Bugün, ilk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında kutlanan 21 Mart Dünya Şiir Günü. Bu günü fırsat bilerek özel, mükemmeliyetçi, mitsel ve göksel şiiri yeryüzüne indirip dünyasallaştırabilir; eşitlikçi ve adil olamayan sosyal sistemin yarattığı geleneksel kültürün egemen algı kalıplarını, minimalist Jim Jarmusch’un Paterson filmiyle yıkabiliriz.
ÖYKÜNÜN HEPSİ
“Bir zamanlar Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu. Günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terk etti. Sevdi, sevilmedi ve yaşamı felaketle son buldu. Öykünün hepsi bu kadar…”
İyi edebiyatın, hikâyenin konusundan çok anlatımından kaynaklandığını düşünen 20. yüzyılın büyük üslupçusu Vladimir Nabokov, Karanlıkta Kahkaha adlı romanına bu paragrafla başlıyor. Yazar, hikâyeyi salt olay örgüsüne dair merakını gidermek için okumak eğilimindeki okura, “İşte olay bu, daha ilk paragrafta ilan ediyorum. Merakın giderildiyse bırak elinden bu kitabı!” der gibidir.
Sinemada Sanat yazılarında edebiyatçı Vladimir Nabakov ile sinemacı Jim Jarmusch’u bir araya getiren temel gerekçe, çok daha genel bir çerçevede sanatı anlamlı kılanın “ne” sorusuyla mı “nasıl” sorusuyla mı belirlendiğine verdikleri yanıttır. Çünkü her ikisi de sanatın kendine özgü anlamlandırma olanağına sahip olduğunu düşündüklerinden bir sanat eserinin “ne”yi anlattığından çok, “nasıl” anlattığıyla ilgilidirler. Bu nedenle hikâyeleri klasik anlatıların “serim, düğüm, çözüm” biçimindeki çizgisel yapısında ilerlemek zorunda değildir.
Hatta böyle yapıtların ortaya serimleyecek, merakı düğümleyecek ve bu düğümü çözecek bir hikâyeleri bile yoktur çoğu kez. İşte Amerika’nın bağımsız ve özgün sinemacısı Jim Jarmusch’un 2016 yapımı Paterson adlı filmi böyledir: Film, aynı adı taşıyan bir şehirde yaşayan belediye otobüsü şoförü Paterson’un (Adam Driver) bir haftalık rutinine odaklanır.
Paterson, New Jersey eyaletinin addaşı olduğu Paterson kentinde sıradan ve sakin bir yaşam sürmektedir. Gündüzleri otobüsteki yolcularla şehri dolaşırken, geceleri evinde karısı Laura (Gülşifte Ferahani) ve köpeği Marvin ile birlikte yaşar. Ancak Paterson’un sadece iç dünyası değil, sosyal, fiziksel dünyası da şiirle doludur. Yalnızken ve derin düşüncelere dalmışken de otobüsün direksiyonundayken de şiir yaşar, şiir yazar. Hem de bunu şiire ulvi, mitsel bir değer yüklemeden, onu yaşamının somut nesneleri ve onlarla olan her günkü ilişkisinin içinden çıkararak yapar.
Bir günlük rutini, aynı saatte uyanıp işine gitmek, yolculuk sırasında şehirdeki insanları, onların yapıp ettiklerini gözlemlemek, zaman zaman sohbetlerine kulak misafiri olmak, yakaladığı uygun anlarda şiir defterine dizeler yazmak, akşamları karısı Laura’nın heyecan ve hayal dolu dünyasına ilişkin anlatımlarının dinleyicisi olmak, köpeğiyle yürüyüşe çıkmak ve mahalledeki bir barda bira içmek, belki sokakta biriyle karşılaşıp ayaküstü sohbet etmek… Öykünün hepsi bu kadardır; heyecanlanacak, gerilim yaratacak bir karşılaşma ve çatışma yoktur. Artık sinemadan çıkabilir ya da videoyu kapatabilirsiniz!
Karakterin içsel keşiflerini yansıtan bir dizi anlatımdan oluşan film, esas olarak Paterson’un iç dünyasına odaklanır; onun sessiz ve içe dönük kişiliğini, sıradanlığın içindeki anlam arayışını ve şiirsel yaratıcılığını yansıtır. Paterson, şiirlerinin esinini, çevresindeki insanların sıradan yaşamlarında, günlük eşya ve nesnelerin, şehirdeki mekânların ayrıntılarında bulur. Jim Jarmusch, senaryosunu da kendisinin yazdığı film boyunca Paterson’un içsel yolculuğunun, bu yolculuğun hayal gücünü canlandırmasının, sıradan hayatın içindeki güzellikleri yakalamasının ve bütün bunların şiirsel ifadesini bulmasının peşinden gider. Karakterlerin birbirleriyle etkileşimleri ve içsel dünyalarında meydana gelen küçük değişimler, filmin ilerleyişini biçimlendirir.
JIM JARMUSCH
Paterson’un işinde, evinde ve yakın çevresindeki yaşamının, yan karakterlerle ilişkilerinin ayrıntıları üzerinden kurgulanan film, yönetmen Jim Jarmusch’un minimalist ve atmosfer yaratmaya dayanan tarzının en belirgin örneklerinden birdir. 2016 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için de yarışan Paterson, Palmiye ‘Köpek Ödülü’nü kazandı. Aynı yıl Boston Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Senaryo dalında ikincilik aldı. Los Angeles ve Toronto Film Eleştirmenleri Derneklerinin En İyi Aktör Ödülleri, etkili oyunu nedeniyle Paterson’un kişiliğini başarıyla canlandıran Adam Driver’e verildi. Birçok uluslararası film festivalinde gösterilen film, eleştirmenlerden çoğunlukla olumlu eleştiriler aldı ve Jarmusch’un yönetmenlik becerileri ile Adam Driver’ın performansı övgüyle karşılandı. “Paterson”, sanatsal ve içsel keşiflerle dolu bir yolculuğa çıkan sıradan bir insanın portresini çizerek izleyicilere dokunan bir film oldu.
1953 Amerika doğumlu Jim Jarmusch, edebiyat eğitimi almış bir şair, bağımsız film yönetmeni ve senaristtir. Kariyeri boyunca özgün ve sıra dışı filmler yapan yönetmen, minimalist ve deneysel tarzıyla tanınır. Kariyerine 1980’lerin başında adım atan Jarmusch’un ilk önemli filmi “Stranger Than Paradise” (Cennetten de Garip, 1984), büyük bir başarı elde etti ve yönetmenin bağımsız sinema hareketinin önde gelen isimlerinden biri haline gelmesini sağladı. Daha sonra “Down by Law” (Yasa Gereği, 1986) ve “Mystery Train” (Gizemli Tren, 1989) gibi filmlerle kendi tarzını pekiştirdi.
Jim Jarmusch’ın filmleri, yavaş tempolu anlatımları, diyalogları ve karakterlerin sıra dışı durumlarıyla dikkat çeker. Filmlerinde genellikle yalnızlık, sıradanlık, yolculuklar ve Amerikan pop kültürü gibi temaları işleyen yönetmen, birçok ünlü oyuncu ve müzisyenle çalıştı. Diğer önemli filmleri arasında bir anti western olan “Dead Man” (Ölü Adam, 1995), “Ghost Dog: The Way of the Samurai” (Hayalet Köpek: Samurayın Yolu, 1999), seri kısa filmlerden oluşan “Coffee and Cigarettes” (Kahve ve Sigaralar, 1986-2003), “Broken Flowers” (Kırık Çiçekler, 2005), “Only Lovers Left Alive” (Sadece Sevgililer Hayatta Kalır, 2013) ve korku türünü “yapısöküme” uğrattığı son filmi The Dead Don’t Die (Ölüler Ölmez, 2019) sayılabilir.
MİNİMALİST YALINLIK
Bağımsız sinema içindeki yaratıcılık ve özgünlük; söz ve eylem arasında boşluklar bırakarak, izleyiciyi düşünmeye ve duygusal derinliğe çağıran minimalist estetik; kişisel yolculukları içindeki karakterlerin sıradan yaşamları üzerinden onların iç dünyalarına odaklanma; Amerikan pop kültürü, Avrupa sineması, müzik, edebiyat ve diğer sanat formları arasındaki kesişimlerle sağlanan farklı bakış açıları ve etkileşimlerle zenginleşen sinematik deneyim; ince espri ve beklenmedik ayrıntılarla dolu sahnelere ve sekanslara özgü mizahi ton; hikâyeleri tamamlayan, atmosferi güçlendiren müzikler ve müzikal referanslar… Bütün bunlar Jarmusch sinemasının temel özellikleridir.
Jarmusch’un sıradan yaşamın içindeki anlamı ve güzelliği keşfetmeye yönelen filmleri; sıradan insanların ve basit olayların içinde anlam bulma potansiyelini vurgulamaları nedeniyle varoluşçu düşünceye kapı aralar. Öte yandan zamanın doğası ve insan yaşamının geçiciliği üzerinde duran yönetmen, zamanın sürekliliği, geçmişin etkisiyle birlikte, anın ve an içindeki deneyimin önemini vurgulayarak kişisel bir ilgiyle yöneldiği Zen felsefesi ve Budist düşünceyle ilişki kurar. Yine farklı kültürlerin karşılaşmalarına ve etkileşimlerine dikkat çeken kültürel antropolojisiyle, izleyiciyi insanlık ve evrensel bağlar üzerinden düşünmeye yönlendirir. Ayrıca dozunda kullandığı, hayatın tuhaflığına, absürtlüğüne dikkat çeken mizah ve ironi, film ile anlamı arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaya yönelik “yapısökümcü” bir etki yaratır.
PATERSON’UN POETİKASI
Jarmusch sinemasının bu özelliklerini etkili biçimde taşıyan Paterson’a dönecek olursak; öncelikle filmin, sinemayla edebiyatın yoğun, etkili bir buluşması olduğunu söylememiz gerekir. Her şeyden önce filmin temasını esinleyen ve ona adını veren 20. yüzyılın önemli Amerikan şairlerinden biri ve modernist şiir hareketinin önde gelen isimi olan William Carlos Williams’ı anmamız gerekir. Williams, yaşamının bir bölümünde mekân tuttuğu bu kentin Paterson başlıklı şiirini beş ciltlik bir kitap olarak yazmıştı. Onun, dilin doğallığına, günlük yaşamın detaylarına ve aidiyet hissini güçlendiren mekânsal öğelere vurgu yapan; dili yalın, soyutlamalar yerine nesnelerin somut ayrıntılarına odaklanan poetikası, yönetmen Jarmusch’un film, ana karakter Paterson’un da şiir estetiğine denk düşer.
Yönetmenin filmde de yer verdiği Williams’ın ‘Sadece Söylemek İstedim’ şiirindeki sadeliğin estetiği gibi:
“Yedim
erikleri
buz kovasındaki
büyük ihtimalle
onları
kahvaltı için
saklıyordun.
Affet beni
lezzetliydiler
öyle tatlı
ve öyle soğuk…”
İşte film de bu sadelikte ve her günkü dilin yalın rutininde akıp gider. Jim Jarmusch, pazartesi günü başlayıp sonraki pazartesine kadar yedi günü, yedi dizelik bir şiir gibi kurgular filmi. Şiirsel imgenin ayaklarını günlük yaşama bastırır ama bunu bireyin iç dünyasından uzaklaşmadan yapar; tıpkı Williams’ın herhangi biri için mutfağa bırakılmış, pek de önemli olmayan, öylesine bir notmuşçasına yazdığı yukarıdaki dizeleri gibi.
Kendisi de bir şair olan yönetmen, filmdeki şiirleri yazması için poetik ortaklığı olan arkadaşı şair Ron Padgett’e tevazu ile ricada bulunur; filmin şiirleri böyle yazılır. Sıradanlık ve gündelik hayatın önemi, beklenmedik bağlantılarla sağlanan mizahi ton, serbest imgeler ve akışkan bir günlük konuşma dili, duyguların günlük basit nesnelerle somutlaştırılması biçiminde tanımlanabilecek, Paterson’un film boyunca yazdığı şiirler Padgett’e aittir. Örneğin belediye otobüsü şoförü Paterson’un bir sabah, her günkü sütlü gevrekle mutfakta kahvaltı ederken başladığı “Aşk” başlıklı şiiri:
“Evimizde çok fazla kibrit var.
Onları her zaman el altına tutarız.
Şu anki gözde markamız Ohio Mavi Uç.
Bununla birlikte Diomand markasını kullanmayı tercih ederdik.
Ohio Mavi Uç kibritlerini keşfetmeden önce.”
Olasıdır ki şairi bir mitoloji kahramanı, imgeyi o kahramanın gücüyle yarattığı bir üst dil olarak gören şiir sever, yukarıdaki yalınlığı “Bu ne basitlik böyle!” küçümsemesiyle yadırgayacak ve yazılanın bir şiir olmadığına karar verecektir. Ama şiirsel estetik olarak 1950’ler ve 1960’lar boyunca etkili olan New York School (New York Okulu) şairleri Frank O’Hara, John Ashbery, Kenneth Koch, James Schuyler ve Barbara Guest’in deneysel ve özgür şiir girişimlerinden beslenen Paterson buna aldırmayacak yazmayı sürdürecektir:
“Üzerindeki kelimeler megafon şeklinde yazılmış.
Sanki dünyaya bağırarak söylemek istercesine:
“İşte dünyadaki en güzel kibrit!”
Üç santim uzunluğunda yumuşak çam gövdesi
Grimsi, koyu mor bir takkeyle sarılmış, süssüz.
Öfkeli ve delicesine yanmaya meyilli
Belki de sevdiğiniz kadının sigarasını yakmak için ilk kez…”
Şiirlerin sevgiliden başka bir odağı olmadığını düşünen aynı şiir sever, belki bu bölümün son dizesinde “sevdiğiniz kadınının” sözlerini görünce “İşte şimdi şiire benzemeye başladı.” diye düşünecektir. Ama Paterson asıl bombayı, günlük yaşamın basit bir nesnesi olan kibritten hareketle insanın sevme duygusunun doruğu olan aşka vardığında, yani şiirin son bendinde patlatacaktır:
“İşte dünyadaki en güzel kibrit,
İşte sana vereceğim her şeyim.
İşte senin de bana verdiğin her şey gibi.
Ben sigara olurum sen kibrit
Ya da ben kibrit olurum sen sigara,
Cennetten kopup gelen öpücüklerle yanarız alev alev!”
Bakın bakalım, Paterson’un, yani Ron Padgett’in “Şiir” başlıklı şiirindeki yalınlığın ve duruluğun; şiiri şairaneliğin yükünden kurtaran bizim Garip şiirinin gündelik yaşam odaklı, konuşma dilinin süssüz anlatımına dayanan yapısıyla, hatta ironisiyle bir benzerliğini görebilecek misiniz?
“Evdeyim
Dışarısı güzel, ılık,
Kar yağdıktan sonra açan güneş gibi.
Baharın ilk günü
Ya da kışın son günü sanki.
Bacaklarım merdivenleri tırmanıp çıkıyor kapıdan,
Üst kısmı ise bedenimin burada ve bunları yazıyor.”
Jim Jarmusch yine de şairlik dürtüsüne karşı direnememiş olmalı ki filme bir de kendi şirini koymuş. Bir akşam Paterson işinden dönerken küçük bir kızla tanışıyor. Bu öğrenci kızın da kendisininki gibi “gizli” bir şiir defteri var. Küçük kız ile Paterson’un konuşması çabucak şiire geliyor ve kız, gizli defterinden “Düşen Su” başlıklı (bu kez Jarmusch’un yazdığı), filmin en lirik şiirini okuyor:
“Açık gökyüzünden düşüyor su,
Genç bir kızın omuzlarından dökülen saçları gibi…
Düşüyor su,
Asfaltta gölcükler oluşturuyor,
Binaların girişindeki lekeli, puslu aynalar misali.
Evimin çatısına düşüyor,
Annemin üzerine ve benim saçlarıma.
Çoğu insan ‘yağmur’ diyor…”
DÜALİZME KARŞI DİYALEKTİK
Yönetmen Jim Jarmusch hırs, öne geçme, hep ben gibi Amerikan değerlerine mesafeli bir ‘Amerikalı’. Şöyle diyor: “Amerika her şeyi nesneleştirip pazarlanabilir hale getirmekten, açgözlülükten ve çıkarcılıktan ibaret. Bu duruma, uyumsuz ya da marjinal karakterlerle ve onların yaptığı, alelade gözüken şeyler hakkında filmler çekerek karşılık veriyorum.” Amerikan kapitalizmine karşı aldığı bu tavır, kuşkusuz Hollywood’u da içeriyor. Bu nedenle Punk, Hip Hop, Rap gibi protest gruplar ile hezeyan ve arayışlarla dolu, egemen kültürün kafası karışık muhalifi Beat Kuşağı’na yakın duruyor. Bu yakınlığı ve kültürel, düşünsel dayanakları, özellikle Yasujiro Ozu sineması üzerinden Doğu kültürüyle kurduğu ilişkiden besleniyor.
Ceza-ödül mekanizmasına dayanan kurumsal dinlere inanmıyor Jarmusch; Zen ustası Shifu Shi Yan Ming’den dersler alıyor, geleneksel Çin Tıbbının enerji egzersizlerinin bir parçası ve fiziksel bir disiplin olan Tai Chi yapıyor. Jarmusch’un bu inanç ve yaklaşımının izlerini özellikle Paterson filminde sürmek oldukça kolay. Bu yaklaşım, filmin ana karakteri Paterson’a karısıyla, toplumla ve dünyayla kurduğu sakin, yavaş ilişkisi, şiir anlayışı, bakış açısı nedeniyle bir Zen öğrencisi görüntüsü kazandırıyor. Filimin içerdiği karşıtlıkların birliği, izleyiciyi düalist düşünmeyi aşma, varlıktaki birliği, şeylerin arasındaki bağlantıyı bulma üzerinden işleyen Zen Budist inançla ilişkiye götürüyor.
Jim Jarmusch iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, hayat-sanat, ruh-beden gibi ikiliklere keskin sınırlar koyan Batı’nın düalist düşünme biçimine eleştirel yaklaşıyor: İçine bakan Paterson ile dışa dönük Laura, bu farklı ama birbirlerini tamamlayan kişilikleriyle, evrende her şeyin birbirinden kopmaz iki karşıt kutbu olduğu kavrayışına dayanan ve evrenin işleyişini burada bulan kadim Çin düşüncesi Yin Yang’dır adeta. Filmin her dokusuna bu karşıtların birliği sinmiş gibidir: Kentin mekânsal ve sosyal gerçekliği ile birçok sanatçının eserine yansımış olan kurmacası, kibrit gibi günlük kullanım nesnesi ile “Aşk” gibi şiirsel bir tema, Laura’nın rüyaları ile yaşadığı gerçeklik, İnsan karakterler ile köpek Marvin…
Öğrenci küçük kızın “Düşen Su” başlıklı şiiri de doğaya ve nesneye ilk kez görüyormuş gibi bakan Zen bakışını anımsatıyor. Paterson şiir yazıyor ama yazdıklarını bastırıp meşhur olmayı düşünmüyor; salt aydınlanma için meditasyonu reddeden Zen gibi. Köpek Marvin şiir defterini parçaladığında Paterson üzülüyor; ama öfkelenip onu cezalandırmıyor, çünkü Zen’de suç ve ceza yok. O, sadece kelimelerdi su üstüne yazılmış diye düşünüyor ve şiiri bir daha gökyüzünden yeryüzüne indiriyor!
Her günün aynı anlarında aynı şeyleri yapan Paterson’un yaşamı bir döngüsellik gösteriyor. Bu döngü, her şeyin başlangıcına ve sonuna, yaşamın ve varoluşun bağlantısallığına göndermede bulunan Zen Budizm’in Enso Çemberi’ne benziyor. Zira bu çember de mutlak aydınlanma, güç, zarafet, evren ve Japon estetiğinden doğan minimalizm ile karakterize ediliyor. Zamanın sonsuz döngüsü; başlangıç ile bitiş, varlık ile yokluk, iç ile dış, boşluk ile doluluk, tamlık ile eksiklik… aynı çemberde yer alıyor. Enso Çemberi ve döngü, Laura’nın çizdiği perde desenleri gibi filmin birçok görseline de yansıyor. Döngüye, üstünkörü baktığınız zaman bir rutinin tekrarını, dikkatlice baktığınızda ise bir çeşitleme görüyorsunuz. Filmin yedi gününün her biri bir öncekinin çeşitlemesi. Buna, “müzikte ve diğer sanatlardaki varyasyonlar gibi” diyor Jarmusch.
SANATIN DÜNYASALLAŞMASI
Öte yandan Japon estetiğinin sıradan, geçici ve kusurlu olana verdiği değeri gösteren, “geçiciliğin, kusursuz olmayanın güzelliği” anlamına gelen “wabi-sabi” de filme Paterson’un alçakgönüllü, sade yaşamı ve onun bu yaşam döngüsünü olduğu gibi kabul etme yeteneği olarak yansıyor. Geçip gidenin, eksiğin ve kusurun kabulüne odaklanan, “eksik güzellik” olarak tanımlanan “wabi-sabi”, Budist öğretinin üç temel kavramını “özgüven, ıstırap ve boşluk”u vurguluyor.
Nihayet filmin finalinde Osaka’dan gelen Japon şair (Masatoshi Nagase), defterinin bir kopyasını çıkarmadığı için şiirlerini kaybeden Paterson’a boş bir defter vererek onu tekrar şiire döndürüyor. Filmin ve Zen’in düşünme biçiminin altını çizerek “Bazen boş bir sayfa, en geniş olanakları sunar!” diyor.
Ve Paterson “Dize” ile kaldığı yerden şiire devam ediyor:
Büyükbabamın söylediği bir şarkı var,
Ve o şarkıda bir soru:
Balık olmayı mı seçerdin?
Yine aynı şarkıda aynı soru var,
Katır ve domuzla sorulmuş bu kez.
Oysa benim kafamda duyduğum tek soru balıklı olanı…
Sadece o bir dize:
‘Balık olmayı mı seçerdin?’
Sanki şarkının geri kalanı boşunaymış,
Olmasa da olurmuş gibi…”
Gezgin Japon şair ile Paterson’un şiir üzerine diyalogları da ilginç:
-New Jersey’li büyük şair Willam Carlos Williams gibi siz de Paterson’lu bir şair misiniz?
-Hayır… Ben bir otobüs şoförüyüm, sadece bir otobüs şoförü.
-‘Sadece bir otobüs şoförü’… Bu çok şiirsel, Williams’ın bir şiiri olabilirdi…
Japon şair, şiirlerini sadece Japonca yazdığını, şiirlerinin başka bir dile çevrilmediğini, çünkü çeviri şiirin yağmurlukla duş almaya benzediğini söyleyip şiirin anadille ve ana diliyle ilişkisini de vurguluyor. Ve filmin keşif, şaşma ve ilgi içeren en dikkat çekici ünlemi bir kere daha tekrarlanıyor bir şiirin redifi gibi: Aha!…
Bu “boşluk” ile “olanak”ı ve yazıda sıralanan filmin diğer karşıtlıklarını, her şeyi birbirinden kopmaz iki zıt kutbu ile betimleyen kadim Doğu düşüncesi içinde de görebilirsiniz; bir tezle antitezden senteze varmak üzere gelişmesini gösteren varlık ve düşünce yasası olarak açıklayan modernist bir yaklaşım içinde de… Jarmusch bu konuda bir manipülasyonda bulunmuyor. Sadece bunda değil, karakterlerin yapıp ettiklerinde, Paterson’un yazdığı şiirlerde, Laura’nın boyama ve gitar performansında, hatta ikilinin birbirleriyle ilişkilerinde seyircinin algısını yapılandırmaya yönelmiyor.
Paterson’un düşündüğü şiirin kadraja yazılması, kameranın orada öylece hareketsiz çekimi, zamanın geçişinin hızlandırılmış akrep ve yelkovan dönüşüyle klasik anlatımı; yatarken, uyanırken, kahvaltıda, otobüste, barda hiç değişmeyen aynı açılı görüntüler; köpekle gezintiler, yemeler içmeler, otobüste yolcuların diyalogları, aynı karşılaşmalar gibi gündelik hayatın tekrar eden ayrıntıları… başka bir filmde olsa seyirciyi kolayca rahatsız edebilecekken şiiri merkez tema seçen Paterson’da, Jarmusch’un küçük dokunuşlarıyla şiir estetiğinin incelikli düşünülmüş dize, uyak ve redif gibi ögelerine dönüşüyor.
Uzaktan bakıca dramatik bir olay, düğüm, çözüm, aksiyon göremiyoruz; yakından bakarsak, gündelik yaşamın sıradan ilişkileri içinde sadelikle örülmüş bir film keşfediyoruz. Otobüsün arıza yapması, barda “silahlı” saldırı, köpeğin şiir defterini parçalaması gibi gerilim ve çatışmalar doğuran küçük küçük dramatik olaylarla ilgi ve merakımıza dokunulmuyor değil. Film için yine de etkileyici özel efektlerden, artistik hareketler yapan kameradan, süslü, gösterişli anlatımdan yoksun olmakla ‘yoksul’; ama ‘sadeliğin içindeki zenginlik’ diyebiliyoruz!
Jarmusch, Paterson’da kurguladığı sükûnet dolu sahneleriyle etkileyici bir atmosfer yaratarak seyircilerin, karakterlerin iç dünyalarına derinlemesine girmelerini sağlıyor. Yalın diyaloglarla, basit ama etkileyici görsel imgeler ve karakterlerin sessiz düşüncelerine yer veren anlatım tarzıyla filmin anlamını ve duygusal derinliğini güçlendiriyor. Filmin başarısında, canlandırdığı Paterson karakterinin düşüncelerini, duygularını ve şiir evrenini anlama fırsatı sunan performansıyla Adam Driver’in oyunu ile Asgar Fahradi’nin bol ödüllü filmi Elly Hakkında’dan tanıdığımız İranlı muhalif oyuncu Gülşifte Ferahani’nin performansının payı olduğunu da ekleyelim.
Yönetmen Jim Jarmusch da “Özgünlük ve önemlilik düşüncesine bir meydan okuma var burada, sizi bu düşünceden özgürleştiren bir yaklaşım. Bu film kendisini böyle bir önemlilik düşüncesinden kurtarmaya çalışıyor.” diyor ve eşitlikçi, adil olmayan sosyal sitemin geleneksel kültürünün yarattığı egemen algı kalıplarını yıkıyor. Başka bir deyişle özel, mükemmeliyetçi, mitsel ve göksel sanatı yeryüzüne indirip dünyasallaştırıyor.
Öyleyse Nabokov’un Karanlıkta Kahkaha adlı romanının ilk paragrafıyla başladığımız bu yazıyı ikinci paragrafıyla bitirebiliriz: “Öykünün hepsi bu kadar. Biz de hiç üstünde durmayabilirdik, eğer anlatmaktan keyif alıp kâr elde edebileceğimizi bilmeseydik. Üstelik, her ne kadar bir insan yaşamının özeti, yosunla çerçevelenmiş olarak, bir mezar taşının üstüne kolayca sığarsa da ayrıntılar her zaman hoşa gider.” (age)
Hem şeytan ayrıntıda gizlidir, öyle değil mi?