Sanatla İyileşmek

FRIDA

20. yüzyılın ikonik sanatçılarından Frida Kahlo, 6 Temmuz 1907 olan doğum tarihini, Meksika devriminin doğuşuyla ilişkilendirmek için 7 Temmuz 1910 olarak ilan edecek kadar “Meksikalı” ve “devrimci”ydi. Bireysel acılar, toplumsal mücadeleler ve bunları tuvalde yeniden yaratmakla dolu 47 yıllık yaşamın öznesi Kahlo’yu; doğumunun 116, ölümünün 69. yılında, biyografisine odaklanan Frida filmiyle anıyoruz.

Frida Kahlo, 1932

POPÜLER KÜLTÜR İKONLARI

Hayata tutunma, hayatı yeniden kurma düşünce ve ülkülerini, kimi dolaylı sanat yoluyla kimi doğrudan siyasi mücadeleyle gerçekleştirme sürecinde çok acılar çekmiş, hatta bu uğurda hayatlarını gözlerini kırpmadan feda etmiş, bu tercihleriyle toplumda onurlu bir yer kazanarak popüler kültür ikonlarına dönüşmüş tarihsel kişilikler saymakla bitmez.

Büyük anlatıların toplum üzerinde etkili olduğu 20. Yüzyıl, bu tür ikonlar bakımdan çok verimlidir. Nereye baksanız Deniz Gezmiş’ten Che Guevara’ya, Charlie Chaplin’den Alfred Hitchcock’a, Salvador Dali’den Frida Kahlo’ya popüler kültür ikonlarının figürleriyle süslenmiş çıkartmalar, defterler, çantalar, tişörtler, kartlar, duvar resimleri, sokaklar, kafeler… görürsünüz. Kapitalizm, kendisine karşı olsun olmasın toplumu etkileyebileceğine inandığı her tarihsel ismi, tüketim nesnesine dönüştürerek yeniden üretiyor ve pazara sürüyor.

Başının üstünde rengarenk çiçeklerle örülmüş bir taç, ortada inceldiği halde kopup ayrılmayan tek parça halinde bir kaş, bakanı delip geçen iki göz ve yüzünde çektiği onca acıya meydan okuyan bir ifadeyle Frida Kahlo, o ikonlardan biri oldu. Onun “Fridamania” olma süreci, Meksika kültürüne bağlılığı nedeniyle, ABD’de kimlik siyasetinin ortaya çıkmasıyla başladı ve yaşadığı bireysel acılara, geleneksel değerlere, erkek egemen baskılara karşı direnişi; Meksika Devrim’ine verdiği örgütlü destek, kendi imajını korkusuzca betimleyen özgün resimleri, ressamın 1954’te ölümünden sonra hızla sanat, siyaset çevresinde ve feminist topluluklarda fenomen olarak belirmesine neden oldu.    

Kahlo’nun çocuk felcinden kaynaklanan engellerle dolu bir çocukluk, otobüs kazası nedeniyle yaşanamayan bir gençlik ve sadakatsizliklerle dolu bir evlilik dönemini içeren, kurgusal olsa ancak bu kadar olabilirdi denebilecek 47 yıllık etkileyici yaşamı, film yönetmenleri için hazır senaryo demekti. Bu nedenle resimleriyle, yazılarıyla ve en çok da yaşadıklarıyla yaklaşık üç çeyrek asırdır sanat ve siyaset tarihini derinden etkileyen Frida Kahlo’nun biyografisi birçok filme konu oldu.

The Life and Death of Frida Kahlo (Frida Kahlo’nun Yaşamı ve Ölümü), 1965’te Karen ve David Crommie tarafından çekilmiş, samimi bir Kahlo filmiydi; Frida‘nın en yakınları ve birlikte çalıştığı kişilerle yapılan bir dizi röportajdan oluşuyordu. Frida Still Life (Frida Natürmort), Paul Leduc’un çektiği 1983 yapımı ise onca acılar içindeki Kahlo’nun Meksika tarihinin en renkli, tartışmalı yönlerinden bazılarıyla yüzleştiği bir filmdi ve ressamı canlandıran Ofelina Medina hem fiziksel hem tavırlarındaki benzerlikle ortaya son derece “natürel” bir Frida Kahlo çıkarmıştı. Adını üstgerçekçiliğin babası Andre Breton’un “Frida Kahlo’nun sanatı bir bombanın etrafındaki kurdeledir.” saptamasından alan Frida Kahlo: A Ribbon Around a Bomb, ressamın çalışmalarına ve tablolarının hikâyelerine odaklanan Ken Mandel’in yönettiği 1992 yapımı film de onun hayatından sanatına yansıyanları merkeze alıyordu. Kahlo’nun bedensel rahatsızlığı nedeniyle giydiği korseleri üzerinden yaşadığı değişikliğin öyküsüne odaklanan, Liz Crow’un 2000’de çektiği Frida Kahlo’nun Korsesi ise sanatçının kendi sözleri ve resimlerine dayanmaktaydı.

Hayek’in Frida’sı

TAYMOR VE FRIDA

 Yazımızın konusu, Frida Kahlo filmleri içinde öne çıkan 2002 ABD, Kanada, Meksika ortak yapımı Frida. Frida Kahlo’nun sanatını ve politik duruşunu da vurgulayarak, onun kadın kimliği ve Meksika kültüründeki yerini ön plana çıkaran film, sanatçının biyografisine çokça bağlı kaldığı halde bir belgeselin sığlık riskini kolayca savuşturabilen bir yönetime sahip.

Frida, altı dalda Oscar’a aday gösterildi ve 2003’te En İyi Özgün Müzik (Beste: Elliot Goldenthal) ile En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı ödüllerini (Beatrice De Alba, John E. Jackson) aldı. Aynı yıl Altın Küre’de En İyi Özgün Müzik, BAFTA’da En İyi Makyaj ile AFI’de (Amerikan Film Enstitüsü) Yılın Filmi, Satellite’de En İyi Kostüm Tasarım (Julie Weiss) ödülünü, Altın Kamera’da En İyi Uluslararası Kadın Oyuncu (Salma Hayek) ve ayrıca 2002’de Venedik Film Festivali Mimmo Rotella Vakfı ödülüne layık görüldü.

Hollywood’da nadir görülen Latin Amerika filmlerinin iyilerinden biri olan Frida’nın bu başarısında en büyük pay, kuşkusuz yönetmen koltuğunda oturan Amerikalı film ve tiyatro yönetmeni, senarist, oyun yazarı ve tasarımcı Julie Taymor’undu. Yönetmen, bir filmi sanat eserine dönüştürmede oldukça başarılı bir performans sergilemişti. Meksika ulusunun kültürünü, ruhunu beyaz perdede deneyimlememize olanak sağlayan bir sanatsallık yaratmış; filmde aile ilişkilerinden başlayarak düğün sahnesini, genç sanatçı ve devrimcilerin toplantılarını, Frida’nın Diego ile olan kaba dalgalı ilişkilerini ve boyadığı tabloları film boyunca canlı, hareketli sekanslara ya da bu sekansları Frida Kahlo’nun ölümsüz tablolarına dönüştüren efektlerin üstesinden ustaca gelebilmişti. Geleneksel kuralların hep dışında kalmış, kendi kurallarını koyup kendi yolunu izlemiş olan Frida Kahlo’nun yaşam öyküsü, böyle başarılı bir filmde anlatılmayı hak ediyordu ve anlatıldı.

1952 doğumlu ve çeşitli disiplinlerde deneyimlere sahip Julie Taymor, sinema ve tiyatroyu yaratıcı bir biçimde sentezleyen yenilikçi ve deneysel bir sanatçı. 1997’de yönettiği The Lion King (Arslan Kral) müzikali Broadway’da büyük bir başarı elde etti. İlk yönetmenlik denemesi olan 1999 yapımı Titus, William Shakespeare ‘nin Titus Andronicus’tan uyarladığı film, sürreal ögelerle donanmış tarihsel bir dramaydı. Çalışmalarında görsel estetiğe, müzikal ögelere önem veren ve maskeleme, kukla gibi farklı sanatsal alanları bir arada kullanan özgün ve yenilikçi yaklaşıma sahip yönetmen, siyasal ve toplumsal görüşlerini yansıttığı edebi eserleriyle tanınan, sivil haklar ve savaş karşıtı eylemci Amerikalı Clancy Sigal’ın senaryosundan Frida’yı 2002’de çekti. 2007’de Beatles şarkılarına odaklanan müzikal romantik drama filmi Acorss The Univrse’yi (Bütün Evrende); 2010’da yine Shakespeare’nin aynı adlı oyunundan, ana karakterin cinsiyetini değiştirerek uyarladığı fantastik komedi Fırtına’yı ve 2020’de filmografisine ABD ikinci dalga feminizminin ulusal lideri Gloria Steinem’in biyografisine dayanan Glorias’ı ekledi.  

Filmde Frida’nın çileli yaşamına hayat veren, Salma Hayek de Meksika kökenli bir sinema oyuncusu, yapımcı ve siyasal eylemci olarak kendi yaşamıyla sanatçının yaşamına yaklaşabilme olanağına sahipti. Oyuncu daha önce Meksika dizisi Terasa’daki rolüyle dikkat çekmiş, 1995’te Roberto Rodriquez’in yönettiği Desperado’daki oyunculuğuyla da büyük bir çıkış yapmıştı. Kadınların ve Latin Amerikalıların sinema endüstrisinde daha fazla temsil edilmeleri için mücadele eden oyuncu, Frida’nın hem yapımcılığını hem başrolünü üstlendi; Kahlo’nun duygusal derinliklerini ve güçlü kişiliğini başarıyla yansıtarak ve fiziksel benzerlik açısından da etkileyici bir performans sergileyerek 2003’te NAACP Image’de En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer görüldü. Öte yandan 20. yüzyılın önemli Meksikalı ressamlarından Diego Rivera’yı canlandıran Alfred Molina da aynı değerlendirmede En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı.

Sadakatsiz Diego ve âşık Frida

TRAMVAY VE DIEGO TRAVMASI

Tam adı Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon olan, 20. yüzyılın önemli sanatçılarından Meksikalı ressam Kahlo, Alman bir baba ile Meksikalı bir annenin çocuğu olarak 6 Temmuz 1907’de Meksika’nın Coyacon bölgesinde, Mexico City’de dünyaya gözlerini açtı.

O doğduğunda 1910’da başlayıp 1920’lerin ortalarına kadar süren, ülkenin otokrat lideri Porfirio Diaz rejimin değişmesine, toprak reformuna, işçi haklarına ve sosyal adaletin sağlanmasına yönelik bir dizi hedefi içeren Meksika Devrimi de doğum aşamasındaydı. 1925’te geçirdiği feci trafik kazasından bir yıl sonra yataktan kalkar kalkmaz sosyalist ve devrimci mücadele içinde yer alan Frida Kahlo, yaşamını modern Meksika’nın doğuşuyla ilişkilendirmek istedi ve doğum gününü 7 Temmuz 1910 olarak ilan etti.  

Meksika Devrimi, Francisco I. Madero’nun liderliğindeki liberal hareketin isyanıyla patlak verdi, hızla diğer grupları ve liderleri de içine çekti. Emiliano Zapata, Pancho Villa, Venustiano Carranza ve Alvaro Obregon gibi isimler, devrimin farklı aşamalarında etkili oldular. Toprak reformunu savunan köylü hareketleri, işçi sendikaları, aydınlar, yerli halklar ve siyasi fraksiyonlar arasındaki çeşitli ideolojik farklılıklara dayanan devrim sürecinin sonunda ilerici bir belge olan 1917 anayasası kabul edildi ve 1929’da kurulan Kurumsal Devrimci Parti (PRI) 2000’e kadar ülkeyi yönetti. Devrimin liderleri ve idealleri, hâlâ Meksika siyaseti ve toplumu üzerinde etkilerini sürdürmektedir.

Ülkesi toplumcu bir devrimle iyileşme dönemine girerken insan bireyinin yaşayabileceği en derin acı ve en sert zorluklar, Frida Kahlo’nun peşine takıldı. Altı yaşındayken çocuk felcine yakalandı, dokuz ayı yatakta geçidi. Her şey sağ bacağında uyruktan aşağı doğru inen korkunç bir acıyla başlamıştı. “Küçük pati çok sıska kaldı.” diye yazdı günlüğüne ve arkadaşları arasında adı artık “Tahta Bacak Frida”ydı. 1953’te kangren baş gösterince sıska pati dizinin altından kesilecekti. Günlük yaşamında uzun etekler giyerek gizlediği ‘sıska pati’sini, doğrudan anlatımı tercih ettiği tablolarında kanarken resmetti. Anlam katmanları yarattığı imgesel tablolarında kendini kanadı kırık, uçamayan veya yaralı ve kaçamayan bir canlı olarak tasvir etti.

Yaşadığı çocuk felcinden 13 yıl sonra geçirdiği bir trafik kazasında Köprücük kemiği ve iki kaburgası ile omurgası üç yerinden kırıldı. Ezilen sağ ayağının bağlandığı bacağında da on bir kırık vardı. Sol omuzu eklem yerinden çıktı ve leğen kemiği üç yerinden kırıldı. Adeta bedenini bir arada tutan iskeleti dağılmıştı. En kötüsü de sol kalçasından giren ve vajinasından çıkan bir demir çubuğun karnında yol açtığı kesici, delici alet yaralanmasıydı. Frida Kahlo, tramvayın neden olduğu bu travmayı günlüğüne şöyle geçirdi: “Doktor olmak için okumaya hevesliydim, ama her şey bir Coyoacan otobüsünün bir tramvaya çarpmasıyla bozuldu!”

HAYATA SANATLA TUTUNMAK

O andan sonra yaşamının en verimli zamanını zorunlu olarak yatakta geçirmeye başlayan Kahlo, yaşamı boyunca 32 kez ameliyat masasına yatacaktı. Babasının yönlendirmesiyle, daha önce hiç de heves etmediği resme başladı. Yatağının tavanına monte edilen aynadaki görüntüsünde kendini imgesel olarak keşfetti ve otoportreler çizdi.

Frida Kahlo’nun, sanat kariyeri boyunca yaptığı 143 resmin 55’i, doğaldır ki otoportreydi. Çünkü Kahlo, “Yalnızım, kendimden daha iyi kimseyi tanımıyorum.” diyor ve devam ediyordu: “Kendi portrelerimi yapıyorum, çünkü çoğu zaman yalnızım ve en iyi bildiğim insan da benim. Acılarımı boğmaya çalıştım; ama pislikler yüzmeyi öğrendiler ve şimdi ben, bu hoş ve iyi his tarafından alt edildim. Hasta değilim. Sadece paramparçayım, yine de resim yapabildiğim sürece hayatta olmaktan memnunum.” 19 yaşında çizdiği Kadife Elbiseli Otoportre, biçim ve içerik olarak Meksikalı köklerine aidiyeti anlatıyordu.   

Frida Kahlo “Meksika’nın Michelangelosu” olarak bilinen, büyük boyutlu duvar resimleri ve mural çalışmalarıyla tanınan Diego Rivera’ya kritik almak için resimlerini gösterdi. Resim çizmeye devam etmek için Diego’nun onayını aldı ve önce ona sırılsıklam bir aşkla bağlandı, sonra da annesinin “Bir fil ile bir kuğunun evlenmesine benziyor bu!” dediği evlilikle onun üçüncü eşi oldu.

Ama sadakatsiz Diego, kadınlarla olan cinsel ilişkiyi el sıkışmak kadar doğal görüyordu. Onun bu bitmez tükenmez sadakatsizliğine karşı o da kendisini daha ihtiyatlı da olsa hem erkeklerle hem kadınlarla sıra dışı ilişkilere bıraktı. Frida, bu gelgitli evliliğe, Diego’nun kız kardeşi Cristina Kahlo ile de “el sıkışma”sına kadar katlanabildi! Daha sonra, “Hayatımda iki ölümcül kazaya maruz kaldım, biri tramvay, diğeri Diego’ydu; ikincisi daha ağır oldu!” diyecekti.  

İki Frida

İKİ, ÜÇ… DAHA FAZLA FRIDA

Ama ayrılıkları sadece bir yıl sürdü. Yaşamında geçirdiği bunca travmadan başka evliliği boyunca iki kez de düşük yaptı Frida. 1932’deki bebek kaybı, üzerinde silinmez bir iz bıraktı ve sanatını kökten değiştirdi. Henry Ford Hastanesi adlı resminde bebeğini kaybetmenin ruhsal ve bedensel deneyimlerini yansıttı. Tablolarının merkezine kadın bakışını yerleştiren güçlü bir görsel dil yarattı.

Kahlo’nun Diego’dan ayrıldığı yıl olan 1939’da yaptığı 173,5 x 173 santimetrelik gerçek boyutlara yakın bir resim olan “İki Frida” adlı tablosu, giydiği elbiseler ve elinde tuttuğu nesnelerle Frida Kahlo’nun iki ayrı kişiliğini açığa çıkarır. Soldaki beyaz tenli, Avrupalı Frida’dır ve kızlığının bozulmasını anımsatan kanayan çiçeklerle süslenmiş beyaz bir gelinliğin içindedir. Sağdaki ise rahminin yakınında içinde hem eşi hem çocuğu gibi gördüğü küçük Diego figürünün bulunduğu rozet benzeri bir aksesuarı elinde tutan Meksikalı Frida vardır. Bu iki ayrı aynılık, aynı zamanda Avrupalı babasının ve Meksikalı annesinin köklerine de bir göndermedir.

Kuşkusuz resmin daha açık okuması Diego’yla ilişkisine dairdir, en azından Frida’nın zaman içindeki iki farklı dışavurumudur: Biri Diego’nun Meksikalı Frida’sı, diğeri bağlılık göstermediği için yalnızlığını Avrupa’da gidermeye çalışan Frida. İkisi de açık kalplerle görünür ve bu kalplerin arterleri sürekli kanar. Arka plana koyduğu bulutlu hava hem Frida’ların fırtınalı iç dünyalarını tuvale yansıtmakta hem de bu dünyaya bakanlara huzursuzluk vermektedir.

Fria Kahlo, ben rüyalarımı değil, düpedüz yaşadıklarımı anlatıyorum diyerek resimlerine yakıştırılan “üstgerçekçi” (sürrealist) akımını reddeder; ama “The Two Fridas” tablosunun çıkış noktasıyla ilgili yazdıklarında bu reddiye yumuşamış gibidir: “Sanırım altı yaşımdayken hayal ürünü küçük bir kız akranımla bir arkadaşlığım oldu. Allende Sokağına bakan odamın penceresine nefesimle buhar yaptım ve bir “kapı” çizdim… Neşe dolu bir acelecilikle hayalimde bu “kapıdan” geçtim. “Pinzon” adlı sütçü dükkanına kadar ilerledim. Pinzon’un “o”sundan içeri girdim ve çabucak, hayali arkadaşımla her zaman buluştuğumuz yere kadar indim… Çevikti ve sanki uçar gibi dans ederdi. Dans ederken onu dikkatlice izlerdim ve aynı zamanda sorunlarımı anlatırdım… Pencereye döner ve cama çizili olan o kapıdan geçerdim… Mutluydum. Kapıyı elimle silerdim ve o kaybolurdu. Sevinç içinde, sırrımla evimin verandasında koştururdum… Bu büyülü dostluğun üzerinden otuz dört yıl geçti. Onu her hatırladığımda hayali arkadaşım yeniden canlanır ve benim dünyamda büyüdükçe büyür.”

Frida Kahlo’nun tablolarına acı ve keskin bir natüralizm, Meksika kültürünü ve devrimci ulusal kimliği üzerinden yansır. Resimlerindeki ustalık karşısında Picasso, “Biz onun kadar insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.” der. Omurilik ameliyatından sonra çizdiği Kırık Sütun’daki (1944) çarşaf ve çivi betimlemeleri acısının büyüklüğüyle birlikte İsa’nın çarmıha çivilenmesini de çağrıştırır. Kırpılmış Saçlı Otoportre (1940) Diego’nun, kız kardeşi Cristina Kahlo ile ilişkisini öğrendikten sonra isyan duygusuyla çok sevdiği saçlarını keserek kadınsı niteliklerini bir kenara fırlatıp atmasını anlatır. Suyun Bana Verdiği (1938) adlı tablosundaki küvette yüzen semboller, Frida’nın hayatına dair derin çağrışımlara açıktır. Umut Olmadan (1945) ise beslenme diyetlerindeki zorluğu dışa vurur…

Meksika modernizmine, komünist politikaya ve avangart sanata gönül vermiş genç entelektüeller ve siyasal eylemcilerden oluşan bir grubun bireyi olan Frida Kahlo, acılarla ve ihanetlerle dolu hayatı son bulmadan sekiz gün önce bir natürmort çizer ve karpuzun üstüne şu sözcükleri yazar: “La viva vida!” Yaşasın hayat!

“La viva vida!”

TUVALDEN BEYAZ PERDEYE

Son birkaç paragrafta anlattığımız bu acılar içinde çalkalanana yaşamı Kahlo, resim sanatı halinde 143 adet tuvale boyuyor ve Julie Taymor onu tuvallerden alıp Frida filminde saniyede 24 kare fotoğraf halinde peliküle koyuyor. Böylece bir kere daha bir sanat ürünü/ürünleri ile birlikte onları yaratan bir hayat ve sanatçı, başka bir sanatın nesnesi/konusu oluyor.

Ancak bu hayat ve yarattığı sanat, yeteneksiz bir yönetmenin elinde kolayca “acıların kadını”na dönüşebilecekken, Taymor’da biyografik yapısına karşın sinema sanatı adına değerinden bir gram bile eksilmiyor. Julie Taymor, Frida Kahlo’nun karmaşık yaşamından ve onun fırtınalı iç dünyasından oldukça etkili bir film çıkarıyor. Yönetmen başarılı olduğu bir tarzda Kahlo’nun resimlerinin renklerini, sembollerini ve estetiğini yansıtan güçlü bir görsel dil kullanıyor. Filmin görsel efektleri, sahneleri çarpıcılığını ve ressamın tablolarının etkisini açığa çıkarmada teklemeden tıkır tıkır işliyor.

Film, konu ve tema bakımından Kahlo’nun sanatını, politik duruşunu, onun kadın kimliğini ve Meksikalı kültürünü öne çıkarıyor. Bunu, onun kişisel dalgalanmalarını, karmaşık ruh halini ve özellikle Diego Rivera ile olan yaralayıcı ilişkilerini ıskalamadan yapıyor. Sanatsal anlamda Kahlo’nun eserlerini yansıtabilmek için incelikle tasarlanmış olan Frida filmi, canlı renk paleti, evlilik tablosundan tören sahnesine geçişte olduğu gibi resimden harekete ulanan efektleri, filmin anlamına uyan ve onu güçlendiren müziği Frida Kahlo’nun hayatının ve sanatının etkisini hissettirmek için birleşik bir biçimde hareket ediyor.

Frida Kahlo Müzesi: Ressamın yaşadığı ev

 Biyografi filmleri, kuşkusuz ilgili oldukları yaşam öyküsünün tümünü vermek iddiası taşıyamazlar; yönetmen ister istemez 123 dakikalık bir film için o biyografiden bir seçme yapmak zorunda olacaktır. Bu seçme doğası gereği öznel olacağı için her film seyircisini tatmin etmeyecektir. Nihayet Taymor da kimi tercihlerinden dolayı ve Kahlo’nun yaşamından aldığı kimi olayları dramatize ederek gerçeklikten uzaklaşmakla eleştirilmiştir. Bu eleştiriye, sanat etkinliğinde önemli olan, ressamın yaşamına ait kimi detayların es geçilmiş olması ve bir de Firda Kahlo merkezli hikâyede Diego Rivera’nın fazlaca öne çıkarılması eklenebilir. Hatta siyasi düşüncelerinde ve sanatında fazla bir yer tutmayan Troçki’nin bu biyografiye katılması da biraz zorlama görülebilir.

Değerlendirmemizi, filmin oldukça isabetli bulduğumuz biri sosyal, diğeri sanatsal iki saptamasıyla bitirebiliriz: İlki şu: Diego Rivera, New York City’deki Rockefeller Center için duvar resimleri yapmak üzere Amerika’ya gittiğinde Firda da onunlaydı. Amerika’dan kız kardeşi Cristina’ya şöyle yazdı: “Sevgili Cristi, Diego’nun gördüğü görkemi ben de görüyorum. Ama Amerikan rüyası bir yalan. Zenginleri kokteyllerini yudumlarken, binlerce Amerikalı aç!” Tabi oğul Rockefeller, ideolojik bulduğu için Rivera’ya verdiği bu resim projesini, üstelik Diego’nun burjuva kültürü karşısındaki tutarsızlığını da yüzüne vurarak iptal edecekti.

İkincisi de şu, Diego Frida’ya resimleriyle ilgili düşüncesini söylüyor: “Hiçbir zaman böyle resimler yapamam… Ben gördüklerimin resmini yapıyorum, dışarıdaki dünyayı; ama sen (kalbini göstererek) buradan resim yapıyorsun!”

Yaşasın sanatlarını oradan yapan sanatçılar!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir