Anlaşılan, Yunus Aksu’nun “Evrensel Dilbilim” arayışı, Babil mitinde anlatılan, Tanrı’nın insanların birbirlerini anlamamaları için dillerini karıştırmasından önceki gibi, bütün insanların birbirlerini anlayabildikleri doğal bir dil arayışından başka bir şey değildir. Bugün şiddetle ihtiyaç duyduğumuz doğal ve yalansız bir dil!
Tahsin Yücel’in 2002’de yayımlanan Yalan (Can Yay.) adlı romanı, etkili mizahı, eleştirel iletisinin gücü ve yarattığı grotesk iklim nedeniyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile karşılaştırılabilecek bir düzeye erişti. Böyle olacağı, edebiyat çevrelerinde geniş kabul göreceği 2003’te hem Ömer Asım Aksoy hem Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülmesinden belliydi. Romanın, yalan-gerçek temel çatışması ekseninde yer alan ve çeşitli dil kuramları içinde ilerleyen, birbiri üstüne kapanmış kimlik-kişilik, gelenek-çağdaş, birey- toplum, doğal-yapay alt çatışmalarıyla yarattığı anlam katmanlarıyla kurulmuş bir yapısı var.

Romanın başkahramanı Yusuf Aksu, öğretmen annesinin özendirmesiyle ansiklopedilerin içinde büyümüş, okuduklarını kolay unutmayan bir belleğe sahiptir. Okuduğu okula sonradan gelen Yunus Aksu’yla ortak noktaları çoktur, iyi anlaşırlar. Yunus, özellikle dil konusunda öğretmenlerin genel geçer bilgilerine karşı muhalif bir tutum içindedir. Derslerde öğretmenleriyle sürekli tartışır. Genel kabul görmüş dil kuramlarına aykırı bir yaklaşıma sahiptir. Bu tavrıyla sınıf arkadaşlarının ilgisini çekmekte gecikmez.
Yunus Aksu, karşılıksız aşkı yüzünden henüz on yedi yaşındayken intihar eder. Yusuf Aksu, o andan itibaren arkadaşı Yunus’un kimliği üzerine kendi kimliğini inşa etmeye başlar. Onun dil konusundaki muhalif tavrını sahiplenir. Giderek çevresinin ve medyanın kendi kişiliğini yapılandırmasını ve kariyeriyle ilgili kendisine biçtikleri rolü kabullenir. Kimliğinin ve diğer her şeyin, toplumsal bir uzlaşı haline gelmiş olan “yalan” üzerine kurulduğunu anladığındaysa artık çok geçtir. Çünkü Umberto Eco gibi söylersek, göstergede gösterenin (yalan) yerini tuttuğuna göre, gösterilenin (gerçek) var olması bir zorunluluk olmaktan çıkar. Toplumda yapısal bir nitelik kazanmış olan “yalan” bu nedenle sorgulanmadan sürer gider; göstergelerinin “nedensizliği” ve “uzlaşımsallığı” ile toplumun ürettiği her şeyi sırtlanıp giden dil gibi.
İlk anda, yazarın dili konu edindiği bilimsel yazılarda kullandığı üst dilin terimsel düz anlamlılığıyla, kurmaca bir metin olan romanın estetik dilinin canına okuyacağı düşünülebilir. Göstergebilim alanındaki çalışmalarıyla, çevirileriyle de bilinen Fransız Dili ve Edebiyatı Profesörü Tahsin Yücel’in bu sıfatı ve ilgi alanı, hele dil kuramı zemininde kurguladığı Yalan’da bu düşüncenin karşılık bulacağı sanılabilir. Ancak Yücel’in, dilin genel ve günlük kullanımı içine sokuşturduğu “oluntu, devinim, söyleşim, örnekçe, indirgenmek, anıştırmak, kenter, gösterge” gibi kimi terimleşmiş sözcükleri saymazsak, bu kaygıyı hem anlatıcının dilinde hem de diyaloglarda boşa çıkardığını kolayca söyleyebiliriz.

Yalan romanında Yunus Aksu’nun geliştirip Yusuf Aksu’nun sahiplendiği dil kuramı kapsamındaki tezlerinden biri, yazının tarihsel olarak dile önceliğidir. Kekemeliğini, insan dillerinin yapaylığını kabul etmeyip ilksel dili arayanlara özgü bir durum olduğunu savlayan, bunu arada durup düşündüğü için “doğru” konuşuyor olmakla olumlayan Yunus Aksu, bir gün “bilgiç” tarih öğretmeni, dilin ve yazının kökenleri konusunda “insanların çağımızdan en az yüz bin yıl önce konuşmaya başladıklarını, elli bin yıl sonra da yazıyı bulduklarını” söyleyip “insanlığın dilsizlikten dile, yazısızlıktan yazıya geçmelerini kendi kişisel başarısı” gibi açıklamasına “Ha… ha… hayır, ya… ya… yanlış! Ben buna inanmıyorum!” diye şiddetle itiraz eder. Öğretmenin, “Saçmalama! Bunda inanılmayacak ne var? Kitaplar yazıyor! Önce piktogram’lar çıktı, sonra onlardan ideogram’lar, sonra da fonogram’lar, böylece bildiğimiz yazılar doğdu.” bilgisine “Bence dile o saydıklarınızdan gelindi, yani dilden önce yazı vardı.” diyerek karşı çıkar.
Yazının resim kökenli olduğunu kanıtlamak için örnekler sıralayan tarih öğretmeninin, dilin ortaya çıkışıyla ilgili ileri sürdüğü kabul tam da böyledir. Buna göre alfabetik yazı; bir nesneyi, bir yeri, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden “piktogram”dan, Çince ve Japoncada olduğu gibi doğrudan doğruya bir düşünceyi ifade eden“ideogram”a ve son olarak da sesi ya da ses dizimini gösteren “fonogram”a, yani alfabetik yazıya evrilmiştir. Ama Yunus Aksu için, yazının “bulunuşu”nun dilin “doğuşu”ndan sonra olduğunu gösteren mağara resimleri de yeterli kanıt değildir. “Kulaklarımızı” der Yunus Aksu, “kayalara dayasak, sesleri duyar mıyız?”
Yunus Aksu, “dilin yazıdan doğduğu” tezinin kaynağını, dünyasının sınırları olan ve parçalı yapılarıyla kendisi gibi kekeme konuşan ansiklopedilerinin birinde bulur: Yirminci yüzyılda Jacques van Ginneken, aynı kuramı aynı coşkuyla hem de daha güçlü kanıtlarla savunmuştur. Ona göre, ilk ‘piktogram’lar elin devinimlerini yansıtmaktaydı, yazı ve çok daha sonra eklenimli diller de bu devinimlerden doğmuştu.
Yunus Aksu, yine de genel geçer kuramda önemli yer tutan “Önce söz vardı!” kabulünü reddetmez; ama bu sözün hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de bir ötüş biçiminde eklenimsiz, doğal bir dil olduğunu söyler. Ona göre bu eklenimsiz ötüş ya da başka hayvan sesleri (dilleri), yalan söylemeye uygun değildir. Bu dil, bildirişimde yetersiz kaldığı yerde el yüz hareketlerinin kullanıldığını, bu hareketlerin ortak biçimlerinin yaygınlaşması ve nesneleri de kapsayarak ‘piktogram’a geçildiğini söyler, buradan da zamanla eklenimli dillerin çıktığında ısrar eder. Bu eklenimli yapay dillerse yalan için oldukça uygundur!
Yunus Aksu’ya kuramını önemli ölçüde dayandırdığı van Ginneken’den başka, kaynak değilse de üzerinde fikir koşturabileceği bir zemin oluşturacak, fakat romanda herhangi bir gönderme yapılmayan bir “Jacques” daha var ki, romana girebilseydi, hem kurama felsefi bir derinlik katabilir hem de entelektüel tartışmaların yapıldığı ‘Maçka Çarşambaları’ buluşmalarının zaman zaman konusu olan felsefeye zemin hazırlardı. O Jacques, Jacques Derrida‘dır. Kıta felsefesinin “yapıbozumcu” filozofu Derrida’nın yapısalcı dil anlayışına itirazı, esas olarak geleneksel düşünce yapısına bir itirazdı. Söz ve ses merkezciliği şiddetle reddetmiş; “söz-yazı” ayrımı yapılmasını ve “söz”e öncelik verilmesini, ikili karşıtlıklar üzerinden ilerleyen metafizik temelli felsefeye bağlamıştı.

Derrida, 1967’de yayımlanan, “söz merkezci” mirası çözümlediği Gramatoloji (Yazıbilim) adlı kitabına, konuşmayı yazıdan üstün gören düşünceyi eleştirmek için şu üç alıntıyla başlamıştı: “Kim ki yazı ilmiyle aydınlanır, güneş gibi parlayacaktır. (EP, s.87)”; “Bu üç yazı biçimi, (Tıpkı yukarıda andığımız piktogram, ideogram ve fonogram gibi. MP) insanların bir araya gelip yaşamaya başladıkları üç dönemle birebir örtüşüyor. Yabancı topluluklar nesneleri betimlerken, barbar halklar sözcük ve cümlelere karşılık gelen simgeler kullanıyor ve uygar halklar da bir alfabeye sahip (J. J. Rousseau)”; “Alfabetik yazı hem kendi içinde hem de kendi adına en zeki olanıdır (Hegel).” (Akt. S. Glendinning, Derrida, 2014)
Filozof, böylelikle sesbilgisel yazı ile kavmiyetçilik arasında açık bir ilişki olduğunu, yazının fonotikleştirilmesinin tarihsel gerçekliği gizlediğini, söz merkezciliğin bilimi kontrol altında tuttuğunu, yazı biliminin tüm dünyada özgürleştiğini ileri sürer. Görüldüğü gibi sözcük düzeyinden metin düzeyine kadar yazıya öncelik veren Derrida’nın tezleri, Yunus Aksu’nun yazı öncelikli dil kuramı için oldukça önemli düşünsel dayanaklar ortaya koymaktadır; bu nedenle romana dâhil edilmemesi eksikliktir.
Yunus Aksu geliştirdiği dil kuramını, Tarih ve İngilizce öğretmenlerine karşı savunmaktan başka “yaşlı Türkçe öğretmeni”yle de tartışmak zorunda kalır. Serbest yazı ödevinde “Yeryüzünde en gelişmiş dilin kuşların dili olduğunu, insanların konuştuğu dile gerçek bir dil bile denilemeyeceğini…” yazar ve tezini şöyle gerekçelendirir: “…her hayvanın, her böceğin kendi ötüşü, yani kendi dili var. Tüm hayvanlar da birbirlerinin anlar. Ama insanlar öyle mi? Örneğin Türkiye’den çıkıp Yunanistan’a ya da Bulgaristan’a geçtiler mi birer dilsiz oluverirler…” Bunu Andersen de doğrular. Bir masalında anne kırlangıç yavrularına “İnsanlar bir dile sahip olmakla övünürler, ama Danimarka’dan Norveç’e gitseler birbirlerini anlamazlar.” der.
Anlaşılan, Yunus Aksu’nun “Evrensel Dilbilim” arayışı, Babil mitinde anlatılan, Tanrı’nın insanların birbirlerini anlamamaları için dillerini karıştırmasından önceki gibi, bütün insanların birbirlerini anlayabildikleri doğal bir dil arayışından başka bir şey değildir.
Bugün şiddetle ihtiyaç duyduğumuz doğal ve yalansız bir dil!
Devam edeceğiz…