik güç nedeniyle yerini Latince aldı ve Avrupa’nın her yerine yayıldı. Farklı diller konuşan Avrupalılar, artık birbirleriyle o dönenim İngilizcesi olan Latince üzerinden iletişim kuruyorlardı. Kitaplar Latince yazılıyor, bilim, kültür, din Latince üzerinden şekilleniyordu.
18. yüzyılda Aydınlanma Çağı’nın yükselişiyle birlikte dilde uluslaşma ve yerelleşme hareketleri başladı. Bu çağ, ulus devlet düşüncesinin ve milliyetçilik akımının gelişmesine tanıklık etti. Ortak bir dil, tarih ve kültüre sahip insanların bir ulus oluşturduğu anlaşıldı, dilinse bu ulusal kimliğin temel unsurlarından biri olduğu görüldü. Sanayileşme, kentleşmeye ve nüfus hareketlerine yol açınca, farklı dilleri konuşan insanların bir araya gelmesi ortak bir ulusal dil ihtiyacının artmasına neden oldu. Palazlanan burjuvazi, aristokrasinin egemenliğine karşı mücadele ediyor, dil bu mücadelenin aracı olarak kullanılıyor; bu sınıf, ulusal dilin, eğitim ve kamusal yaşamda kullanılmasının, sınıfın siyasi ve sosyal gücünü artıracağını keşfediyordu.
Ulusal dillerin gelişmesini destekleyen başka bir etmen de yine aynı sosyal ve siyasal arka planda ortaya çıkan, sanat ve edebiyat akımı romantizmdi. Çünkü romantizm, ulusal kültürlere ve geleneklere olan ilgiyi artırmış; dil, bu geleneklerin korunması ve gelecek nesillere aktarılması için önemli bir araç olarak görülmeye başlanmıştı. Avrupa’da daha önce başlayan ulus düşüncesi, Avrupa uluslarının Latinceden uzaklaşması, dilde yerelleşme ve bunun için de sözcüklerin kökenleri ve tarihleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için dilbilim alanında çalışmaların hızlanmasıyla sonuçlandı.
Tabii emperyalizm, ulusların yararına olan her şeyde olduğu gibi, ulusal dillerin serpilip gelişme olanaklarını da ekonomik ve kültürel egemenliği için kendi dilini araçsallaştırmaktan çekinmedi. Deli ve Dâhi filmine yansıyan Oxford English Dictionary’nin hazırlanma süreci, bu araçsallaştırma çabalarına tanıklık etmektedir. Oxford Üniversitesi, Kraliçe Viktorya’nın takdirini kazanmak için çırpınmakta, bu alanda üstünlüğü kimseye kaptırmak istememektedir. Çünkü Oxford aristokratlarına göre imparatorluk, tüm toprakların ve tüm insanların dörtte biridir. Tarihin en büyük ticaret egemenliğine dahil olmak isteyen herkes, Kraliçe’ye itaat edecek ve onun dilini konuşacaktır!
MURRAY-OXFORD ÇATIŞMALARI
Bir İskoç olarak bu heyecanla değilse de büyük dil tutkusuyla sözcüklerin büyülü çekiciliğine kapılan James Murray, azimle işe koyulur. Önce içinde çalışılacağı özel bir mekân inşa eder, sonra yardımcılar bulur, projeye en geniş kesimi katabileceği kampanya için kitap okuyan, eli kalem tutan herkese mektup yazar; çünkü “Bir adamın 100 ömründe ama 100 adamın bir ömürde yapabileceği bir görev.”dir bu! Aradıkları kelimeleri bulanlar, bir kâğıda kelimeyi ve yanına da kullanıldığı cümleyi yazıp kendilerine postalayacaklardır. Adeta bir gönüllüler ordusu, İngiliz edebiyatını elekten geçirecek, kendi dillerinin bütün sözcüklerini tümüyle listeleyeceklerdir. Bir dil seferberliği yani; tıpkı ülkemizde Cumhuriyet’in devrimci döneminde Türk Dil Kurumu’nun daha özel amaçla yaptığı derleme, tarama çalışmaları gibi! Ama Oxford’un hocalarını heyecanlandıran, ulusal dilin geliştirilmesinden, olanaklarının belirlenmesinden çok, Büyük Britanya’nın kolonilerdeki egemenliğini sürdürecek güçlü bir kültürel araca sözlük yoluyla sahip olmaktır!
İşin sömürge ve egemenlik yanıyla pek ilgilenmeyen Profesör James Murray’ın çağrısı Amerika ve İngiliz kolonilerinin İngilizce okuyan halkınadır: “Bugün yaşadığımız dünyanın, insanların ve hayvanların kökenini biliyoruz. Kaynayan suyun ne kadar sıcak olduğunu biliyoruz. Bir metrenin ne kadar uzun olduğunu da… Ancak bize sözcüklerin denizinde yol gösterecek bir harita ya da pusulamız yok. Bizim bu büyük dilimize, bilimin belirlediği diğer standartlara gösterilen güven ve saygıyı göstermenin zamanı geldi.” diye yazar çağrı mektubuna. Ve ekip hummalı bir çalışmaya girişir. Kendi ulaştıkları ya da mektup yoluyla kendilerine ulaşan sözcükler, Prof. Murray tarafından onaylanıp “sabit”lendikçe ilgili kataloglara konur. Son aşamada da “sabit”lenen sözcükler, “A” harfinden başlayarak yazılır ve sözlüğün fasikülleri sırayla ortaya çıkmaya başlar.
Bu süreç, doğaldır ki hiç de öyle saat gibi tıkır tıkır işlemez. Bütün bir ulusun, tarihi, kültür, gelenek, edebiyat, bilim ve teknoloji göstergelerinin bir araya getirildiği bir çalışmada, o çalışmaya dahil olanların, eğilimlerine, sorumluluklarına, bilgilerine, yeterliklerine, aldıkları eğitime ve kişisel tercihlerine göre sözlük şekillenirken birçok ayrıntıda anlaşmazlıklar kaçınılmaz olur. Tartışma yaratan ilk sorun, sözlükler dilin otoriter bir temsili mi, yoksa dilin kullanımını belgelemek için bir araç mı olduğu sorusudur. Murray, dilin doğal gelişimine ayak uydurması gerektiğini savunurken Oxford hocalarının yanıtı bellidir: Sözlük dilin “koruyucusudur!”
Oxford Üniversitesi’nin dil karşısındaki kuralcı ve katı tutumu ile Murray’ın bilimsel yaklaşımı karşı karşıya gelir. Bunun merkezinde, dilin statik bir varlık mı yoksa sürekli değişen ve gelişen bir olgu mu olduğu sorusu vardır. Murray soruyu, dilin tüm nüanslarını ve çeşitliliğini yakalamayı amaçlayan, dilin esnek doğasını ve değişime açık yapısını yansıtmak yaklaşımıyla yanıtlar. Oxford’un hocaları ise daha sıkı bir seçki yapmaktan yanadırlar, onlara göre sadece en güçlü sözcükler hayatta kalmalıdır. Tabii ki bu, bir dil politikası değil, politika dilidir!
Dahası, onlar “havas”tırlar, standart İngilizce dışında hiçbir sapmaya tahammülleri yoktur, oysa bir dili canlı kılan, geliştirip zenginleştiren önemli ölçüde edebiyatçıların yapıtlarında bilinçli, halkın konuşma biçiminde kendiliğinden oluşan bu dilsel sapmalardır! Ancak iktidarın güç araçlarından olan üniversite, bunu “suç” olarak tanımlar! Dili, imparatorluğun askeri disipliniyle halkı güdebileceği bir araç haline getirmek ister: “Bakın, ‘İçişleri Bakanı, ikna edilmek için işletilemedi’. Böyle yazmışlar, kütüphanede, bir metinde gördüm! İnanabiliyor musunuz? Sözlüğünüz, Bay Murray, bu tarz suçları önlemek için katı kurallar koymalıdır. Onun dışında yazım hatalarını düzeltmeli, doğru telaffuzları belirtmeli ve konuşma şeklini düzgün bir hale getirmelidir!” Ama sözlük kurulu, akademinin “suç” saydığını, dil için bir olanak kabul eder; dilde kullanılan her sözcüğü geçerli sayar, eski yeni, yerli yabancı, kullanılan kullanılmayan her ögeyi…
Günümüzde süren ve filme yansıyan bir başka önemli tartışma da sözcüklerin anlamlarının nasıl belirlenmesi gerektiğiyle ilgilidir. Oxford hocaları, önceki çalışmalarında sözcüklerin anlamlarının evrensel ve objektif olduğu düşüncesinden hareket ederek sözlük çalışmalarını sadece Üniversite çevresiyle sınırlı tutmuşlardı. Oysa James Murray ve arkadaşları, sözcüklerin anlamlarının bağlama ve kullanıma göre değişebileceğinden hareketle, güncellenebilir esneklikte bir sözlük formu ön görmektedirler. Bu nedenle çalışmaya katkıda bulunabilecek sözcük avcıları nadir bulunan, eski, yeni, tuhaf kitaplara bakmalı, sıradan olanları bile es geçmemelidir; çünkü hareket eden her sözcük kendi anlamının ışığında güzeldir!
BİR DELİNİN KATKILARI
Bunların dışında, sözcüklerin etimolojisinin, kökenlerinin ve tarihçelerinin, lehçe ve diyalektlerinin, jargon ve argo sözcüklerin sözlüğe dahil edilip edilmemesi konusunda da üniversite ile sorunlar yaşayan Profesör Murray ve ekibinin, bazen bir sözcüğün tarihsel yolculuğunda izini kaybettiği olur. O sözcük ancak iki yüz yıl sonraki bir metinde tekrar karşılarına çıkar ve sözcüğün kayıp zamanının peşine düşerler. Örneğin “arz etmek” sözcüğüne 17 ve 18. yüzyıllarda rastlayamamışlardır. Bu nedenle İngilizcenin anlamını doğrulamak konusunda son derece titiz olan Milton’un Kayıp Cennet’ini tararlar, çünkü onun zamanında dilde önemli değişiklikler olmuştur.
Bazen de “sanat” sözcüğünde olduğu gibi, sözcüğü belli bir tarihsel kesitte hiç bulamazlar, telaşa kapılırlar. “Sanat” sözcüğünü ararken büyük bir düşünürün sözleri gelir aklına Profesör’ün: “Tüm büyük ve güzel işler, karanlığa korkmadan baktığımız zamanlarda geldi.” Dr. W.C. Minor yetişir imdatlarına: “Karanlığı yakından tanırım. Sizinle ışığımı paylaşmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Sizinle beraber karanlığı yok edeceğiz, ta ki sadece aydınlık var olana kadar. Saygılarımla…”
Sözcüklerle kurdukları dünyalarında sözlük yazmak artık bir oyundur bu iki sözcük ve anlam tutkunu için. Oynarlar:
-Devrim. Dönüşüm.
-Antagonizmden banyoya.
-Banyodan cüzzama…
-Neden lepraya zıplamıyoruz?
-Arada çok şey kalır.
-Akneye geri dönebiliriz…
Ama Tarihî Kavramlar Üzerine Yeni İngilizce Sözlük’ün yayımlanan ilk fasikülünde kimi sözcüklerin yer almadığı anlaşılınca ortalık karışır. Gazeteler, “Amerikalı Katil Oxford İngilizce Sözlük’ü lekeledi”, “Son 400 yıl sadece onun alıntılarıyla tanımlandı.” diye manşetlenir; Dr. Minor hedef tahtasına konur, tabii Murray da… Zaten Profesör İskoç’tur, İngilizlerden özgürlük talep eden İskoçyalı yani! Üstelik de alt sınıfa mensuptur! Aksanı bile standart İngilizceyi bozacak niteliktedir… Ama James Murray, hala Oxford İngilizce Sözlük’ü ben yazacağım diye ter ter tepinmektedir!
Hapishanede sanrılarıyla başa çıkmaya çalışan, bu sanrılar nedeniyle kendi bedenine ve ruhuna derin yaralar açan, tedavisi sırasında çok acılar çeken “Deli” Dr. Minor, sadece acılarını hafifletecek tek araç olan kitaplar sayesinde kanatlanıp özgürlüğüne kavuşabilmektedir. Okuduğu zaman onu kimse kovalamıyordur, tersine kovalayan odur. Bu özgürleşme anlarında aldığı notlar sayesinde Profesör Murray’ın çalışmasına, 10 000’den fazla sözcük yardımında bulunur.
TERS YÜZ VASİYETİ
Deli ve Dâhi filmi, genellikle adındaki bu iki sıfatın anlam sınırlarındaki geçirgenlik üzerinden ele alınarak o sınırın silikleştiği, çoğu kez anlamlarının üst üste bindiği vurgusuyla değerlendirildi; normal olmayandaki yaratıcı potansiyele dikkat çekildi. Bizse filmin merkez hikâyesinde siyasetten edebiyata, egemenlikten bağımsızlığa, sömürüden emeğe genişleyen ve gerilimi İngilizce dil savaşlarıyla artan temel çatışmaya bakmak istedik.
Bu noktada filmi bir ana düşünceye bağlayacak olursak, Deli ve Dâhi’ye yansıyan dil savaşı Marks’ı doğrular niteliktedir; zira o “Bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür.” der. Eklemek gerekir ki farklı düşünenin dili de farklılaşır! Bu farkın farkına varan İngiltere’nin dünkü aristokrasisi, bugünkü burjuvazisi hem egemenlik hem sınıf savaşında İngilizcenin kılıcını bilemiş kınından çekmiştir! Öyle anlaşılıyor ki sınıf savaşı, dilde de sürüyor!
Öyleyse çıkış jeneriğinin manidar iki ifadesiyle noktayı koyabiliriz:
“Profesör James Murray, 26 Temmuz 1915’te akciğer zarı iltihabı sebebiyle hayatını kaybetti. Sözlük o sırada ‘turndown’ (tersyüz) sözcüğündeydi.
Dr. William Chester Minor ise şizofreni tanılıydı ama 26 Mart 1920’de evinde huzur içinde uyurken zatürreden öldü. Sözlük o sırada ‘will’ (vasiyet) sözcüğündeydi!”
Acaba onlar, ölme zamanlarıyla sömürgeci siyaseti “ters yüz” etmeyi mi “vasiyet” ediyorlardı?
Baş aşağı duran dünya, ayaklarının üstüne belli ki de böyle oturacaktı!