Ahmet Uluçay, Kütahya’nın bir köyünde iki arkadaşıyla kurduğu sinema grubuyla 9 kısa film çekiyor. Filmlerde, karpuz kabuğundan yaptıkları gemilerle çocuk dünyasının düşsel ve duygusal derinliklerine yolculuğa çıkıyorlar. Taşra kültürünün inanç ve folklor ögeleriyle dolu masalsı atmosferini, katmanlı anlam yapısıyla perdeye yansıtarak yokluklar yoksunluklar içinde inanması zor bir sinema dili kuruyorlar…
MODERNLEŞME VE SİNEMA
Auguste ve Louis Lumière Kardeşler’in, Paris’te Salon Indian Du Grand Café’de 28 Aralık 1895’te halka açık ve ücretli film gösterimini izleyenler, birbirine karışmış şaşkınlık ve korku duyguları içinde, büyülenmişçesine ilk kez bir sinema deneyimi yaşıyorlardı. Bugün artık çok geride kalmış olan bu deneyimi, yaklaşık 70 yıl sonra, Türkiye’de Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin, henüz elektriği bile olmayan Tepecik köyünde Ahmet Uluçay adlı bir çocuk, gaz lambasının duvara düşürdüğü gölgelerde kurduğu sinema hayaliyle mümkün kılmaya çalışıyordu.
Batı’daki bu ilk gösterim ile Türkiye’de bir taşra kasabasında o gösterimin hayali arasında 70 yıla yakın zaman farkı, hem sinemayla modernleşme arasındaki sıkı ilişkiyi hem de onun kıtalarda ve ülkelerde merkez ile taşra arasındaki zamansal uzaklığı gösteriyor. İngiliz sosyolog John B. Thompson’u izleyerek söylersek, modern toplumun doğuşu; ekonomik olarak Avrupa feodalizminin kapitalist üretim ve değişim sistemine evrilmesiyle; politik olarak ise orta çağ Avrupa’sında sayısız siyasal birimin her birinin sınırları belirlenmiş topraklarda egemenliğini ilan etmiş, merkezî vergi ve yönetim sistemi ile askerî gücü ele almış ulus devlete dönüşmesiyle karakterize edilir. (Medya ve Modernite, Kırmızı Yay. 2008)
Geleneksel olanın karşısına, insanın dünya ile kurduğu, gizem ve mistisizm içeren inanç temelli ilişki biçimine itirazla çıkan modernleşme, bilim temelli aydınlanma ve ilerleme argümanını ileri sürer. Bu ileri sürüşte modernizmin temel dayanağı, matbaanın icadıyla yaygınlaşan okuryazarlığın, bilimsel ve teknolojik gelişmenin yükselişidir. Fizik dünyanın ve sosyal yaşamın yasaları, doğrulukla keşfedildikçe geleneksel düşünüşün ve yaşayışın simgelerini kırıp dökmüş, kısacası eski dünyanın, Fleury’nin deyişiyle “büyüsünü bozmuştur.” (Laurent Fleury, Max Weber, Dost Kitabevi Yay. 2009)
Kapitalist üretim yapısına açılan feodalizmin tasfiyesiyle Avrupa’da 17. yüzyılda başlayan modernleşme, Doğu toplumlarının az çok farklılaşan mülkiyet ve üretim ilişkileri nedeniyle 19. yüzyılda Japonya’da, sonraki yüzyılda ise Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkelerde etkili oldu. Geçen yüzyılın başında toplumsal sıçrayışların gerilimini içinde taşıyarak Türkiye’de kurumsallaşmaya başlayan “geç” modernleşmenin, bu “geç” kalışının bir nedeni, kapitalist gelişmenin yeterli toplumsal dinamiklere sahip olmaması ise diğeri de Aydınlanma araçlarından matbaanın 250 yıllık gecikmesiydi kuşkusuz.
Terimin hem “olgu” hem “ilgi odağı” anlamıyla modernleşme “fenomen”i olarak sinema, Avrupa ve Amerika’da eş zamanlı sayılabilecek icadından sonra hızla diğer ülkelere yayılmaya başladı. Ercüment Ekrem Talu’nun anılarından Ahmet Dönmez’in aktardığına göre, Lumiére Kardeşler’inkinden hemen bir iki yıl sonra şimdiki İstiklal Caddesi’nde bir birahanede halka açık ilk sinema gösterisinin yapılmış olması, matbaayı 2,5 asır geciktiren Osmanlının, sinemaya pek bir engel çıkarmadığına işarettir (Türk Sinema Tarihine Farklı Bakışlar, Detay Yay. 2020). Yine de Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı adlı, birçok sinema tarihi kaynağının ilk Türk filmi olarak kaydettiği belge filmin Fuat Uzkınay tarafından çekilmesi için 19 yıl beklemek gerekmiştir.
Ülkemizde Cumhuriyet devrimiyle birlikte kurumsallaşmaya başlayan kültür, eğitim ve yönetim temelli modernleşme atılımları, doğası gereği merkezden taşraya doğru yürümüş; ama taşranın modernleşme karşısındaki direncinin kırılması kolay olmamıştır. Bunda kültürel dönüşümlerin sosyal ve bilimsel gelişmeleri eş zamanlı değil art zamanlı izlemesinin doğası yanında Türkiye’de politik aktörlerin, kuşkusuz kişisel ve sınıfsal çıkarları doğrultusunda halkın inanç ve değerlerini manipüle edebilmelerinin büyük payı vardır. Bu pay, modernleşme araçlarından biri olan sinemanın teknolojik, ekonomik, endüstriyel altyapısı ve taşıdığı kültürel kodlarla birlikte taşraya erişiminin geç kalmışlığını da açıklar.
BİR ‘GIMILDAK’ DELİSİ
Bu tarihsel ve sosyal arka plan, Kütahya taşrasında, Tavşanlı’nın Tepecik köyünde yaşayan, ama “köylü olmayan” bir sinemacıya “Film çekmesem deliririm.” diyen bir “sinema delisi”ne, Ahmet Uluçay’a ulaşmak için gerekliydi. 1954’te Tepecik’te dünyaya gözlerini açan Uluçay, daha çocukluk yıllarında, kaydettiği görüntüleri bir ekran üzerine hareketli bir biçimde yansıtan sinematografi aracının icadından haberi yokken, resimlerin ve fotoğrafların hareket edebileceğini düşlüyordu. İlkokulun ilk yıllarında bu düşlediğine bütün gerçekliğiyle tanık oldu: Bir gün köye bir seyyar sinemacı geldi, köy okulunun bütün öğrencilerini bir sınıfa doldurdu, perdeleri çekti, ışıkları kapattı ve biraz önce bembeyaz soğukluğuyla kıpırtısız duran donuk duvarda, onların hiç bilmedikleri, ağızları açık izledikleri bir hayatı canlandırdı.
Ahmet Uluçay, yıllar sonra bu ilk sinema deneyimini, “Lumiére Kardeşler sinemayı icat etmeselerdi, bunu Tavşanlı’da İsmail (Mutlu) ile biz yapacaktık.” diye anlattı ve ekledi: “Ben bir Keloğlan’dım, ilk görüşte âşık oldum padişahın kızına ve gördüğünüz gibi onunla da evlendim.” 12 yaşında arkadaşı İsmail Mutlu ile film makinesi yapmak için kolları sıvadılar. Fikir ortaokulda eğitimini yarım bırakan Ahmet’indi, icraat ise lisede fizik dersinin konularına düşkün, TÜBİTAK projelerinin ödüllü yarışmacısı İsmail’in. Uykusuz uzun gecelerde çizdiği resimlere bakıp kara kara düşünürdü Ahmet: “Şu resimler bi gımıldayıvese.” Bu düşüydü onun, büyük düşlerinden biriydi.
Ahmet Uluçay, bir yarısı işte böyle sinemadayken diğer yarısını da edebiyata verdi. Tavukçuluk, kamyonculuk, hamallık, inşaat işçiliği gibi işlerden geri kalan zamanı okumak ve yazmakla doldurdu. O kadar ki havalar olabildiğine soğuduğunda, artık kollarını yorganın dışında tutamadığı için kitap da okuyamadığında “Kendimi bildim bileli şöyle sıcacık odalarda yaşayamadım. Pencerelere ihmal etmeyip naylon raptiyelemeliyim. Oda çift cam takılı gibi sıcacık oluyormuş.” diye yazdı günlüğüne (Ahmet Uluçay, Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi, Küre Yay. 2018).
Kendi deyişiyle, köyde yaşadı, ama köylü değildi; çünkü edebiyatın, sinemanın her türünde okuyor; roman, öykü, şiirler yazıyor, dergiler çıkarıyordu. İsmail’le giriştikleri projeksiyon makinesi dönersek, makinenin yapımı üç yıl sonra tamamlanıyor. Resmin ancak saniyenin 48’de 1’i kadar hareketsiz kalabileceğini keşfeden Ahmet, nihayet resimleri “gımıldatmayı” başarıyor: “Resimler gımıldeyip duru vallah, napçeez?” Ve o günden sonra hareketli resimlerin, yani sinemanın adı “gımıldak” oluyor ve ilde, ilçede sinemalarda kesilip çöpe atılan ne kadar film şeridi varsa, ekleyip yapıştırarak köyün bir ahırında köylülere film seyrettirmeyi başarıyorlar.
Anne ve babasından, “Anam çocuğuyla kocası arasında aracıydı, Bütün Anadolu anaları gibi. Bu işi yapardı anam. Hiçbir zaman yıldızlarımızın barışmadığı babamla ne yapar eder, aramızda bir tatsızlık çıkmamasını sağlardı. Anam iyi bir yönetmendi.” (Küller ve Kemikler, Haz. Ayşe Pay, Küre Yay. 2015) diye söz eden Ahmet Uluçay, çocukluğunu ve gençliğini “Beynimde taşıdığım urdan dolayı benden nefret eden bir babam vardı. Mutsuz bir çocukluğum oldu. Hep ayakaltında büyüdüm. Babamın ve amcalarımın gözlerine batan bir fazlalıktım.” diye anıyor adı geçen günlüğünde.
SİNEMA AŞKI
Ahmet Uluçay, İsmail Mutlu ve maden işçisi Şerif Akarsu ile birlikte Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu’nu kuruyorlar sonra. Ekip, 2000 yılına kadar 2’si belgesel, 7’si kurgu, toplam 9 kısa film çekiyor. Kurgularda genellikle çocuk dünyasının düşsel ve duygusal derinliklerine yolculuğa çıkıyorlar. Taşra kültürünün inanç ve folklor ögeleriyle dolu masalsı atmosferini, katmanlı anlam yapısıyla perdeye yansıtıyorlar.
Yüksel Aksu’nun anlatımıyla Ahmet Uluçay bir hikâye ormanıdır: “Her gün sabahlardık, dört sene sinema okumuşum, mastır yapıyorum. Adamın birikimi bende kompleks yaratıyor! Bari dur edebiyattan vurayım diyorum, adam ne Tolstoy ne Dostoyevski bırakmış!” (Barış Saydam, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, Küre Yay. 2016) Ahmet Uluçay hikâyelerle dolu bir derya, yönetmen yardımcısı ve kurgu yönetmeni Mustafa Preşeva anlatıyor: “Etrafındaki herkesin kulağı böyle kabarıyor: Ne diyecek? Ne diyecek? Adam dopdolu… Tutamıyor kendini, döktürüyor, fikirlerini, senaryolarını… Masanın altından basıyorum ayağına… ‘Ahmet bir sus, çalacaklar fikirlerini.’ Ama tabii ki Ahmet’in tarzı… Kimse taklit edemez onu. Teknik olarak taklit edebilirsiniz ama ruhsal olarak taklit edemezsiniz.” (Başrol: Ahmet Uluçay, Habertürk Belgeseli, 2018).
Bütün yokluklara ve yoksunluklara karşın iyiyle yetinmeyerek daha iyisini aradı Ahmet Uluçay. Hiçbir zaman bir profesyonel gibi hissetmedi, piyasanın istediğini değil, inandığı sinemayı yaptı. Bütün kısa filmleri bunun kanıtıdır. Aylarca sinemanın merkezi İstanbul’da Beyoğlu’nda koltuğunun altındaki senaryolarla kapı kapı dolaştı, kimselere okutamadı, kapağını kaldırıp bakmadılar bile. “Tamam senin istediğin gibi olsun, ama seyircinin beklentilerini de hesaba kat!” diyen bir yapımcı bulunca daha fazla dayanamayarak, 7 kısa kurgu filminin uzun metrajı olan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı çekti. Yaptığından memnundu ve film beklenmedik bir ilgi gördü. Bu filmiyle aldığı bir ödülü karısına armağan eden Uluçay, bunun gerekçesini şöyle açıkladı: “Çünkü gerçek yönetmen o, ben sadece sinema yapmak için onu buradaki insanların asla bilemeyeceği yoksulluklara ittim, ama o hep benimle oldu.”
Uğradığı haksızlıklara, görmediği ilgiye, “Burada, Kütahya ili, Tavşanlı ilçesi, Tepecik köyünde küçük bir ‘Cinecitta’m (Sinema şehri. İtalya Roma’da bulunan büyük bir sinema stüdyosu M. P.) var. Ben burada gere gere sinema yapıyorum, kopara kopara, kanıra kanıra sinema yapıyorum. Yoksa siz beni köy düğünü mü çekip geldi sandınız?” diyerek isyan eden Ahmet Uluçay; sinemanın, üretmeyen, üretemeyen, tek yeteneği yalnızca ütmek olan insanlarla dolu olduğuna inanıyordu. Yalnızca sinema sahasını değil, tüm ülkeyi böyle görüyordu: “Kıllarının arasında bit, pire ve kene barındıran köpek sırtı gibi. Bu ülke yalnızca parazitler için mümbit, üretenler içinse yer demir gök bakır.” diyordu; ama her şeye karşın ülkesine bağlılığından bir milim sapmıyordu: “Tarkovsky’nin İtalyası, İsveç’i vardı dedim İdris’e, benim kimim var?” diye soruyordu günlüğünde. Asla umutsuzluğa kapılmadı Uluçay, sinemanın para değil, yürek meselesi olduğuna inanıyor, “Karpuz kabuğundan gemi değil, Titanic bile yapabilirsin!” diyordu.
ULUÇAY SİNEMASININ KAYNAKLARI
“Sinema dünyayı kurtarabilir mi, bilmiyorum.” diyen yönetmen, neden film yaptığını şöyle açıklıyor: “Benim söyleyecek bir derdim var, söyleyecek bir sözüm var! Bunların çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Zaten insanlar söyleyecekleri sözün önemli olmadığını zannediyorlarsa, bundan en küçük bir kuşkuları varsa, söylemesinler o sözü. Ben, önemli şeyler söyleyeceğime inanıyorum.” Peki nasıl film yapıyor Ahmet Uluçay? “Hangi ulustan olursa olsun, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun, bütün insanlara çok içten, çok samimi, çocuk gözüyle yapılmış filmler sunuyorum. Çünkü çocuklar dünyaya çıkarsız bakıyorlar. Daha temiz, daha arı, daha duru bakıyorlar. Ve böyle bakılmış bir dünyada ben kan dökülmeyeceğine inanıyorum, savaşların olmayacağına inanıyorum, çevre kirliliğinin olmayacağına inanıyorum. Dünyanın bütün problemlerinin değil belki, ama birçok problemin aşılacağına inanıyorum. Benim kameram bir çocuk gözüyle dünyaya bakıyor, bakmaya çalışıyor…”
Kapalı köy yaşamının cinli perili masallar, olağanüstülüklerle dolu efsaneler, içe işleyen halk türküleri, dokunaklı aşk ve yürekli kahramanlık hikâyeleri gibi folklor ürünleriyle harmanlanmış bir kültür birikiminden beslenen Ahmet Uluçay, çocukluğunun bu kültür kaynaklarını sinemada bir olanak olarak kullanır. Film hikâyelerinin hemen hepsinin merkez kahramanı çocuktur ve o çocuk da genellikle Ahmet’tir. Gaz lambasının ışığıyla yansıttığı gölgeler, el fenerinin duvara yansıttığı yaşlı kadınların görüntüleri, canlanan ölüler, yatırlarda bulunulan dilekler, görülen rüyalar ve kurulan hayaller, sinemasının başat unsurlarıdır. Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu olarak İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu’yla yaptıkları kısa filmlerde çocukluğun kırılgan dünyasında içsel yolculuklara çıkar ve bu dünyayı, yaratıcı görsel efektlerle kurduğu gerçeküstü bir ortamda aktarır.
Bu çocuk gözüyle bakış ve çocuk gözüyle görüş, çocuksuz film çekmeyi düşünmeyen Ahmet Uluçay için, Batı icadı sinemanın görsel gerçekçiliğe dayalı anlamlandırma araçları ile soyutlamayı önceleyen geleneksel Doğu kültürü arasında bir uzlaşma olanağı yaratır. Bilindiği gibi Türkler, İslamlığı kabul ettikten sonra figüratif görsel kültürden uzaklaşır ve minyatür, hat gibi perspektif içermeyen iki boyutlu sanatlara yönelirler. Bu perspektif yokluğu, varlığı zaman ve mekândan bağımsız kılar ve ilahi bakış açısının içine alarak gerçeklik duygusundan uzaklaştırır. Öte yandan sinemayla biçimsel benzerlik içinde olan Türk geleneksel gölge oyunu Karagöz’de de görsel anlamlandırmadan çok dilsel/edebî ifadeler öne çıkar. Karagöz, orta oyunu gibi geleneksel sanatların parçalı anlatı yapıları ve neden-sonuç ilişkisine aldırmayan akışları da aynı biçimde gerçeklik duygusunu bozar.
Sinemanın görsel dilinin gerçeklik içeren yapısıyla Türk kültürünün perspektif ve neden-sonuç ilişkisinden uzak soyutlamalı yapısını Ahmet Uluçay, sözünü ettiğimiz çocukça görüşle, o görüşün doğallığı içinde aşar. Bunu yaparken kendi çocukluğunun yaşantılarına, gözlemlerine, duygu ve düşlemlerine yaslanır: Cinin iki boyutlu ve ışık halindeki gölgesi yataktaki çocuğun üç boyutlu görüntüsüne düşer, Salvador Dali’nin kesekâğıdında canlanan görüntüsü ile eriyen saatleriyle anımsanan “Belleğin Azmi” adlı resmi iki boyuttan üç boyuta karışır. Uluçay sinema diline Karagöz’ün ışık gölgesini alırken gevezeliğinden uzak durur; özellikle kısaları neredeyse sözsüzdür.
“Işıkla, gölgeyle, görüntüyle oynamayı çok seviyorum; hamur gibiler benim elimde.” ve “Ben görüntüyle anlatmak istiyorum muradımı. Benim için asıl olan o.” diyen, bu nedenle dünyaya sürekli bir kameranın vizöründen bakan Ahmet Uluçay, ışık ve gölgenin dilinden yeni bir sinema dili geliştirirken kullandığı animasyonlar ve efektler için hiçbir eğitim almadığı halde, kendi deneme yanılmalarıyla çözümler üretir: Üstünde mumların yandığı tablaya kamerayı bağlayıp birlikte hareket ettirir ve biz mumlar durmakta, alevleri hareket etmekte sanırız. Yumurtaların içinden dünyaya bakan gözler, eriyen balmumlarının aldıkları biçimler; hızla akan karelerle dünyayı kesik kesik görüntüler halinde gören karakterin sinemasal gözü, saat ve sarkaçla yaratılan ritim duygusu; jelatin içine üflenen sigara dumanıyla çekilen puslu sahneler; alüminyum plakların arasına yapıştırılan camla oluşturulmuş boşluğa şırıngayla su enjekte ederek yapılan mercekler…
ULUÇAY’DAN KALANLAR
Ahmet Uluçay’ın sinemaya olan aşkı , 1968’de henüz 14 yaşındayken, Metin Erksan’ın Kuyu adlı filmiyle köklendi. Gogol’un “Palto”sundan çıkan Rus yazarları gibi o da Erksan’ın kuyusundan çıktı ve o zaman sinemanın makinistlik değil, yönetmenlik olduğunun farkına vardı. 40 yıla yakın sinema deneyiminden sonra İran sinemasını, İtalyan Yeni Gerçekçiliğini, Fransız Yeni Dalga’sını, Rus Sineması’nı da sevdi. Uluçay’ın Nuri Bilge Ceylan’a bir iki filminde yardımı da dokundu. Ceylan, Yavuz Turgul, Zeki Demirkubuz, belki bir iki sinemacıyla daha birlikte, Türk sinemasının iyi bir yere gideceğine inandı ve “Onları gördüm ya, artık gözüm arkada kalmaz.” dedi.
Uluçay, çocukluğundan beri beyninde taşıdığı urun tedavisindeyken yakalandığı zatürre nedeniyle, sinemaya dair düşlerini öksüz bırakarak 30 Kasım 2009’da köyüne, sanatına ve hayatına zamansız veda etti. Kafası projelerle dolu yaratıcı yönetmen, geride 2 kısa belgesel, 8 kısa ve 1,5 uzun metraj kurgu film ile ulusal ve uluslararası festivallerden aldığı 20’den fazla ödül bıraktı.
30 dakika 15 saniyelik Optik Düşler (1993), Uluçay’ın ilk kısa kurgusuydu ve film 1994 Ankara Uluslararası Film Festivalinde Üniversite Sinema Kulüpleri Birliği Özel Ödülüne layık görüldü. “Orda bir sinema var uzakta / O sinema bizim sinemamızdır / Duymasak da tınmasak da … / Bu film, kim bilir hangi düş ülkelerinden yüreğinde hemşerilikler bulunduğuna inandığımız sinemanın şövalye ruhlu çocuklarına yazılmış bir mektuptur…” ithafı ile sinema ve sinema emekçilerine; dolunay önünde yalnız bir ağaç ile çıkrık/kuyu görüntüsüyle de Erksan’ın Kuyu’suna bir selam göndererek açılan filmin girişindeki Kütahya’nın Pınarları türküsü hem yerel ve geleneksel folklorik, kültürel kodlara hem de Uluçay’ın o kültürden kurduğu sinema dünyasına göndermede bulunur.
Geceleri in cin top oynanan sokakları, perilerle şeytanlarla iç içe yaşadıkları köylerinde iki çocuk, kurdukları sinema düşünü, yaptıkları film makinesiyle köylülerle paylaşırlar. Elektrik fişine bağlı kamera ile köyün dışına çıkıp geniş plan çekim yapamayan Uluçay, bu sorunu köyün maketini yaparak aşar!
1995’te 6. Ankara Uluslararası Film Festivalinde İkincilik Ödülü ve İFSAK Kısa Film Festivalinde Özel Ödül alan Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak’ta (1994), yatağından kalkamayan hasta çocuğun, pencereden seyrettiği çocukların oyuncak bebeğe attıkları tekmeleri acı olarak hissetmesiyle sinema seyircisinin hikâyeyle ruhsal arınmasına ve karakterler ile özdeşleşmesine atıfta bulunur, titreyen suda yansıyan ağaçlarla görsel bir şölen sunar.
Uluçay, 1995 Ankara Uluslararası Film Festivali Birincilik ve Kültür Bakanlığı Onur Ödüllü, 30 dakikalık Bizim Köyün Orta Yeri Sinema (1995) adlı kısa belgeselden sonra, 1996’da Karadeniz Film Festivali Özel Ödülü’nü, 1999’da Cine 5 Kısa Film Yarışması Jüri Özel Ödülü’nü, 1995’te Ankara Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü alan Minyatür Cosmos’da Rüya’yı (1995) çeker. Bu kez anlattığı, kendi düşlerinden ve sesinden korkan bir çocuğunun hikâyesidir; yumurtalardan çıkan ve dünyayı gören gözler, yumurtalara yansıyan türlü görüntülerle 5 dakika 9 saniyelik film. Uluçay’ın sinema düşüne yabancı insanları temsil ettiği anlaşılan küçük bir kız çocuğunun yumurtaları ezmesiyle diğer çocuğun kurduğu hayal dünyasındaki mutluluk biter.
Yönetmenin 15 dakika 23 saniyelik kısa metrajı İnci Deniz Dibinde (1996), çekildiği yıl Antalya Uluslararası Film Festivali Uluslararası Jüri Özel Ödülü ve 18. İFSAK Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması Üçüncülük Ödülü; 2001’de İstanbul Uluslararası Kısa Film Günleri’nde Üçüncülük Ödülü alır. Filmde annesi ve babasını yitirmiş genç bir kız ile erkek kardeşinin yalnızlık dolu yaşamlarına, onların ‘folklorik inanç dünyalarına’ korkularla ve düşlerle dolu bir yolculuk anlatılır.
Uluçay, 1998’de yaptığı 6 dakikalık Bizim Köyde Bayram Sabahı adlı kısa belgeselinden sonra aynı yıl Ankara Uluslararası Kısa Film Festivali Birincilik Ödülü’nü alan beşinci kısa kurgu Epilectic Film’i çeker. 3 dakika 10 saniyelik film epilepsi hastasının gözünden yaşama bakar ve seyirciyi epilepsi hastasının algı dünyasıyla hemhâl kılar.
Bir yıl sonra gelen 10 dakika 18 saniyelik Uzun Metrajın Resmi (1999) de 2. Cine5 Kısa Film Yarışması Üçüncülük Ödülü’ne layık görülür. Uzun metraj film yapma arzusu içinde yanıp tutuşan Ahmet’in eşi, 6 Mayıs’ta kutlanacak Hıdrellez’de geleneğe bağlı olarak kocasının bu arzusu için bir dilekte bulunacaktır. Ahmet sabah uyandığında bahçede ağaçların dallarına asılmış “bilezik”, “tam otomatik çamaşır makinesi”, “ailemizin birliği ve düzeni bozulmasın” gibi diğer dileklerin yazılmış olduğu kâğıtlarla birlikte sallanan film şeritleri görür. Ahmet film şeritlerini ve dilekleri incelerken karısı da pencereden onu seyretmektedir. Dileklerden biri de sevgiyi sembolize eden iki kumru resmidir!
Genç bir kıza musallat olan cinleri kovmayı konu edinen, 2000 yapımı 4 dakika 24 saniyelik “Exorcise” adlı kısa kurgu da yine o yıl Cine5 Kısa film Yarışması En İyi film Ödülü’nü ve 1 yıl sonra da Ankara Uluslararası Film Festivali Seçiciler Kurulu Özel Ödülü’nü alır. Uluçay, üflemeyle kapı pencerenin çarpması, kızın yüzüne yansıyan bilinmeyen bir işaret sistemiyle oluşturulmuş metin, muska gibi üçgen kesilmiş kâğıtlar, filmi İnci Denizin Dibinde’yle ilişkilendiren yanan mumlar, çeşitli nesnelerin ve ayakkabıların hareket etmesi… gibi görüntülerle şeytan kovma ritüelini tiye alır.
Yönetmenin çektiği son kısa filmi Kaza (2007), aynı yıl Ankara Uluslararası Film Festivali, Ulusal Kısa ve Canlandırma Film Yarışması’nda gösterilir.
BOZKIRDA DENİZ KABUĞU
Ahmet Uluçay, ilk kısa filmin çekimine başladıktan sonra 11 yıl hayalini kurduğu, nihayet yapımcısının, “Hem kendi filmini çek hem de ortaya genel izleyicinin de bağ kurabileceği neşeli bir film çıksın.” diyerek kabul ettiği 98 dakikalık uzun metrajı Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı 2004’te çeker. Kurgusunu Mustafa ve Senad Preşeva’nın, müziklerini Ender Akay, Alper Tunga Demirel’in yaptığı film berber çırağı Mehmet (Kadir Kaymaz) ile karpuzcuda çalışan Recep (İsmail Hakkı Taslak) adlı iki çocuğun köylerinde film oynatmak için verdikleri mücadeleye odaklanır. Recep’in âşık olduğu kendisinden yaşça büyük olan Nihal (Boncuk Yılmaz) ailesiyle birlikte kasabayı terk edince, Erzincanlıya varan Fahriye Abla’nın sevenlerinde bıraktığı buruk hüznü bırakır geride. Film iki köylü çocuğun, hayallerinin ve sevdalarının peşinde yokluklar yoksunluklar içinde koşmalarını anlatırken, sinemanın teknik yanıyla dili arasında bağı ve bu dilin izleyici üzerindeki etkisini ima eder.
Yönetmenin 11 yıldır çektiği kısa kurmacalarında anlattığı sinema mücadelesinin ve kurmaya çalıştığı sinema dilinin toplamının bir özeti sayılabilecek Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, beklenmedik bir ilgiyle karşılanır; ulusal ve uluslararası festivallerden 5 En İyi Film, 2 En İyi Yönetmen, 1 En İyi Senaryo, 1 En İyi Kurgu ve diğer dallarda da 5 ödül alır.
Ahmet Uluçay’ın 14 yıllık sinema hayatına bakınca, “Karpuz kabuğundan gemiye binmiş,” denebilir belki, ama tez indiği söylenemez. Uluçay, çekimlerine 2007 yılında başladığı, ancak sağlık sorunları nedeniyle yarım kalan filminin adındakini aramıştır sanat hayatı boyunca ve aslında kendisi tam da budur: Bozkırda Deniz Kabuğu!