Önceki hafta, takvimin kopardığımız son yaprağı için yazdığımız “Zamansız Zaman” başlıklı yazımızda fizikte terim ve felsefede kavram olarak “zaman”ın peşine düştük. Bu kez de edebiyatta, daraltarak söylersek, Türk şiirinin genelini temsil edebileceğini düşündüğümüz örneklerinde onun izini sürüyoruz; içimizde hak yeme, eksik bırakma korkusuyla…
Söz Şiirin
Fizikte Albert Einstein’in zaman, hareket ve mekânı birbirine bağlı ve izafi olarak ele alması; felsefede Henri Bergson’un zamanı bilinçle ve kültürel süreklilikle ilişki içinde düşünmesi, “zaman” bağlamında felsefeden edebiyata geçmemizi kolaylaştırıyor. Ama zorluk, kişisel yaşantıların ve yaratıların başat olduğu sanat ve edebiyatta “zaman” temasını belli başlı nitelikler üzerinden ortaklaştırabilmekte. Zorluk daha çok sanatçının zihniyet düzeyinde geleneksel, toplumsal kültürle ortaklaştığı dönemlerde değil, bu ortaklığın artık daha çok bozulduğu modern zamanlarda baş gösteriyor.
Bizim gibi teolojiden bağımsız, sistemli bir felsefe geleneğinin bulunmadığı ülkelerde, ortaklaşmanın, hatta klişeleşmenin başat olduğu gelenek içinde edebiyat, inanç temelli bir düşünceden; felsefe ise çoğu kez edebiyattan el alıyor. Geleneksel halk şiirimizin önemli bir bölümü ve Divan şiirinin bütünü, bunun örneklerini göstermemize büyük olanaklar sağlıyor.

Halk Şiirinde Somut Zaman
“Zaman”, halk şiirinin İslamlık öncesi örnekleri olan koşuklarda savaşlarla av dönemleri ve onlar adına yapılan törenlerde; sagularda ise toplum önderlerinin ölümlerinde düzenlenen ağıt törenlerinde anımsanıyor daha çok. İlkinde “zaman”, doğadaki mevsimsel döngüsellik içinde, baharda doğanın yeniden canlanmasının betimlendiği koşuklarda duyumsanıyor. O koşuklarda kurak yerlerin güldüğü, dağ başlarının görünmeye başladığı, dünyanın soluğunun ılındığı ve doğanın çiçeklerle bezendiği baharlarla anlatıldığına tanık oluruz “zaman”ın:
Kaklar kamug kölerdi Taglar başı ilerdi Ajun tını yılırdı Tütü çeçek çerkeşür
Bir de savaşlardaki başarısının kişinin yaşamında yeni bir dönemi işaretlediğini, bu dönemin ise toplumsal bir kabulle, gencin yaşamında olgunluk aşamasını temsil ettiğini görürüz. Çünkü artık o, öfkelenip dışarı çıkar, aslanlar gibi kükrer, hatta dövüşlerde nice yiğidin başını koparıp atar, kimse önünde duramaz onun; o dönemlerin birey olma biçimidir belki de bu, kim bilir:
Öpkem kelip ogradım Arslanlayu kökredim Alplar başın togradım Emdi meni kim tutar
Öte yandan sagular, toplumca sevilen halk önderlerinin ölümleri nedeniyle düzenlenen dinsel törenlerde (yuğ) söylenen ve ölenin değerinin, yaptığı işlerin, geride kalanların ölümden duydukları acıların anlatıldığı şiirlerdir. Bu şiirlerde “şimdiki zaman” (ölüm zamanı) üzerinden “kadere” duyulan öfke dile getirilir. Yiğit kişinin toplumsal statüsü, düşman ateşini söndürüp karargâhını darmadağın edişi, çetin işlerin üstesinden gelişi gibi yararlılıkları anlatılır; ama işte ne yazık ki “zaman”ı gelmiş, feleğin oku ona da isabet etmiş ve onu bu dünyadan koparmıştır:
Yağı otın öçürgen Toydın anı köçürgen İşler üzüp keçürgen Teğdi okı öldürü

İslamlık sonrası Halk şiirimizin âşıklık geleneği içinde yürüyen kolu, koşuk ve sagu geleneğini dinsel temalara fazlaca yaklaşmadan sürdürür. “Zaman” temasının ele alınışında doğanın döngüsel olarak yinelenmesi burada da önemli bir zemindir. Bu zemine sevgiliden ayrılmanın verdiği acı içinde felekten yakınma ile kavuşmanın mutluluğu gibi âşıkların yaşadıkları kişisel duygulanımlar; toplumu etkileyen felaketler ya da ağalık/beylik düzeninin neden olduğu toplumsal sorunlar bazen kahramanlık duyguları bazen “zaman”dan ve “zamane”den yakınma ile dile getirilir:
Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Nice sultanları tahttan indirdi Nicesinin gül benzini soldurdu Nicelerin gelmez yola gönderdi Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Karac’oğlan der ki kondum göçülmez Acıdır ecel şerbeti içilmez Üç derdim var birbirinden seçilmez Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Tasavvuf ve Divan Şiirinde Soyut Zaman
Halk ozanlarının, insan yaşamını doğumdan ölüme kadar her evresini yaş düzeylerine göre konu edindiği yaşname destanlarını saymazsak, zaman kavramı tema olarak Bektaşi ve Mevlevi tekkelerinde üretilen Dinî Tasavvufi Halk Edebiyatı şiirinin özellikle “Devir Kuramı”nı temel alan devriye türünde kendini gösterir. Devir kuramı, İslam teolojisinde insan ruhunun tanrıdan ayrılıp yine ona dönünceye değin geçirdiği evreleri tanımlar. Kurama göre mutlak varlık olan Allah, varlıkların hakikatleri olarak görünen âleme yansır. Bu yansımada varlık, dört ögeden (ateş, hava, su, toprak) oluşan maddi dünyanın gökle birleşmesinden ortaya çıkan üç evreden (maden, bitki, hayvan) geçer ve hayvan derecesinin en olgunu olarak insan olur (nüzul). İnsan, insan-ı kâmile ulaşarak Allah’a döner ve onunla birleşir (urûc). İşte devriye şiir türü insanın zaman içinde bu yolculuğunu anlatır, tıpkı Hüsnî’nin 32 dörtlükte oluşan devriyesi gibi:
Ak süt iken kızıl kana karışıp Emr-i Hak'la coşup cevlana geldim Mâ-i carî ile akıp yarışıp Katre-i naçizden ummana geldim Dokuz ay on gün batn-ı maderde Kudretten gözüme çekildi perde Vaktim tamam olup ahiri yerde Çıkıp ten donundan cihana geldim Üryan püryan edip beni soydular Nazik tenim teneşirde yuydular Alıp gidip kabristana koydular Hayf ben o sessiz virâna geldim Görün beni nerden gelip gitmişim Cemâdattan nebâtata yetmişim Yeryüzünde yeşil yeşil bitmişim Sefil sefil batn-ı hayvana geldim Çok seyr ü devredip geldim ben ey can Bildim cihan yine evvelki cihan Bundan ötesini etmezem beyan Bu sırrı saklayıp pinhana geldim (…)

Geleneksel şiirimizin sosyal sorunlara tekkelerde çare arayan şairleri, “zaman”dan değilse de “zamane”den çokça şikâyetçidirler. Onların temalarında toplumsal gelenekte insani yönsemelerin zamanla kaybolup gitmesi dayanılmaz bir acıdır; tıpkı “zamane”ye uyan Müslümanlardan, “haram” ile “eşekler”in cihanı tutmasından, hocasıyla kavga eden öğrencilerden, gönül yıkanlardan ve kendini peygamber sanan hocalardan yakınan Yunus Emre’deki gibi:
Müslümanlar zamane yatlı oldu, Helal yenmez, haram kıymetli oldu. Haram ile hamir tuttu cihanı, Fesat işler eden hürmetli oldu. Şakirt üstat ile arbede kılar, Oğul ata ile izzetli oldu. Fakirler miskinlikten çekti elin, Gönüller yıkanlar heybetli oldu. Peygamber yerine geçen hocalar, Bu halkın başına zahmetli oldu.
Diğer yandan, bilindiği gibi Divan şiirinin metafizik dünyası esas olarak tasavvuftan beslenir ve yine bilinir ki bu tasavvuf, Halk şairinin özellikle Yunus’un tasavvufundan oldukça farklıdır. Buna karşın bu tanrı ve din bilgisinin temel konusu olan “vahdet-i vücut” düşüncesinde yer alan varlık – zaman ilişkisi, Divan şiirinin merkez konularındandır. Halk ve Divan şairlerinin bu ilişkiyi kavrayışı birbirine somut ile soyut arasındaki mesafe kadar uzaktır ve her ikisi de bir o kadar modern zaman algısından farklıdır.
Nâbî, dünya bahçesinde sonbaharı da ilkbaharı da görmüş, hüznü de sevinci de yaşamıştır mesela. Talih meyhanesinde çok da gururlanmaya gelmez, çünkü gururdan sarhoş olanların ayıldıktan sonraki sersemliklerini de mevki ve ikbal ülkelerinin taştan yapılmış kalelerinin, beddua toplarıyla nasıl yıkıldığını da dertlilerin gözyaşlarının seliyle, nice arzu evinin yerle bir olduğunu da bu meydanda ustaca at binen askerleri ve onların dahi can alıcı bir “ah” okuyla yere serildiklerini de bu meclisin arzularının kadehi dilenci çanağına dönmüş nice sarhoşlarını da görmüştür:

Bağ-ı dehrin hem hazanın hem bahârın görmüşüz Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde Biz hezâran mest-i mağrurun humarın görmüşüz Top-ı âh-ı inkisâra pâyidâr olmaz yine Küşver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest Ehl-derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz Bir hadeng-i can-güdâzı âhdır sermâyesi Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz. Kâse-i deryûzeye tebdi olur câm-ı murâd Bu bezmin Nâbîya çok bâde- hârın görmüşüz
Görüldüğü gibi Divan şairi zaman kavramını fanilik duygusu içinde, hayatın gelip geçiciliği inancıyla dile getirmiştir. Onların zamanla ilişkisi hatırlamalarla, çoğunlukla zamaneden şikâyetle, sevgilinin nazı ve uzaklığıyla sınırlıdır. Çok azı, içinde bulundukları yaşamın olumsuzluklarından mustariptirler; ıstırapları da beslendikleri “Patrimonyal saray”dan gelirleri kesilirse depreşir. Selam verir, rüşvet değildir diye almaz sarayın memurları. Hüküm gösterir, faydasızdır diye iltifat etmezler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davranırlar, bütün sorduklarına hal diliyle karşılık verirler yine de, patrimonyale dokunmadıkça şiirler.
‘En uzun gecenin hangisi olduğunu güneşe bakıp zamanı bildirenlerin ve yıldızların hareketlerini yorumlayıp falcılık yapanların bilemeyeceğini, ancak aşk yüzünden gam müptelası olmuşların gecelerin kaç saat olduğunu bilebileceğini’ söyleyen Divan edebiyatının pek bilinmeyen şairi Sabit’in aşağıdaki beytini; ‘hızla hareket eden saatlerin, gözlemcinin sabit saatine göre daha yavaş ilerlediğini ölçüp “zaman genişlemesi” fikrini ortaya atan fizikçiler okumamış olsalar da “öznel zaman” algısı Divan edebiyatı şairi için de bir gerçekliktir:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ'at.
Yeni Şiirde Öznel/Kültürel Zaman
Tanzimat’ın yeni ve Batılı bir sosyal sistem için çalışan, Servet-i Fünun’un yeni bir dil arayışı içinde Batılı estetiğine koşan, Milli Edebiyat’ın Anadolu kültürünü yeni yeni keşfe çıkan şairleri ise, “zaman” gibi daha çok felsefenin düşünme araçlarıyla anlamlandırılmaya çalışılan kavramlarını kendilerine pek yakın bulmadılar. Zaman onlar için pratik olarak arayış ve buluşlarının karşılığı olarak bir anlam taşıyordu; şimdiki zaman işte bu arayışlar ve buluşlar, geçmiş zaman bir “mazi”, gelecek zaman “ati”ydi.
Öte yandan tarihinin en derin toplumsal değişim ve dönüşümünü beraberinde getiren ve temelinde bir kültür ve aydınlanma devrimi olan Cumhuriyet’le birlikte Türk şiiri dallanıp budaklanmaya başlayınca “yüz çiçek açtı, yüz şair yarıştı.” Bir yanda Yahya Kemal’de ifadesini bulan, zevk ve biçimsel özellikleri bağlamında Osmanlı şirini sürdüren çizgi; diğer yanda geleneksel şiir biçimleriyle Fransız sembolistlerini izleyen Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar’la temsil edilen öz şiir çizgisi; beri yanda Ceyhun Atuf Kansu ve Ahmet Kutsi Tecer’lerin halk şiiri verimleriyle sürdürdükleri hat; yanı başında şiirin biçim bağlarını önemli ölçüde özgürleştiren Nazım Hikmet ile izleyenlerinin toplumcu gerçekçi yolu ve serbest ölçünün öncüsü Ercüment Behzat’ların üstgerçekçi (sürrealist) çizgisi. Bir yanda 40 Kuşağı’nın acılı şairleri, diğer yanda şiiri tüm estetik bağlarından “özgürleştiren” Garipçiler ve hemen ardında şiiri özel bir dile “kapatan” İkinci Yeniciler. O yanda 60 toplumcuları, bu yanda 80 Kuşağı “toptancıları”…

Şiirdeki bu çeşitlilik içinde yine de “zaman” temasının kültürel bir süreklilik ve toplumsal bir süreç olarak iki temel biçimde ele alındığını belirleyebiliyoruz. İlki, Henri Bergson’un “Ben’in kendi kendisini yaşamaya bıraktığı, geçmişle gelecek arasında hiçbir ayrılığa yol açmaksızın, olduğu gibi, zamanın bütünlüğü içinde, parçalanmaz bir akışla aktığı anlardaki durre.” diye tanımladığı “süre” olarak algılar zamanı. Bu, Ahmet Hamdi Tanpınar’dır ve bir parçalanmaz akıştadır:
Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında. (…) Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim, Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim.
Bu dört bentlik şiiri için şair, “Ne İçindeyim Zamanın şiiri, şiir hâlini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir.” der. Bu şiir ve açıklama Ahmet Hamdi’yi matematiksel olmayan ve ölçülemeyen “öznel zaman”a; Bursa’da Zaman şiiri ise kişinin belleğinde geçmiş, şimdi ve gelecek sürekliliği içindeki “kültürel zaman”a götürür:
Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi. (…)

“Kökü mazide bir âti” ve o sürekliliğin bir parçası olan Yahya Kemal Beyatlı’da ise zaman, daha çok bir “geçmiş” olumlaması ve özlemidir Akıncılar’da olduğu gibi:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi ‘İlerle!’ Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle (…)
Şair, o görkemli “geçmişi”, “şimdiki zaman”da yeniden ve yeniden canlandırır Süleymaniye’de Bayram Sabahı örneğindeki gibi. Bu geçmişte yaşamak değilse bile “geçmiş”i “bugün”de yaşamaktır bir bakıma:
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan. (…)
Biraz da duyumsayıp özlenen bir “geçmiş”in sesiyle dile getirilen rindane bir yaşamın sonundaki kederdir Rindlerin Akşamı’ndan yansıyan. “Zaman” bir yandan belli bir yaşanmışlığı, yani bu olgusal dünyayı, diğer yandan “öte dünyayı” imler ve bir kabullenişi, razı oluşu:
Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç! Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle. (…)
Çağdaş Şiirimizde Çoklu “Zaman” Teması
Nazım Hikmet ise zamanı toplumsal ve dinamik bir süreç olarak görür, dolayısıyla nesnel bir zamandır onun “zaman”ı. Marksist bir dünya görüşünden kavram, onun şiirine “mutlak” bir zaman olarak yansır; geçmişten geleceğe ilerlemeci bir zamandır yani. Sosyal duyarlıklar temelinde devinen bir zaman anlayışıdır Nazım’ınki, “geçmiş” ancak bu duyarlıklarına cevap verdiği ölçüde, “gelecek” de yürekten özlenen ve bilinçle amaçlanan bir toplumun gerçekleşmesi olanağı dâhilinde olumlanır. “Şimdiki zaman” ise sosyal temayı daha bireysel görüş açısından yansıtır şiirine:

Yirminci Asra Dair —Uyumak şimdi, uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim... —Hayır, kendi asrım beni korkutmuyor ben kaçak değilim. Asrım sefil, asrım yüz kızartıcı, asrım cesur, büyük ve kahraman. Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. Ben yirminci asırlıyım ve bununla övünüyorum. Bana yeter yirminci asırda olduğum safta olmak bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir âlem için... —Yüz yıl sonra, sevgilim... —Hayır, her şeye rağmen daha evvel. Ve ölen ve doğan ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır (benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem), senin gözlerin gibi Hatçem, güneşli olacaktır...
Ahmet Muhip Dıranas da ilerlemecidir zaman konusunda, insan-zaman ilişkisini bu algıyla kurar Saat, Zaman ve Kişi’de:
Saat çalar, zaman yürür, Ben susarım, otururum; Saat çalar, zaman yürür. Geçen günler, aylar, yıllar Ve yüzyıllar, ben dururum; Geçer günler, aylar, yıllar… Zaman kesin; bağışlamaz! Bulur beni; ben ölürüm. (…)
Zaman akar gider Dıranas’ta; insan belki yaptıklarıyla zamana dayanır bir süre, ama zaman daha fazla bağışlamaz, bulur onu; ne de olsa “Hoyrattır bu akşamüstüler daima / Gün saltanatıyla gitti mi bir defa.
Modern şiirimizin önemli şairlerinden Behçet Necatigil’in, kapitalizmin saatlerle sınırlayan, kentin yalnızlık üreten yaşamında insani yönsemlerden uzaklaşmış bireyin kayıtsızlıklarını, bencilliklerini ve acılarını ortaya koyar İnsan Saat imgesi, sorar ve yargılar:
İnsan saat der ki: -Zaman nedir? İnsan saatin sesi çokluk gece vakti Boşluklara uzanır tok ve ağır İnsan saatin sesi yayılırken havada İnsanların kimisi en derin uykularda İnsanların kimisi daha uyuyamamıştır İnsan saat çalarken çokları sağır Kayıtsız, bencil. İnsan saat der ki: -İnsanlık bu değil.

Ama tüm zamanları birleştirerek zamansal çizgiselliği de bozabilir Necatigil:
Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar; Geçmiş, gelecek birleşir tek kesitte. Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde Ya da başlar ansızın ta ilerde olacak.
Hatta okuru Fuzuli’ye kadar fırlatıp attığı da olmuştur, “Dertliler biliyor, geceler kaç saat.” Diyerek.
Melih Cevdet Anday ise “zaman”ı sorunsallaştırır. Onda zaman belli bir kronoloji içinde çizgisel ilerlemesini yitirir geçmiş, şimdi ve gelecek ortadan kalkar; daha doğrusu üst üste biner. Mitoloji ile yan yana zaman ve mekân ayrılığı da ortadan kalkar. Bu ilksel “zaman/mekân”da martıların hepsi bir yaşta, günlerin taneleri yan yanadır toprakta ve kentler, öncesiz ve sonrasız, üst üste kurulmuştur Yanyana Her Şey başlıklı şiirinde:
Bir balık uyur, denizi yaratır Martıların tüneği dibinde, Yanyana martıların ki evreleri yoktur, Bir yaşta hepsi, bir boyda. Toprağı arala, ellerinle bak, Yanyanadır günlerin taneleri, Ne önce, ne sonra. Ne önce, ne sonra. Üst üste kurmuşlar kentleri Sarmışlar masalla.
İkinci Yeni şairi “zaman”la felsefi bir ilişki kurmaz, çoğu kez zamanı anımsanan bir yaşanmışlık olarak ele alır. Bu yaşanmışlık çoklukla şairin toplum içindeki yalnızlığına, bireysel duygu durumlarına yöneliktir, Edip Cansever’in Bir Su Yılı Denilebilirdi’sinde de olduğu gibi:
Bir su yılı denebilirdi geldi geçti Üstünde durmuyorum Terledim, bulanık baktım Ne varsa kendiliğindendi Hemen hemen evden çıkmadım. (…) Hadi anlat deseler anlatamam Bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi Yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi Nedir ben bilemem ki Belki bir raslantıdır da ondan mı sevdanın yeri (…) Gözlerim sevdim seni Köklerim gözlerimin Suyunu benden içen ıssız bir kasaba gibi
Ve İlhan Berk’in Otağ’ında zaman sonsuzdur, bu sonsuzluğun kimi parçaları sevgilinin özellikleriyle örtüştürülür; en önemlisi de şair zamanı tırnak içine alır yaşar. Sevgiliyle yaşanacak zamanın tırnak içine alınıp önemsenmesi de çok doğaldır:
Sevgilim, işte eylül Ve işte senin usul usul seğiren yüzün. Zaman ki sonsuzdur Bitmemiş şiirler gibidir. Bazı hüzünleri Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir. Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık (İsteğin bulanık kıyısında). Bundan değil midir bizim aşkımızda Sürekli bir akşam hüznü vardır.
Geleneksel Divan şiirinin sesine aşina olan ve “zaman”la mazi bağlamında ilişki kuran şairimiz Hilmi Yavuz, zaman temalı ve başlıklı şiirlerini 1987’de “Zaman Şiirleri” toplamıyla kitaplaştırır. Yavuz bu toplamda zamanı Bergsoncu bir yaklaşım içinde kültürel süreklilik olarak ele alır ve metinler arası ilişkilenmeyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ı selamlar bursa ve Zaman’daki gibi ve zaman balkır Bursa’ya:
Zaman balkıyor bursa’ya bilinen budur ve şiirdir adı… Zaman yoldadır o şiirde Söz’ün yeşili ve dilin mavisi düzyazının en hârelisi geliyor, her yerde zakkumlar vardı: Karezgileri duyuldu, ya da Evvelzaman kadınları baladı… hangisiydi bıldır yağan kar’ın: tanpınar mıydı? –ve yağmayanı Villon’du, kimse anlamadı
Saklayan Zaman
Yazar, düşünür ve şairin toplamıdır Oruç Aruoba, felsefecidir yani. O zamanı değil, zaman onu yazmıştır Yazılmayan Zaman’da:
Her şeyi yazarım da zamanı yazamam – o yazar çünkü beni. (…)

İçinde yaşıyor ve hissediyoruz zamanı, hiç de öyle soyut değil o. Bir yaprak düşüyor, bir dal kırılıyor, bir kuş havalanıyor, bir sözcük yazılıyor ve bir cümle, paragraf, sayfalar doluyor… Ama algıladığımız zaman öyle sınırsız değil, hiçbirimizin zamanı. Okur, okumayı bırakıp gitmeden, 1980 şiirimizin bizi “zamansız” terk eden “Akdeniz duyarlıklı” şairi Ahmet Erhan’la bitirelim bu yazıyı, oyalım zamanı, saklayalım sesimizi, “unutulmasın”!
Zamanı Oy, Sesini Sakla Zamanı oy, sesini sakla… unutulmasın Tarih düşür her yazdığının altına Aynaya bak, yüzünü göm… unutulmasın Bir gün küllerin savrulur nasılsa Bence sen, bir günlük tutmalısın Solgun güller kurutarak yapraklarında Yağmurda yürü, izini koru… unutulmasın Toprağı eşeleyen çocukların avuçlarında Şimdi kentlerin yalınkılıç yalnızlığındasın Geçtiğin kırmızı, durduğun yeşil… unutulmasın Dimdik önündesin bir fotoğraf karesinin O fotoğrafta hiç sarı kullanılmasın İyi çocuk ol, acınla büyü… unutulmasın… (1988)
Çok teşekkür ederim edebiyatta şiirde zamanı çok güzel yazmışsın senin bu çalışmalarını zevkle okuyorum gerçekten bu kadar çalışmayı bu kadar zamana nasıl sığdırıyorsun tebrik eder gözlerinden öperim kal sağlıcakla iyi akşamlar…